zaterdag 29 maart 2008

Kürtlerin Asimilasyonu

İnsanlık Suçu: Erdoğan ve Kürtlerin Asimilasyonu Başbakan Erdoğan, son günlerde, Türklerin yaşadığı bir evde çıkan yangın ve bir Antep"li ailenin birçok ferdinin ölmesi üzerine Almanya"ya yaptığı ziyaret sırasında yaptığı konuşma ile büyük tartışmalara yol açmakla kalmadı. Alman yöneticilerinin ve siyasetçilerinin büyük tepkisini çekti.
Türkiye"de de “kral çıplak” diyerek, Kütlere ilişkin yeni tartışmaları, Kürtlerin millet olarak haklarına ilişkin yeni yaklaşımları, T.C Devletinin şoven, ırkçı, sömürgeci ilişkilerine ilişkin yeni tartışmaları gündeme getirdi. Başbakan Erdoğan, Almanya"daki konuşmasında, Almanya"da yaşayan Türklerin Almanya Devleti"nin asimilasyonuna direndikleri için teşekkür etti, Almanya"da Türk liselerinin ve üniversitelerinin kurulmasını istedi. Dolayısıyla Almanya"nın Türkleri asimile ettiğini ifade etti. Bu konuşmada birkaç boyut ve niyet var. Bu boyutları bir-bir açıklamak gerekiyor. Almanya"da egemenlik ve iktidar talebi… Erdoğan, Almanya"da Türklere tanınan ulusal hakları yeterli görmüyor. Türk liselerinin ve üniversitelerinin açılmasını istiyor. Asıl niyet, onun ötesinde. Alman yöneticileri ve siyasetçileri, Erdoğan"ın açıklamalarını, Erdoğan"ın Almanya"nın iç siyasetine müdahale olarak değerlendirdiler. Erdoğan"ın yeni bir parti kurarak Almanya siyasetinde taraf olmak istediğini sorguladılar. Erdoğan"ın isteğinin, Türk liseleri ve Türk üniversitelerinden öteye Almanya"da egemenlik ve iktidar talebi olduğunu üstü kapalı bir şekilde ifade ettiğini dillendirdiler. Benim görüşüme göre de, Erdoğan"ın Almanya"daki açıklamaları Türkler için Almanya"da egemenlik ve iktidar talebidir. Kosova"daki 25.000 Türk için yerel ve genel iktidarın paylaşılmasını talep eden, Kıbrıs"ta önemli oranda Kürt olan 180.000 nüfus için bağımsız devlet, federal ve konfederal devlet talep eden bir devletin başbakanının, 3 milyon Türkün yaşadığı, Kürtlerle birlikte 4 milyon T.C vatandaşının yaşadığı Almanya"da egemenlik ve iktidar paylaşımını talep etmesini de beklemek gerekir. Aslına bakarsanız, Başbakanın, Osmanlı İmparatorluğu döneminde Avusturya kapılarına kadar dayanan ruhu, “yeni Osmanlıcıkla” diriltmek istediğini, Başbakan"ın usta ve yapısal takiyeci karakterini göz önüne aldığımız zaman, bunu rahatlıkla saptamak bir niyet okumanın ötesinde, bir gerçek olarak saptayabiliriz. Asimilasyon eski bir insanlık suçu ve Türkiye bu suçu işliyor… Asimilasyon, 300-400 yıllık bir egemen topluluk ve halk eylemi. Asimilasyonun suç olarak kabul edilmesi yüzyılın bir sorunu. Asimilasyon, ulusal, kültürel, dilsel soy kırımdır. Bir halk ve ulusal topluluğu yok etmek ve ortadan kaldırmaktır. Egemen ve sömürgeci bir ulusun bir başka ulusun varlığını ret ederek, onun haklarını gasp etmek, yok etmek, ortadan kaldırmak; bir ulusal ve halk topluluğunu yok ederek egemen ulusa katılımını sağlamaktır. Asimilasyon, uluslararası sözleşmelerde de bir insanlık suçu olarak kabul edilmiştir. Başbakan Erdoğan"ın asimilasyonu insanlık suçu olarak ilan etmesi, mevcut olanı ilan etmekten öteye bir şey değildir. Başbakan Erdoğan"ın asimilasyon hakkındaki görüşleri, başka bir gerçeği de itiraftır. O da Türkiye"nin insanlık suçunu işlemekte olmasıdır. Bilinen çok açık bir şey var ki, Türkiye Cumhuriyeti"nin kuruluşundan kısa bir dönem sonra, Kürtlerin ulusal varlığı red edildi, “Kürtlerin Türk olduğu” resmi bir devlet ideolojisi olarak benimsendi. Kürtlerin varlığı red edilince, Türkiye Cumhuriyeti"nin önüne bir soy kırım ve Kürtleri yok etme konsepti çıktı. Bu soy kırımı, şartların gerektirdiği biçimler altında sürdürme, gizli ve açık bir biçimde benimsendi. Bu soy kırım eylemlerinden biri, katliam, jenosid ve tehcirdir. Türkiye cumhuriyeti değişik dönemlerde ve özellikle de 191-1940 yılları arasında bu uygulamayı yapmıştır. İkinci soy kırım uygulaması, asimilasyon ile Kürtleri Türkleştirmek ve ortadan kaldırmaktır. Türkiye Cumhuriyeti 100 yıla yakın bir zamandır, Osmanlı döneminde başlayan bu uygulamayı gerçekleştirmektedir. Bu bağlamda Türkiye Cumhuriyeti Devleti, meclisleri, hükümetleri, cumhurbaşkanları, başbakanları, mahkemeleri, ordusu, sivil bürokrasisi, diğer devlet kurumlarıyla bu insanlık suçunu işlemeye devam ediyor. Yüzyıldır sürdürdüğü resmi ideoloji ile halkları da zehirlemiş durumdadır. Türk halkı da Kürtlerin varlığını kabul etmediği gibi, asimile olması ve ortadan kaldırılması için işlenen suça ortaklık yapıyor. Türkiye"nin birinci dereceden yöneticisi olan Başbakan asimilasyon konusunda Almanya"yı suçlamadan önce gözünün önündeki ve kendisinin icracısı olduğu Türkiye"de Kürtlerin asimilasyonu gerçeğini görmesi ve bu gerçeği değiştirmesi için çaba göstermesi gerekir. Açıklama Kürtleri horlama ve küçümsemenin yanında hiçe sayma ve zorbalıktır… Başbakanın asimilasyon konusundaki açıklaması, bu konudaki bilincini ortaya koyuyor. Bu bilinç, Almanya"daki ve dünyanın başka yerinde yapılan asimilasyonu tespit ettiğine göre, başbakanlığını yaptığı devlet bünyesinde Kürtlerin asimilasyonunu bilmezlik ve bilincinde olmamak durumunda olamaz. Başbakan Kürtlerin 100 yüzyıldır asimile edildiğini, soy kırım eylemine tabi tutulduğunu bile-bile “asimilasyon bir insanlık suçudur” diyebiliyorsa bundan birkaç sonuç çıkarılabilir. Birinci sonuç, Başbakanın ne dediğinin farkında olmaması ve vizyonsuz olması anlamına gelir. Türkiye gerçeğinin farkında olmaması, Kürt sorunu ile ilgili bilgi sahibi olmaması anlamına gelir. Eğer durum buysa, vay Türkiye"nin haline. İkinci sonuç, başbakan diyor ki “Biz Türkiye"de Kürtleri asimilasyona devam edeceğiz, ama bir tek Türk"ün de asimile olmasına müsaade etmeyeceğiz. Kürtlere reva gördüğümüz bir zorbalık ve sömürgecilik eylemidir, bunu da kimse engelleyemez. Eğer Kürtler engellemek istiyorsa, hodri meydan, bunu engellemeye çalışsınlar da boylarının ölçüsünü alsınlar, biz de onları katletmeye hazırız. Bugüne kadar da yaptığımız budur.” Üçüncü sonuç, Kürtleri horlamaktır. “Biz Türklerin asimilasyonuna karşı çıkarız, ama Kürtleri de asimile eder, Kürtlerin onur, şerefini de kırarız” demektir.. Dünya ve Kürtler kör değildir… Başbakan Almanya"daki Tükler için liselerin ve üniversitelerin açılmasını isterken, Türkiye"deki 25 milyon Kürt ulusu bütün ulusal, sosyal, siyasal, ekonomik, egemenlik, iktidar haklarından yoksundur. Kürtlerin ulusal varlığı hukuken tanınmamaktadır. Kürt kültürü ve dili yasak. Kürtçe eğitim-öğretim hakkı değil. Kütler kendi kimlikleriyle siyasal, sosyal, sivil demokratik örgütlerini kuramıyorlar. Kürtlerin meclisleri ve diğer egemenlik kurumları yok. Kürt radyoları, Kürt televizyonları yasak. Kürtçe konuşmak bile, içerik olarak günümüzde bile yargılama konusu olabilmekte. Kürt ulusu ve Kürdistan kavramları suç ve yargılama konuları. Kürtlerin asimile edilmesi için devlet çarkı vicdansız ve pervasız bir şekilde işletilmektedir. Türkiye"nin bu gerçeği karşısında Başbakanın Almanya"daki açıklamaları Kürtleri kamçılamalı, dünyanın gözlerini açmalıdır. Başbakanın yaptığı bir zorbalıktır, Kürtleri ve dünyayı hiçe saymak, dünyaya meydan okumaktır. Bu adaletsiz ve eşitsiz durum son bulmalıdır. Almanya"daki Türkler için liselerin ve üniversitelerin açılmasını isteyen başbakan Kürtleri yok etmeye devam ediyorsa, yeni dünya düzeni bundan dolayı onu cezalandırmalıdır. Başbakanın açıklamalarından İslamcılığını sorguladım… Başbakanın Almanya"daki bu açıklamaları, onun sömürgeci ve egemen ulus milliyetçisi kimliğini sorgulamamın yanında, İslamcı karakterini de bana sorgulattı. Acaba İslamcı Kürt kardeşlerimiz de bu sorgulama içine girdiler mi? Onlar Başbakanın tutumunun İslam"la, vicdanla, adaletle ilişkili olmadığını saptadılar mı? Ben horlandığımı saptadım ve his ettim… Başbakan Erdoğan"ın bu açıklamalarını bir Kürt olarak, bütün haklarından mahrum bir ulusun ferdi olarak dinledikten ve duyduktan sonra, horlandım, insanlığımdan utandım, küçüldüm, hiçbir şey olmadığım duygusuna kapıldım. Elbette bunun yanında kamçılandım, Kürdistan"ın kurtuluşu ve Kürt ulusunun özgürlüğü için daha çok çalışmak ve risk göze almak gerektiğini bilince çıkardım. Bu hissettiklerimi, diğer Kürtler, özellikle de aydın, siyasetçi, işveren, ağa, bey, aşiret reisi, şeyh Kürtler de his ettiler mi, doğrusu merak ediyorum.

Ibrahim Güclü
ibrahimguclu21@gmail.com

Türkiye terör devletinin elebaşı katil Erdoğan ve askeri, polisi, ancak hayvanlara özgü yöntemlerle Kürtlere saldırmakta , Kürtleri katletmektedir.

Türkiye terör devletinin içişleri bakanı , ona bakan demek yalnış olur, ona genelkurmayın emireri ya da polisin hizmetçisi demek daha uygun olur. Türkiye terör devletinde içişleri bakanı olmaktansa , Türkiye’de iki pırpırlı bir astsubay olmak daha iyidir. Türkiye terör devletinde başbakan olmaktansa iki pırpırlı bir komiser olmak daha iyidir. Terör devletinde, iki polis gider içişleri bakanının kulağından tutar nezarete atar kimsenin gıkı çıkmaz. Türkiye terör devletinde iki jandarma gider başbakanın hatta cumhurbaşkanının kulağından tutar gözaltına alır kimsenin sesi çıkamaz. Çünkü bu devlet bir terör devletidir. Bu devlette meclis, başbakan, bakanlar, milletvekilliği formaliteden ibarettir. Bu devlette seçme seçilme formaliteden ibarettir. Türkiye bir terör devletidir,ancak terör devletinde asker , polis halkın üzerine saldırır ancak terör devletinde sokak ortasında insanlar infaz edilir. Bunu ancak terör devleti yapar. Ve bu yapılanlar tamamen bilinçli, planlı Kürt halkını imhaya yönelik soykırım hareketidir. Kürt Halkına yapılan bu insanlık dışı , hayvani uygulamaların sorumlularının görevden alınmaları birşey ifade etmez, bir anlam taşımaz . Katil gider , katiloğlu katil gelir. Alçak gider alçakoğlu alçak gelir. Ve daha bilinçli , daha kinli olarak gelir. Meslekdaşına yapılanı hazmedemeyip , daha katmerlisini yapar. Kürtler`in sloğanı şu olmalıdır: Katil Erdoğan, valini, kaymakamını, askerini, polisini yani katil sürünü Kürdistan dan al defol. Katil Erdoğan, barbar sürülerini Kürdistan dan hemen çıkar ,olmalıdır. Vilayeti işgal edip , valiyi esir almak , kaymakamı esir almak zor değil. Emniyeti basıp , emniyet müdürünü esir almak zor değil. Bu güne kadar ve bundan sonra olacaklardan da tamamen Türkiye terör devleti sorumludur. Kürt Halkı`nın newrozunu kutlaması için izin alması mı gerekiyor? Kürt Halkı`nın milli kıyafetlerini giymesi için izin alması mı gerekiyor? Bunun adı kölelik değil midir? Bunun adı korkaklık değil midir? Kürt Halkının korkacak, kaybedecek neyi kalmıştır.? Yıllardan beri Kürt Halkı barış diyor , kardeşlik diyor, birlikte yaşam diyor. Cevabı ne oluyor? Kurşuna dizilmek oluyor, panzer altında ezilmek oluyor, ırzına geçilmek oluyor ! Barış eli , barıştan anlayanlara uzatılır. Birlikte yaşam onu hak edenlere söylenir. Demokrasi , demokrasiyi hak edenlere verilir. Yıllarca Kürtleri katledecekler , yıllarca evlerini başlarına yıkacaklar, sürgünlere gönderilecekler, açlığa mahkum edilecekler, ondan sonra barıştan kardeşlikten bahsedilecek .Böyle barış , böyle kardeşlik olmaz olamaz .Böyle birarada yaşama , böyle biriktelik olmaz olamaz.
Eli kanlı katillerle barış olmaz , kardeşlik olmaz. Kürtler üzerinde her türlü hayvani duygularını deneyenlerle birarada yaşama olmaz , birliktelik olamaz.

donderdag 27 maart 2008

CETELER SAVASIYOR

Mahir Kaynak’ın Bahçeşehir Üniversitesinin Rektörü olan kızı Deniz Ülke Arıboğan Kürdistan’ın Erzurumun’da Konuştu ve Türk devletinin yıkılmakta olduğunu söyledi. Arıboğan Türk devletinin şimdiki kriznin esasında laik-antilaik çatışması olmadığı, Kürt devletinin kurulması aşaması olduğunu söyledi. Arıboğan Türk develtinin çaresiz olduğunu ve yıkılmaktan başka alternatife sahip olmadığı anlamına gelen beyanlarda bulundu.

Türk medyasının haberlerine göre, Bahçeşehir Ünversitesinin Erzurumda kurulması çalışmaları için Erzurumda buluna Deniz Ülke Arıboğan bir basın toplantısı düzenledi ve Leeyla Zanan’ın Diyarbekir Newroz’unda yaptığı konuşmasına atıfta bulunarak iki yıl sürmez ya Türk devleti parçalanır veya aynı anlama gelen Kürt devleti kurulur.
Hurriyet gazetesi Deniz Ülke Arıboğan’ın söylediklerini şöyle aktarıyor:
”Devletin, hukuk sistemi iflas etmiştir. Ordu kıpırdayamaz durumdadır. Yasama ve yürütmede kriz vardır. Devlet çökmek üzere ve aslında böyle bir çöküşten ya kaos, ya askeri darbenin çıkması beklenir. Eğer sistem böyle giderse, devlet kendi içinde çatışmaya doğru giderse, iki yıl sürmez Türkiye’nin bölünmesi veya Kürt devletinin ortaya çıkması muhtemeldir. Bu laik, antilaik çatışması değil, Kürt devletinin kuruluş aşamalarıdır. Herkesin bu tehlikeyi görmesi gerekir.”
Ergenekon Kürtleri hedef göstererek kurtulmaya çalışıyor
Bütün pisliklerin başı olan kemalsitler hedef şaşırtıyor ve Kürtleri en büyük tehlike göstererek iktidarda kalmaya çalışıyorlar. Çökmüş pis kemalzimi, Kürtlere saldırarak kurtarmaya çalışıyorlar. Oysa çelişki Kürtler ile ilgili değil. Çelişki esas olarak Balkan göçmeni olan devşirmeler ile yerli halklar arasındadır. Göçmenler iktidarı bırakmak istemiyor ve Türkiyede yaşayan halkın %95’ini oluşturan yerli halka kan kustrumaya devam etmek istiyorlar. Demireller Uzanlar, Çağlar iktidarını sürdürmek istiyorlar.
Ajanın kızı olan Arıboğan’da bu pis iktidarın devamı için hedef şaşırtıyor ve Kürtleri hedef gösteriyor.Mahir Kaynak Türk istihbarat örgütlerinde çalışmış bir ajandır ve kendi arkadaşlarını ele vermek ile ün kazanmıştır.
Türklerde herhalde ajanlık ta babadan oğula/kıza miras kalıyor. Mahir Kaynak emekli olmuştu ve şimdi kızı devam ediyor. Aslen Antepli olan Mahir Kaynak’ın karısının Balkan göçmeni olup olmadığı bilinmiyor.

ERGENEKON

Ergenekon soruşturmasının genişleme eyilimi göstermesi, ’sözde’ sivil örgütleri kaygılandırdı. Babasının da Ergenekon ile ilişkisi olduğu iddia edilen Aydın Doğan’ın kızı ve TUSİAD başkanı Arzuhan Doğan, da diyalog ve uzlaşma istedi. Bunu da güya demokrasi adına yapıyormuş. Ergenekon demokrasisini savunan Arzuhan ve diğer Türk örgütleri (TOBB, TİSK, Türk-İş, Hak-İş, KamuSen, TESK ve TZOB) Ergenekonun tasfiye edilmesine karşı çıktı. Diyalog ve uzlaşma çağrısı, amaç ne olursa olsun, Ergenekonu kurtarma çağrısıdır.
Nokta Dergisnin kapatılmasına neden olan olay, işte bu ’sivil’ örgütlerin darbeci generaller yani Ergenekon ile ilişkinın deşifre edilmesi idi. Nokta dergisi adı sivil olan bu örgütlerin askeri darbe ve kargaşa zemini hazırlama görevi aldığını deşifre etmişti.
Türk medyasının, özellikle bir balkan göçmeni, Ertuğrul Özkök’ün, şefliğini yaptığı Aydın Doğan medyasının Ergenekon ile olan ilişkileri deşifre edilen telefon görüşmelerinde de ortaya çıktı.
Bu ’sivil’ örgütler ve ’kahraman medya’ sanki başkaları suç işlemiş gibi aracı rolüne giriyor. Oysa Türkiyedeki bütün kötülüklerin, bütün suçların ilk dereceden faili bu medya ve bu ’sivil’ örgütlerdir. Şimdi zor duruma düşen Ergenekonu kurtarmaya çalışıyorlar.
Ne uzlaşması?
Türk hukukunun ne mal olduğu biliniyor olmasına rağmen bu ’siviller’ biraz garip davranıyor. Sürekli ’hukuka saygı’ diyenler şimdi kendi pis hukuklarını da çiğnemek zorunda kalıyorlar. Bunların uzlaşma dedikleri şey Türk kanunlarının uygulanmamasıdır. Halbuki o kanunları bu örgütler yapmıştı.
Uzlaşmanın diğer bir tarafı ise Doğu Perinçek, İlhan Selçuk, Alemdaroğlu, Veli Küçük ve başkalarının feda edilmesidir. Sadece o kadar değil bazı muvvazaf askerleri de feda ederler.
Bu takım ilk elden Cem Ersever, Abdullah Çatlı, Allattin Çakıcı ve benzeri tetikçileri feda etti. Sonra Veli Küçük, Ümit Sayın, Muzaffer Tekin vb. leri feda etti. Şimdi sıra biraz daha yukardakilere ve hatta sızdırılan haberlere göre en üst tepeye yaklaşıyor. İşte ’uzlaşmak’ isteyenler bu en üst takımdır.
Bu ’sivil’ takım için Türklüğün yüz dolarlık kiymeti yok. Onlar için para ve iktidar herşeyden önemlidir. Dün Kemalizm, Turanizm idi, şimdi de islami iktidar olabilir. Yeterki kimse onların sermayesine, iktidarına dokunmasın. Bunlar gerekirse türban da takar cüppe de giyer. Eğer yarın öbür gün Arzuhan Doğan’ı türbanlı dolaşırsa hiç garip olmaz. Türk devleti Müslümanlığından kuşku duyulan Diyanet Başkanı ve en son da Yahudi-Haham olan İmam ve aynı zamanda ulusalcı, Ergenekoncu, ve medya yıldızı Tuncay Güney’i de yarattı.
Türklerin işi oldukça zor. AKP Ergenekoncu örgütlere güvenemez. AKP; bunların elinden gelse hemen onu boğacağını bilir ve Ergenekon da oturmanın kendisi için ölüm olduğunu biliyor. Yani Ergenekon yüz kere yemin etse de yerinde duramaz ve AKP’yi düşürmeğe çalışır. Bunu kendi güvenliği için yapmak zorundadır. AKP’de bunu biliyor. Eğer AKP son derece elverişli olan ülke içi ve uluslarası durumdan yararlanmaz ve Kemalizmi tümden yıkmaz ise iktidarı Ergenekona teslim emek zorunda kalır ve bu islami kesim son bir kere kayıp eder ve tümden silinir.

maandag 24 maart 2008

Newroz kutlamaları planlı bir şekilde sürdürülüyor.

Planı yapan Türk devleti ve apoculardır. Bazı yerlerde olaysız geçen Newroz, bazı yerlerde de olaylı geçiyor. Özellikle İran, Irak sınırındaki şehir ve kasabalarda Newroz’un olaylı geçmesi için hem apocular hem Türk devleti özel çaba sarfediyor. Şimdiye kadar iki Kürt, Biri Van’da biri Gever’de, Türk devleti güçleri tarafından katledildi ve yüzlercesi yaralandı. Neden apocular Newroz’u Newroz gününde her yerde kutlamıyor? Neden Türk devleti bazı şehirlerde kutlama iznini veriyor ama bazı şehirlerde vermiyor?
Bu yılki newroz kutlamaları tamamen apocuların güçlendirilmesi için hazırlandı. Bu hazırlığı sadece apocular değil, esas olarak Türk devleti yaptı. Tek bir tane Kürdistan bayrağının dalgalanmadığı gösterilerde, ‘sözde’ yasaklı Abdullah Öcalan resimleri her yerde asıldı ve dalgalandırıldı. Kürdistan bayrağının dalgalanmamasının tek bir izahı vardır. Apocu Türk devleti ittifakı.
Türk devleti için en önemli bölge hala İran, Irak sınırdır ve apoculuk özel oılarak o bölgelerde besleniyor. Şemdinli bomabalanması öncesinde oldukça zayıf düşen apoculuk bombaların patlatılması ile güçlendirildi. Diyarbekir’deki bombalama (3 ocak 2008) sonrasında apocuların eyleme sahip çıkması, apocuları oldukça zor durumda bırakmıştı. Kürdistan’ın güneyine düzenlenen kara operasyonu ve Newroz kutlamaları apoculuğun güçlendirilmesi için kullanıldı.
Bu Türk devletinin hala apoculuğu tasfiye etmeğe yanaşmadığı anlamına geliyor. Yani Türk devleti içerisinde etkin olan ve Kürdistan’da hakim olan güç, savaşsız bir çözümü kabul etmediğini gösteriyor. ABD, AB ve Kürdistan Bölgesi ve bazı Türk güçlerin kabul ettiği askeri olmayan çözüme karşı yapılan bir harekettir.
Bu aynı zamanda DTP’yi da zor bir durumda bırakıyor. Eger DTP kutlamaları oganize ediyorsa, neden kutlamaları aynı gün her yerde yapmadı? Eğer verilecek bir mesajları var idiyse zaten mesajlarını Dıyarbekir mitinginde verdiler. Kürt kadınlarını Türk polisine coplatmanın, dövdürmenin Kürt milletine kazandırdığı hiçbir şey yok.
Fakat Türk devletinin bazı şehirlerde, mesela Urfa ve Batman’da Newroz günü olmadığı halde izin vermesi, ama Van ve Hakkari de vermemesi amaçlıdır. Zaten Türk askerinin o bölgedeki tutumu da açıktır. Askeri birlikleri şehir merkezlerinde yürütmek ve şarkı söyletmek apoculuğun güçlendirlmesinden başka bir işe yaramıyor. Polis ve askerleri Kürt kitlelerin üzerine sürmek sadece apoculuğu besler başka hiçbir işe yaramaz.
İşe yamazlık her iki taraf için de geçerlidir. Eğer gösterilerden amaç, şehirleri Türk askerinden temzilemek veya Türk devleti ile ilişkileri kopma noktasına getirmek olsaydı, gösteriler anlamlı olabilrid. Ama apocular, liderleri dahil, Türk devleteine bağlı olduklarını söylüyorlar. O halde gösteri ve yalandan serhıldan ne işe yarar?
Türkler için de durum aynıdır. Eğer amaç Kürtleri kırmak ise ve eğer Kürtleri kırmak mümkün olsaydı, Türklerin davranışı anlaşılır olurdu. Fakat ABD ve AB Kürtler ile ilgili talepleri daha yoğun ve daha baskın hale getirirken, Kürtleri kırmak mümkün deiğil ve mümkün olmadığını Türk generalleri de ittiraf ediyor. Kürtler adına davrandıklarını iddia eden apocuları taleplerinde geriletmek amaç olamaz, çünkü apocular Türk devletinden hiçbir şey istemiyor. Abdullah Öcalan için bir şeyleri ister gibi yapıyorlar ama Abdullah Öcalan bir önceki görüşmelerde yerinden memnun olduğunu ve İmralı da kalmakta devam edeceğini söylemişti. Kaldı ki Abdullah Öcalan’ı serbest bıraksalar da gidecek bir yeri yok.
O halde geriye birkaç alternatif kalıyor. Apocuları güçlendirerek Kürtlere sadece zarar vermek, çözümsüzlüğü dayatmak ve belki apocular aracılığı ile AKP’yi zayıflatmak. Her üç alternatif de geçersizdir ve plan yapanlar yakında gerçek ile yüzleşmek zorunda kalacaklar.

zondag 23 maart 2008

Battal Aziz

Müslüman Türk İlahiyatçılar...

Türk ve müslüman sözcüklerinin yan yana geldiğini gören Kürtler; kendilerini, kâbuslu rüyalarla geçecek, uzun bir geceye hazırlamak zorundadırlar.. Türklerin köle; müslümanlarında üvey kardeş olarak gördükleri Kürtlerin; bu iki unsurdan çektiklerine, önce Allah; sonra tarih; daha sonrada; tüm insanlık alemi şahittir...

10-Mart-2008 tarihli;Yeni Şafak gazetesinde; Müslüman Türk ilahiyatçılarının; Kürt sorununu tartışmak ve çözüm üretebilmek için kollarını sıvadıklarını okuduğumda, çok şaşırdım....Ve aklıma daha önceleri neredeydiniz?... sorusu takıldı...Üç bine yakın Kürt köyü yakıldığında, dört milyon Kürt köylüsü; evini barkını terkederek, İstanbul, İzmir, Bursa’nın gettolarına göç ettirildiğinde, neredeydiniz?....Yüz binlerce Kürt evladı; Diyarbakır zindanında işkenceye tutulurken, yüzlercesi işkencelerde katledilirken, neredeydiniz?.....Son yüz yılımızda; Müslümanlık; Türk, Arap ve Fars şövenizmleri tarafından siyasallaştırıldı...Bölgemizde ki; Arap, Fars ve Türk şövenistleri; İslamı istedikleri biçimde yorumlayarak, kendi çıkarları doğrultusunda kullandılar...Saddam Hüseyin; kimyasal silahlarla, Halepçe’yi kana bulayarak, on dakika içinde 5000 Kürd mazlumu katletikten sonra, namaza durabiliyordu...Hz.Muhamed’in kanunlarıyla; M.Kemal’in emirleri arasında sıkışan; hangisinin doğru olabileceğine bir türlü karar veremeyen, Türk Diyanet Başkanlığı; öldürülen Kürt çocuklarının, cenaze namazlarının kılınmayacağı doğrultusunda verilen saçma fetvaları, onaylıyabiliyordu...Mukaddes camileri bombalayacak kadar hunharlaşan ve her gün yüzlerce insanı; terörist yöntemlerle katleden, El-Kaideciler, Allahın askerleri olarak adlandırılabilinirdi....Bölgemizde çoğunluğu müslüman olan; Kürt milletine; İslam dünyası tarafından; üvey evlat muamelesi yapıldığı, tüm dünya tarafından bilinmektedir...Rus işgaline karşı direnen; Afganistan ve Çeçenistan halklarına yardım edebilmek için sıraya giren dünya müslümanları, Kürt halkının ulusal-demokratik hakları söz konusu olduğunda, sağır, kör ve dilsiz rölünü üstleniyordu...Örneğin;İslam Ülkeleri Örgütü; Arap Birliği gibi müslüman kuruluşlar; Sadam Hüseyin’in; Enfal adı altında, Kürt Milletine karşı giriştiği soykırıma, göz yumdukları yetmiyormuş gibi, Kürt milletini suçlamak talihsizliğini de gösteriyorlardı...Bunları belirtiken; Kürt sorununun tartışılmasını, engelemek gibi bir amacım olamaz..Tabii ki; herkesin Kürt sorununun çözümüyle ilgili; yapabileceği ve tartışabileceği şeyler vardır. Bu konuda yapılan çözüm önerileri; Kürtler tarafından sevinçle karşılanacaktır...Ancak Yeni şafak gazetesinde görüş belirten ilahiyatçıların yazıları incelendiğinde, eskiden sık duyduğumuz, Türk-İslam sentezinin; yeni açılımlarından başka bir şey olmadığı görülür...Dünyanın hızlı değişimler geçirdiği bu çağda;Türk ırkçılığına tekabül eden bu tezlerin; yeniden ısıtılarak ortaya sürülmesi düşündürücüdür..Eğer Türk ilahiyatçıları; Türkiye’de yaşıyan değişik milletler, dinler ve mezhepler arasında, gerçek barışın ve adaletin yerleşmesine katkıda bulunmak istiyorlarsa, yıllardır, Kemalizmin gölgesinde, tenefüs ettikleri, ciğer ve beyinlerini doldurdukları, Türk-İslam sentezciliğin kirli, zehirli havasından kurtulmaları gerekir...Burada;Yeni Şafak gazetesinde; dizi halinde çıkan yazıları, detaylı ele almanın yeri ve gereği de yoktur.. Ama bu ilahiyatçılar arasında faşist eğilimli Prof Dr. Hayri Kırbaşlıoğlu; 50 yıldır ABD’nin yardım ve desteğiyle ayakta duran; Türkiye, Mısır, Suudi Arabistan ve Ürdün gibi müslüman ülkeleri görmezden gelirken; Kürdistan Federe Devlet başkanı, Mesut Barzani’nin ABD ile kurduğu ilişkileri eleştirmesi bile, bu anlı sanlı; Türk ilahiyatçılarının gerçek amaçları ve yerleri konusunda bazı işaretler veriyor...Bir de; Kürtler vardır, Kürtlerin hakları verilmelidir diyen, değerli bilim adamı İsmail Beşikçi’ye tahammül edemiyen, Türkiye Cumhuriyeti üniversitelerinden, Prof., Dr. gibi ilmi ünvanlarını alarak çıkan ve aldıkları ünvanları korumasını becerebilen bu ilahiyatçıların, anlayış ve yapıları hakkında kuşkularımızı çoğaltıyor...Yeni Şafak gazetesinin bu çabaları; iyi niyet gibi görünse de; 1935’lerde, Kemalistlerin; Dersim’de Alevi Kürtlerini soykırımına tabi tutmak için, zamanın ateist ve mason profesörleriyle; kurdukları itifakı çağrıştırıyor...(1935 yılında, Tunceli Kanunu hazırlanırken; M.Kemal; adlarının önünde prof ve dr ünvanı olan 65 ‘e yakın faşist ‘’bilim adamını’’ toparlayarak, sözde reformlar adı altında, Dersim’de ki Alevi Kürtlerin katledilmesine ferman çıkartmıştı...)Yukarıda konu ettiğimiz ilahiyatçıların; yeni Kürt katliamlarına ferman çıkarıp çıkarmıyacakları, henüz belli değil ama ırkçı Kemalist cumhuriyetin; dindar çevreleri ve ilahiyatçıları da yedeğine alarak; mazlum Kürt milletine karşı kanlı, kirli oyunlar tezgahlama çabaları açıktır...

TC ÇATLIYOR, KODOMANLAR İKTİDAR KAVGASINDA

Giderek çatırdamaya başlayan faşist TC rejimi, sorunun kökenini Kürt halkının yürütmüş olduğu Özgürlük Mücadelesinde görmektedir. Bundan kaynaklı Kürt halkı ve mücadelesini etkisizleştirebilirse, rejim sorununu da halledebileceğini düşünmekte ve bu temelde paramiliter güçleri hızla örgütlemektedir. Tüm belirti ve gelişmeler, Neo ittihatçı faşizmin, Kürt halkına karşı kanlı bir süreç başlatma hazırlığında olduğunu göstermektedir. Bunu her günkü tavır, tutum ve provokasyonları ile açıkça ortaya koymaktan da çekinmemektedirler. Peki, bu sürece nasıl gelindi? Kimdir bu Neo İttihatçı ve paramiliter güçler? Bu dizi yazımızda bunu irdelemeye çalışacağız.Neo İttihatçılığın Tarihsel KökenleriOrhun yazıtlarına dayanılarak, Türklüğün üstün ırk olarak, her zaman yaşayacağının savunuculuğunu yapan ırkçı, milliyetçi zihniyete göre, “devleti ve vatanı müdafaa etmek için her şey mubahtır ve meşrudur." Bu anlayış kendisini tarihsel bir geçmişe dayandırır. Bu noktada “her şeye rağmen devletin bekasını korumak”, kimine göre istihbarat örgütlerine ya da son dönem Ulusalcılarının tanımına göre “derin millet iradesine” veya Türkiye’de kullanıldığı biçimiyle karanlık güçlere kaldığına göre burada “derin devlet” denen olgunun devreye girdiğini söyleyebilirizOsmanlı tarihinin; iktidarı ele geçirmek ya da elde tutmak için farklı yol ve yöntemlerle tertiplenmiş bir dizi komplolar ve provokasyonlar tarihi olduğu tarihçiler tarafından da kabul görmüş bir gerçektir. Osmanlı sultanlarından, çeşitli mertebelerde görev yapan yönetici kesimine kadar, güç olmak ve iktidarını sağlamak için kardeş katili olmanın da dâhil olduğu sayısız komplolar geliştirilmiştir. Bu, kardeşler arasındaki iktidar kavgalarının, imparatorluğun bekasına zarar vereceği tezinden hareketle bir gecede on üç kardeşinin boynunu vurdurmanın her yönüyle (ahlaki, vicdani, hukuki açıdan) kabul gördüğü bir imparatorluk tarihidir.1789 Fransız ihtilali ile gelişen ulus devletleşme süreci tüm imparatorluklar gibi Osmanlı’yı da parçaladı. Bu durum Osmanlı devlet sisteminde de bir parçalanmayı ve farklı çözüm anlayışlarıyla ideolojik bakış farklılıklarını ortaya çıkardı.Bunlardan en tehlikelisi olan İttihat ve Terakki Cemiyet üyeleri, Jön Türk hareketiyle irtibata geçtiler, Türkçülüğü formüle ederek imparatorluğun esas siyaseti haline getirdiler. Başta hiç rağbet yokken hatta Osmanlı’da Türklük aşağılama sözcüğü olarak kullanılıyorken zamanla beyinlere işlendi.İtalyan Mason teşkilatını örnek alarak kurulan İttihat ve Terakki Cemiyeti gizli hücreler halinde teşkilatlandı. İstanbul’daki sivil ve askerî öğrenciler arasında hızla örgütlendi. O güne kadar Osmanlı ekonomisini önemli oranda elinde tutan Ermeni ve Rumlarla ekonomik güç yarışına giren ve aynı zamanda Yahudiler tarafından da “dönme” denilerek dışlanan Sabetaycılar, kendilerini sağlama almak için; Türk-İslam sentezinin savunucuları olarak, kuruluşundan itibaren cemiyetin yanında yer aldılar. Cemiyet üzerindeki etkinlikleri, Cumhuriyetin kuruluş aşamasında da aynı oranda devam etti. Cemiyetin en ünlü isimlerinden Talat Paşa, Cavit Bey, Doktor Nazım, Bahattin Manastırlı ve Yahudi olan Emanuel Karaso gibilerinin mason olması, üyelerin mason törenlerine benzer usullerle alınmaları, para ihtiyaçlarının karşılanması ve basınlarınca desteklenmesi gibi etkenler aradaki bağı açıkça gösterir.Dış destekli İttihatçılar, II. Abdülhamit’e karşı kıyasıya bir mücadeleye giriştiler. Neticede Abdülhamit İttihatçılara daha fazla direnemedi ve 1908’de II. Meşrutiyeti ilan etmek zorunda kaldı.İttihatçılarda söylenenlerin tersine hiçbir zaman etnik ya da dinsel etmenler pek önemli olmadı. Her zaman için sadece çıkarlarının gereğine göre hareket ettiler.Teşkilat-ı Mahsusa’nın amacı, genel konjonktür(şuanda olduğu gibi) tümüyle aleyhte olmasına rağmen, bazen Panislamizm gerektiğinde de Pantürkizm ideolojisiyle İslam dünyasını ve Müslüman Türkleri geniş imparatorluk coğrafyasında, bir bayrak altında toplamaktır. Teşkilat-ı Mahsusa’nın İngiltere ve Rusya'ya karşı, başta Anadolu ve Trakya olmak üzere, Ortadoğu, Kuzey Afrika, İran, Hindistan, Orta Asya, Uzak Asya ve Avrupa'da; istihbarat, karşı casusluk, gerilla savaşı, yerel direnişlerin organizasyonu, propaganda ve ajitasyon faaliyetleri gibi çok boyutlu bir mücadeleye girişmesi, kendisine hangi misyonu biçtiği hakkında yeterli fikir veriyor. Komutanlardan Süleyman Askeri İngilizlere karşı Irak'a, Enver paşa'nın kardeşi Nuri paşa Senusilerle birlikte Trablusgarp'a ve Mısır’a, Halil paşa Rusya'ya karşı Kafkasya'ya, Rauf Orbay İngilizlere karşı Afganistan'a, Kazım Karabekir Rusya'ya karşı Tahran’ı işgal etmek üzere İran'a görevlendirildi. Mustafa Kemal’in de hayalperestlik olarak tanımladığı gibi son derece Donkişotvari bir yaklaşımın sahibiydiler.( tıpkı bu gün ki neo ittihatçı kesimler gibi)Aynı zihniyet içerdeki etkinliğini pekiştirmek için de, o güne kadar hükümetlere ve ülke siyasetine gayri resmi yapılan müdahaleleri ve ülke yararına olduğu iddiasıyla gerçekleştirdikleri tüm çete faaliyetlerini, bu teşkilat ile resmi kılıfa büründürerek yapmaya başladı. Cemiyet, kuruluşundan itibaren bütün stratejisini ‘derin millet iradesi’ olma adına siyasi cinayet, kışkırtma ve ırkçılık propagandası üzerine kurdu. “Vatanını ve halkını en çok sevenler” olarak, kendilerine karşı çıkabilme cesaretini gösterebilenler tez elden “vatan hainliği” ile damgalanarak (gazeteci, siyasetçi, paşa vb.) fikri ya da fiziki olarak tehdit olmaktan çıkarıldı. 31 Mart Vakasındaki gibi önce kışkırtıp daha sonra bastırdıkları için kahraman ilan edilip terfi aldıkları gibi padişah değiştirmek ya da istediklerinde ünlü Babıâli baskınında olduğu biçimiyle hükümeti devirmek İttihatçıların pratiğinde olağanlaştı. Bu dönemde hükümetler İttihatçılara dayanmadığı için, Osmanlı tarihinde hiç görülmedik bir sıklıkta istifa etmek zorunda kaldı. Sonuçta, I. Dünya savaşındaki yenilgilerinden sonra İttihatçıların, ‘onca sevdikleri’ ülkelerini terk etmekten başka çareleri kalmadı.Askeri darbe ve müdahaleler, hiçbir sorumluluk almadan siyaseti yönlendirme, siyasi şantaj, rüşvet ve korkutma yoluyla iktidarı ele geçirme, dış güçlere dayanma, kendini devletin ve milletin sahibi görme, oluşturdukları güdümlü basınla halkı yönlendirme, faili meçhul cinayetlerle muhalifleri ortadan kaldırma vb tüm yöntemler İttihat ve Terakki partisinin, TC devleti ve Neo İttihatçılara bıraktığı siyasal miras olmaktadır. Bu bağlamda Türk devletini oluşturan “güvenlik” kurumlarındaki çeteleşme olgusuna ve faşist zihniyeti ele alabiliriz.“Emniyet” Teşkilatı ve ÇeteleşmeYaşamın her alanına müdahale etme hakkını kendinde gören Türk ordusunun bu anlayışı için meşhur “her durumdan vazife çıkaran” deyimi kullanılmaktadır. Türk ordusunun Kürt ve Kürdistan gerçekliğine yaklaşımı ise ırkçı, soykırımcı ve paranoyaktır. Kürt Özgürlük Hareketi ve devrimine yönelik tutumu da aynıdır. Burada orduya bağlı Jandarma Genel Komutanlığı içerisinde illegal ve gizli bir tarzda kurulan katliam, terör ve komplo örgütü JİTEM incelendiğinde bu durum daha iyi anlaşılacaktır.Bundan daha da ötesi son yıllarda ortaya çıkan ya da çıkarılan bazı çetelerin devletin en gizli belge ve bilgilerini ellerinde bulundurduğunun anlaşılmasıydı. Daha da çarpıcı bir boyut, bu çetelerden bazılarının hükümet ve orduya dönük darbe hazırlıkları içerisinde olduğunun ortaya çıkmasıydı. 2006 Baharı’nda ortaya çıkarılan ve içerisinde polis, asker, istihbaratçı ve mafyacı bulunan “Sauna” denilen çete, Türkiye’de çete gerçekliğinin ulaştığı boyutları göstermesi açısından son derece önemliydi. Emniyet Genel Müdür vekilliği gibi çok üst düzeyde bir görevde bulunan Ertuğrul Çakır, Genelkurmay Özel Kuvvetler Komutanlığında görevli uzman Yüzbaşı Nuri Bozkır ve birçok polis, asker, istihbaratçı ile mafyacının içerisinde bulunduğu çete, önüne Ankara’daki Etimesgut askeri tesislerini işgal ederek bir darbeye zemin hazırlamayı koyacak kadar güçlü bir bileşime ve imkânlara ulaşmıştır. Yine hükümeti düşürmeyi hedefleyen çete, bunun için yoğun istihbarat çalışması yapmıştır. Başta Adalet bakanı olmak üzere birçok bakan ve milletvekili hakkında en ince ayrıntılarına kadar istihbarat çalışması yapan çete, 1959 yılında Kıbrıs’ta faaliyet gösteren Özel Harp Dairesi ve Gladio’ya bağlı Türk Mukavemet Teşkilatı’nın adını da kullanmıştır. Diğer taraftan son yıllarda her tarafta sivil toplum örgütleri adı altında mantar gibi biten fakat aslında paramiliter bir karaktere sahip ve kendilerine “ulusalcı” diyen gruplarla da ilişkilenmiştir. Çetenin ilişkili olduğu kişiler arasında mafyacı sözde sanatçı İbrahim Tatlıses de var. Sauna çetesine benzer “derin” başka bir çete de Mayıs 2006 tarihinde deşifre edildi. Atabeyler denen ve asker yoğunluklu olan bu çetede de devletin en gizli belgelerinden sayılan Milli Güvenlik Siyaset belgesi dâhil birçok belge bulundu.Diğer taraftan Türkiye’de yargı, mafya ve çete yapılanmalarıyla da iç içe geçmiştir. Buna çarpıcı bir örnek yine 2006 yılında yaşandı. Türkiye’de en üst yargı kurumlarından olan Yargıtay’ın Başkanı Eraslan Özkaya’nın MİT'çi Kâşif Kozinoğlu'na, çetebaşı mafyacı Alaattin Çakıcı dosyasına ilişkin bilgi verdiği ve bunun karşılığında maddi çıkar sağladığı basına yansıdı. Bu olaya Yargıtay Genel Sekreter Yardımcısı Ercan Yalçınkaya'nın ismi de karıştı. Burada çarpıcı bir diğer boyut ise Yalçınkaya’nın polislikten Yargıtay görevine kadar yükselmesidir. 1990'da komiser yardımcısı olarak Ankara Emniyet Müdürlüğü İstihbarat Şubesi'nde göreve başlayan Yalçınkaya, 2 yıllık görevi sırasında Ankara Hukuk Fakültesi'ni bitirdi. 1993'te Başbakanlık Kanunlar Kararlar Dairesi'ne getirilen Yalçınkaya, Başbakanlık Müşaviri olarak da görev yaptı. DYP lideri Mehmet Ağar'ın Adalet Bakanlığı döneminde Müsteşar Uğur İbrahim Hakkıoğlu tarafından Yargıtay Tetkik Hâkimliği'ne atandı. Sonra da genel sekreter yardımcılığına kadar yükseldi. Bu hukuken gelişmiş bir durum değildir. Türkiye’de çete odaklarının, devlet kurumları içerisinde nasıl hukuk dışı yollarla ve kestirmeden kadrolaştığının ilginç bir örneğidir ve aslında genel işleyiş de bu biçimdedir. Bir komiser yardımcısı birkaç yıl içerisinde en üst yargı kurumlarından birinin en üst sorumlularından biri olabilmektedir.Güvenlik kavramı ve kurumu her şeyden önce bütünlük ve ortak koordinasyon gerektirir. Türkiye’de ise çeteci yapıdan kaynaklı “güvenlik” kurumları alanları parsellemişlerdir. Örneğin İstanbul ile Ankara Emniyet müdürlükleri arasında sürekli bir rekabet vardır. Bu rekabet görev gereği değil rant gereği ve bunun paylaşım kavgasıdır. Emniyet kurumunun kendi içindeki bu rant savaşı kurumlar arasında daha belirgindir.Türk Emniyet teşkilatının Kürdistan’daki kirli faaliyetleri de büyük bir dikkatle irdelenmelidir. Bu faaliyetler günümüzde de tüm hızıyla sürdürülmektedir. Halka ve legal kurumlarımıza dönük istihbarat, manipülasyon, sızma ve ajanlaştırma faaliyetlerinin yanı sıra halk içerisinde de fuhuş ve uyuşturucudan tutalım çocuk istismarına kadar birçok kirli faaliyette bulunulmaktadır. Bu kirli ve yasadışı faaliyetler devlet kurumlarından hiçbirinin engellemesiyle karşılaşmadığı gibi destek de görmektedir. En fazla da yargı kurumu bunları desteklemektedir.Sonuç olarak günümüzde Türk Emniyet teşkilatı, çok çeşitli çıkar ve rant çevrelerine bağlı klik ve çete gruplarından oluşmaktadır. Kâğıt üstünde güvenlik ve emniyet gücü olarak geçen bu yapılanma toplum için tam bir emniyetsizlik ve güvensizlik kaynağı durumundadır. Bu Kürt halkı için daha fazla böyledir. Bu kurum bileşimi ve yapısıyla ırkçı ve faşisttir. Hiçbir moral ve insani değer taşımayan nitelikte ve git gide artan oranda Kürt halkı ve dostlarının düşmanıdır. Bu düşmanlığını her gün meydanlarda ve işkencehanelerde göstermektedir. Önümüzdeki süreçte Neo İttihatçı kesim ve onların örgütlediği paramiliter güçlerin olası saldırılarıyla tırmanacak olan olası bir Kürt Türk savaşında Kürt halkı açısından en fazla tehlikeli olacak kurumlardan biri de bu yapısıyla Emniyet teşkilatı içindeki çete örgütlenmeleri ve Özel Harekât Dairesidir.
TC devletinin ustaca organizesiyle yapılagelen savaşta Konstantinopoliste, Anatoliya ve Pontosta bulunan hemen hemen her Şehirde her ailede bir iki kişi muhakkak ki Kürtlerle olan savaşta öldürüldüler. Bu sayılar 40 000 ni aştı.
Artık vatan bir bütündür, bölünmez sloganlarını daha meşrulaştırmışlardı. En büyük asker bizim asker sloganlarıyla amaç herkesi Türkleştirmekti. 80 yıldı harp görmemiş hantallaşmıs bir ordu vardı. Yaşlı ve göbekli başçavuşlar, uzatmalı çavuşlar ve astsubaylar 100 metre koşamıyorlardı.

Ecevitin fatihi olduğu Kıbrıs harbini nasıl kazandılar derseniz. O bir tesadüftü. Çünkü Rumlar hazırlıksız ve silahsızlardı. Bugün ise Ortadoğuda en donanımlı orduların arasında gözde ordu durumundadır. Kendi ordusunu modernleştirme amacına ulaşmamışlar mı? Katerpil Tank parçlarını yapmıyormu? Savunma sanayii bazı modern silahların imalatını yapmıyor mu? Makina-Kimya silah üretimi yapmıyor mu? Şehirler arası yollarını otoban yapmamıslar mı?

5000 köy yakıldı, yıkıldı, Kurdistan boşaltıldı. Yoksa marmara depremini siz mi yaptınız. Yapmadıysanız ne zaman yapacaksınız. Evet biz Kürtler ne kazandık. Demokratik Cumhuriyet önermesi vede değişim, dönüşüm fetvasıyla karşı karşıyayız. Buna ancak meseleden habersiz bilinci yetersiz yığınlar inanır.

Kurdistan ulusal kurtuluş mucadelesini bitirmek için mücadeleyi en alt seviyeye kendi istemeleri doğrultusunda kültürel haklara dönüştürmek uğraşindalar. TC devleti İlamı örgütleri, hacı hoca müsvetelerini, Çete ve diğer kontraları örtülü ödenek adı altında finans ederek luşturmuşlardır. Kontr-hizbullahın mezar evlerinde yüzlerce faili mechullardan öldürülen sadece bir kısım cesetler çıktı kaybolan diğer faili mechul olan cesetler nerde?

TC devleti ne kadar aklandı? Avrupa İnsan hakları mahkemesinde TC devletinin yargılanıp cezalandırması gerekmez mi?

Ne zaman terorist devlet olarak ilan edilecek.

TURKIYE TARİHİ: Çetelerin tarihidir

TC'nin her türlü mirasını günümüzde de yüklendiği Osmanlı'nın son dönemine de sarkıtırsak, TC tarihinde, çetelerin, devlet kurmak ve yıkmaktan tutun, millet yaratıp yok etmeye kadar çok önemli misyonlar yüklendiğini görürüz . Üstelik Apo'nunki, artık sadece Türkiye'nin kullandığı bir çete değil, bölgemizde, başta Suriye ve İran olmak üzere, dünyada da birçok devletin kullanmakta olduğu uluslararası bir çete olmaya terfi etmiş bulunmaktadır. “Çete” deyip geçmeyelim... Bir ucu “Papa suikasti” ne dayanan “Susurluk Çetesi” nin yaptıkları ve yapmakta olduklarıyla ilgili bilgilerimizin, gerçeğin bir zerreciği kadar olduğu hatıralardan çıkmamalıdır.

Biz yaştakiler, iktidara aday güçlü bir muhalefetin başı olarak Bülent Ecevit'in, bu çetelerden önemli biri olan “Kontr Gerilla” aya savaş açtığını ve hemen ardından kimi provakasyon ve suikastlara maruz kaldıktan sonra, onun gücü önünde “saygı” ile eğildiğini hatırlarlar. 1977 1 Mayısı'nın Katliamı'nı yöneten Kontr-Gerillacı Alaatin'inin isim ve soy isminin, görevinin ve görev yerinin, gücünün zirvesinde bulunduğu için sol muhalefeti büyük çapta yönlendiren DİSK'e teslim edilmesine şahsen vesile olmuştum(konuyla ilgili yazım Kurdinfo'nun arşivinde duruyor). DİSK'in de bunu, zamanın hükümetine ilettiğini biliyorum. Buna rağmen, bırakınız Alaatin'in yakalanıp cezalandırılması, isminin bile zikredilmesine cesaret edilemedi, edilemiyor. O olayın şahsında, o zamandan beri biliyorum ki, TC'nin “derin” liklerindeki çetelerle mücadeleye kalkışmak, onlarla ilgili önmeli bilgileri açıklamak öyle kolay ve ucuz değildir.

A. Aslan

Ergenekon Operasyonu

AKP’nin Kapatılması Talebi, Yeşil Sermaye Ve OYAK Merkezli Çatışma
Guney kurdistanindan sınır içine çekiliş akabinde egemen klikler adeta it dalaşı ile bir birlerini yemeye başladılar.
Çekmecede tuttukları birçok dosya bugün havada uçuşuyor. Ergenekon operasyonu ne zaman gerçekleşti? Bunun zamanlaması sizce de çok ilginç değil mi? Yani, Türk ordusu Güney Kürdistan seferinde bozguna uğramış bir ordu olarak, moraller dipte bir şekilde, ölen askerleri dahi çatışma alanlarında bırakıp gerisin geri kaçarak “sınır içinde” soluğu aldıktan hemen sonra, egemen klikler arasında geçici uzlaşma bozulup kılıçlar çekilmedi mi? Eğer ki, Güney operasyonu başarılı olsaydı, Ergenekon çetesine yönelik tasfiye hamlesi gerçekleştirilebilinir miydi? Ya da en azından şimdi gerçekleşebilir miydi? Dolaysı ile Ergenekon çetesine yönelik hamlenin zamanlaması, bu açıdan çok önemli. Kaldı ki konu kapannmış değil. Büyük babalar, generaller kelleyi kurtarmak için AKP ile işbirliği önerisinde bulunuyorlar. Sıra kendilerine gelince her yol mubah...

TC DEVLETI VE ATASI

Türk devlet’inin temeli sahte.

Atatürk dedikleri ve Türk devletinin kurucusu olarak tanıttıkları kişinin ölüm tarihi ve saatı da sahte çıktı. Atatürk 10 Kasım’da ölmemiş ve 9’u 5 geçe tamamen uydurmadır. Tarihçi Ahmet Almaz, Atatürk’ün Nöbet Defteri adlı kitaptaki belgelere göre Atatürk 10 Kasım’dan önce ölmüştür diyor. Ahmet Almaz’ın sözünü ettiği kitap, Türk Tarih Kurumu tarafından 1955 yılında yayımlanmış ve resmi belgelere dayanıyor. Atatürk’ün ölüm saati’nin sahte olduğu zaten daha önce tartışılmış. 9’u 5 geçe mesai saatı olduğu için ve uygun gördükleri için Atatürk’ün ölüm saatı olarak uydurulmuş.
Haber Vitrini adlı site’nin yayınladığı habere göre Ahmet Almaz, "Atatürk'ün Nöbet Defteri adlı kitapta yer alan resmi belgeler Ata'nın 10 Kasım'dan önce öldüğünü gösteriyor" dediğini yazıyor. Ahmet Almaz kitab’ın Türk Tarihi Kurumu tarafından 1955 yılında, Özel Şahingiray tarafından hazırlandığını ve resmi belgeleri içerdiğini söylüyor. 1 Kasım 1931 ile 10 Kasım 1938 tarihleri arasında yaşadıklarını not düşen kitapta; Atatürk'ün ne zaman uyandığından nelerle meşgul olduğuna, nereye gittiğine, kimlerle görüştüğüne ve ne zaman yattığına kadar her türlü detay veriliyor.
Ahmet Almaz, 14 Ekim 1938 tarihinden itibaren tutulan notlarda ciddi boşluklar olduğunu söylüyor. Almaz, "Bu tarihten itibaren tutanakları incelediğimizde, Atatürk'ün yalnızca uyanma ve yatma saatlerini görüyoruz. Üstelik onlar da her gün kayda geçmemiş. 5 Kasım'dan sonrasıysa hiç yok. Tüm bunlar bize Ata'nın daha önce öldüğünü gösteriyor" diyor.
Atatürk’ün ölüm saatı olarak kabul edilen 9’u 5 geçe’nin uydurma olduğu ve bu konuda şüphelerin olduğu ve 09:05’in doğru olmadığını yazanlar olmuş. Sabah Gazetesi yazarlarından Savaş Ay karşı çıktığı bu iddiayı şöyle alıntılamış.
"Atatürk aslında saat 09:05'te değil, gece yarısı saat 02.00, 03.00 sularında ölmüştür. Yönetenlerce, ileride yapılacak anma törenlerinde sıkıntı doğmasın diye, ölüm saati çalışma saatleri içine çekilmiştir."
Türk devletinin herşeyi sahte ve yalana dayanıyor. Herşey kurgulara dayanıyor ve insanların kandırılmasına dayanıyor. Türk milletini kurmak için yalan söylemek ve uydurmakta oldukça mert davranmışlar ve işi yalan uydurmak olan Türk Tarih Kurumu, Türk Dil Kurumu gibi kurumlar kurmuşlar.
Şimdi Atatürk’ün ölüm tarihinin bile sahte olduğu ortaya çıktıkatan sonra insanlar nesine inanacak bu devletin?

donderdag 20 maart 2008

İbrahim GÜÇLÜ

Sivil ve asker bürokrasiye teslim AK Partiyi vurdu… Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı AK Partinin laikliğe aykırı eylemlerinden dolayı Anayasa Mahkemesinde kapatma davası açmış durumda. Bu kapatma davası karşısında, AK Parti ve taraftarı basın, liberal aydınlar büyük bir şaşkınlık ve panik içindeler. Bunların neden panik ve şaşkınlık içinde olduğunu, aklı başında olanlar ve ben de anlamakta zorluk çekiyorum. Olan gelişme, T.C-nin yapısal üniter, ulus ve totaliter devlet yapısına bir uygunluk içinde olduğu kadar, “ne ekersen onu biçersin” doğal yasasına da bir uygunluk içinde yürümekte olduğu görülmelidir. Kürt ulusunu yok saymak, bütün haklarının gasbını sağlamak, ulus olarak diğer uluslarla ve Türk ulusuyla hak eşitliğine sahip olmasını engellemek, Kürdistan Federe Bölgesini yıkmak için: Evrensel ölçülere uygun demokratik bir toplum ve devlet yapılanmasını engellersen, Kürtlere karşı asker ve sivil bürokrasi ile uzlaşırsan, sonuçta o silahın seni vuracağını bilmen gerekir. AK Partiye karşı olan da budur. AK Parti, Kürdistan Federe Bölgesindeki askeri saldırı ve igal eylemi girişiminden sonra, genelkurmay başkanlığının stratejik müttefikleri CHP ve MHP ile kapışmalarından sonra büyük keyif duymakla kalmamış, postu kurtardığını zanetmiştir. Oysa bilnmeli ki, asker ve sivil bürokrasinin değişmez ve mutlak iktidarı, kendisi dışında hiç kimseye dost ve arkadaş olmadığı bilinmelidir. Bir kez daha ortaya çıktı ki, T.C Devleti, asker ve sivil bürokrasinin devletidir. Asker ve sivil bürokrasinin kurumları hem birlikte, ya da ayrı ayrı devleti yönetmektedirler. Açık askeri yönetimlerde, darbeler döneminde, asker ve sivil bürokrasi birlikte, yargı askeri bürokrasinin demir ökçesi görevi görmüştür. Sivil olmayan sivil dönemde yargı, asker ve devlet iktidarının sopası olma fonksiyonunu her zaman yerine getirmiştir. AK Parti hakkında yargının yaptığı işlem, bu denklemin devamıdır.Ak Parti hükümeti ve meclis üyelerinin, geçmişte HAK- PAR ve DEHAP, yakın zamanda DTP hakkında Anyasa Mahkemesinde dava açılmasına göz yumdukları, hatta davanın açılması için teşvik edici oldukları zaman başlarına da bu belanın sarılacağını tarihi okuyarak görmeleri gerekirdi. Ama ırkçı milliyetçilik, kolonyalist hırs bunu görmelerine engel oldu.Bu nedenle, AK Parti ve taraftarlarının sadece kendileri ve Türk ulusu için demokrasiyi savunmaları, Türkiyede gerçek anlamda bir denokratikleşmeye yol açmayacaktır. Standartsız ve evrensel ölçülere uygun bir demokrasinin sistemleştirilmesi, Kürt ulusal sorunun çözümünün sağlanması ile olanaklı olacağının görülmesi, bunun için çalışma yapılması gerekir. Bilinen bir şey var ki, Türkiyede demokrasinin olmazsa olmaz şartlarından biri, Kürtlerin Türkler ve diğer uluslar kadar hak sahibi olmasıyla olanaklı olacaktır.Bütün bunları düşünürken ve yapmaya uğraşırken, AK Parti hakkında açılmış olan kapatma davasına kayıtsız-şartsız karşı çıkılmalıdır. Biz Kürtler, daha fazla karşı çıkmalıyız. AK Partiniin konumu ve Kürt ulusal sorununa karşı yaklaşımı, Kürdistan Federe Bölgesine karşı olan düşmanlık siyaseti, bizim gerçek evrensel demokrasinin ahlakına uygun davranmamızı engellememelidir.AK Parti ve tarftarlarının, tekçi düşünen liberal aydınların çoğulcu demokrasi ve Kürt ulusal sorrunun çözümünde Kürt örgütlerine, aydınlarına, kanat önderlerine kulak vermeleri, onlarla birlikte çözüm önerilerini düşünmeleri gerekir. Bu bağlamda, Sayın Ertuğrul Mavioğlunun son dönemlerde Radikal Gazetesinde tümüyle olmazsa bile Kürt siyasetçilerinin ve aydınlarının yayınladıkları görüşlerine, daha başka alanlarda ve yayın organlarında dile getirdikleri görüşlerine kulak verilmelidir. ********O yazı serisinde dile getirdiğim ve tümüyle yayınlanmayan görüşlerimi, asgari ortak noktalar olarak sunmayı, AK Parti hakkında kapatma davasının açıldığı, devlet yapısının ve demokrasinin yeniden hararetle tartışma gündemine geldiği bu aşamada aktarmayı uygun görüyorum. Kürt ulusal sorunu: Kürtlerin Türklerle haklar açısından eşitlenmesi ve siyasal temsil hakkının sağlanması ve federal bir sistemle çözülebilir…Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş felsefesi, tek ulusa, tek resmi ideolojiye, tek din ve mezhebe, tek sınıfa ve sosyal tabakaya asker-sivil bürokrasiye dayalıdır. Bu tekçi ve totaliter devlet paradigması, ulusal-etnik, sınıfsal-toplumsal, felsefik-ideolojik, dinsel-mezhepsel çoğulculuğu red ederek var olmaya çalışmıştır. Bu paradigma gereği, Kürt ulusunun varlığı inkar edilmiş, Kürt ulusunun asimilsayonist soy-kırımı starejik olarak benimsenmiş, bireysel ve kolektif hakları tümden gasp edilmiştir. Çoğulculuğun diğer unsurlarına da hayat hakkı tanınmamış, yapılanmada onlar da hesaba katılmamıştır. Bu nedenle, evrensel parametrelere sahip bir demokrasiyi yapılandırma olanaklı olmamıştır. Türkiye ulusal ve etnik anlamda da çoğulcu bir toplum olduğundan, demokrasisi bu çoğulcu unsurların haklarını ve temsillerini bünyesinde sentezleştirecek kapsamda yapılanması gerekirken, bunu yapamamıştır. Bu tekçi ve totaliter devlet yapısının dönüştürülmesi, Kürt ulusal sorununda kapsamlı bir çözüme ulaşmak için:* Türkiye'de köklü bir zihniyet değişikliği gerekmektedir. Türkiye'deki devlet ve toplum paradigmasının, Türkiye'nin ulusal-etnik ve diğer renklerdeki çoğulculuğuna göre yeniden yapılandırılması için radikal reformcu/değişimci, eşitlikçi, Kürtlerle Türkleri haklar açısından eşit gören bir toplumsal konsensusun oluşturulması gerekir. Bunun için, üniter tekçi ulus devlet paradigmasının değişimi konusunda bir ön niyetin belirlenmesi ve yeni devlet/toplum paradigmasının oluşturulması üzerinde bir çalışma yürütülmesi gerekir. * Birleşmiş Milletler Evrensel Beyannamesinde ve diğer uluslararası sözleşmelerle saptanan ve tüm dünya ulusları için de geçerli olan "ulusların kendi kaderlerini kendilerinin tayin etmesi" ilkesi ve kolektif haklar konsepti benimsenmelidir.* Üniter tekçi ulus devleti, Kürt ulusunun geleneksel red ve inkar politikasına hızla son vermeli, anayasada ve genel hukuk yapısı kapsamında Kürtlerin ulus ve topluluk olarak varlıkları kabul edilmelidir.* Kürtleri de içselleştiren, yeni bir devlet yapılanması gerekir. Bu yeni devlet, uluslar, ideolojiler, sınıflar-toplumsal gruplar, dinler ve mezhepler üstü, federal bir devlet olmalıdır. Bu bağlamda da, Kürtlerin kendi partilerini, diğer temsili kurumlarını, en önemlisi de Kürtlerin iradesini temsil eden meclislerini ve yürütme organını ortaya çıkarması için anayasal düzenleme yapılmalıdır.* Kürt dili resmi, eğitim-öğretim dili olmalıdır. Kürtçe radyo ve televizyonların kurulması, Türklerle eşitliği sağlayacak şekilde düzenlenmelidir.* Bu bağlamlarda, yeni anayasanın gündemde olduğu bu aşamada, hazırlanan anayasa taslaklarının: Yeni sayılması, Kürt ulusal sorunun çözümlenmesinde bir yeni toplumsal sözleşme olması, Kürtlerin bireysel ve kolektif haklarına kavuşmasına yardımcı olması için yeterli değildir. Türkiye'deki çoğulcu toplumsal gerçekliğe bağlı olarak, ulusal-etnik toplulukların, tüm vatandaşların yeniden karşılıklı hak ve özgürlüklerini tayin edecek, devleti özgür vatandaşların iradesi ile yeniden yapılandıracak ve tanımlayacak, Kürtlerin de taraf kabul edildiği yeni bir anayasaya ihtiyaç var. * Türkiye'nin Kıbrıs Türkleri, Kosova, Karadağ, eski Sovyetler Birliğindeki ulusların devletleşmesi karşısında gösterdiği ilkesel yaklaşımı, kendi Kürt ulusal sorununa göstermesi halinde, sorununu çözmesi için kapsamlı proje oluşturması olanaklıdır.

Merîh Nergîs

Sinoplu filozof Diogenes, güpegündüz elinde fenerle Atina sokaklarında insanlar arar ve bulamadığını söyler. Elbette Diogenes’in bu yaptığına çoğu kişi delilik damgası yapıştırabilir pekâlâ; oysa filozof Diogenes’in söylediği ironidir sadece. İnsanı bulmak için nereye bakacağız peki? Körleşen bir dünyada insanı aramaya, gecenin gündüze “hayır” dediği yerde başladım.(A) ve ilk kez hayır deyip, evcilleşmeyen ilk ayrılığı, Lilith’i gördüm. Aşağıdaki diyalog İbrani mitolojisine göre, Adam ile ilk eşi Lilith arasında geçer: “Tanrı ilk insanı yarattığında şöyle konuştu: ‘Erkeğin yalnız olması iyi bir şey değil.’ Ve ona topraktan bir eş yarattı adı Lilith olan. Kısa süre sonra birbirleriyle kavga etmeye başladılar. Lilith : Ben senin altında yatmak istemiyorum.Adam : Ben senin altında değil üstünde yatmak istiyorum; çünkü sen altta kalan olmayı hak ediyorsun ve ben üstün olmayı hak ediyorum.Lilith : İkimiz de eşitiz; çünkü ikimizde topraktan yaratıldık.(Ve her ikisi de birbirlerini anlamayı reddettiler.)Adam : Dünyanın tanrısı, bana verdiğin kadın benden kaçtı.(Tanrı, Lilith’in peşinden meleklerini gönderir ve Adam’a şöyle seslenir.)Tanrı : Geri dönmek istediği takdirde, tamam; şayet istemezse her gün yüz oğlunun ölümüne şahit olmayı göze almalıdır.”(1)Yaşama ve egemen düşüncelere karşı ilk “hayır” burada söylendi. “Hayır”ı söyleyen kadındı ve kadın kimi mitolojilerde kötülük olarak görüldü. Belki de elinde taşıdığı kutuya umudu hapsedip, zamanla bunu neştere çevirdiği içindi. Hesiodos, “İşler ve Günler” adlı eserinde kadının yaratılışını tanrıların insanlara verdiği ceza olarak yazar: “Eskiden insanoğulları bu dünyada dertlerden, kaygılardan uzak yaşarlardı, bilmezlerdi ölüm getiren hastalıkları. Pandora kutunun kapağını açınca, dağıttı insanlara acıları, dertleri. Bir tek umut kaldı dışarı çıkmadık kapağı açınca dert kutusundan. Umut tam çıkacakken Pandora kapamıştı kapağı, böyle istemişti Bulutlar devşiren Zeus. O gün bugündür insanların başı dertte.” (2) Pandora, bütün tanrıların armağanı demek, Olympos’un tanrıları, insanların başına bela etmek için yaratmış onu. Eline verdiği kutuya da umudu hapsetmiş tanrılar. Sanırım bunun için Nietzsche, “Umut işkenceyi uzatır.” Diyor; ama umut kutuda kalmasaydı, yaşama ne kadar katlanabilirdik ki? Lut peygamberin karısı tanrıya karşı geldi, dönüp yerle bir olan Sodom-Gomora’ya son kez baktı, buna sinirlenen tanrı ise onu tuzdan heykele çevirdi. Zamanla kadının bu başkaldırısını kırmak için “dönüp bakarsam, taş olayım” deyimi işlendi belleklere, bu deyim daha sonra korkuya dönüşerek Sodomist kültürden(B) beslen nihilizmin de ilkesi haline geldi.Dante Alighieri “İlahi Komedya”da, cehennemin kapısında Latin şairi Virgilius ile karşılaşır, cehennemi ve Araf’ı Latin şairle dolaşır(C). Araf’ta ilham perisi Beatirce’i beklerken, şöyle seslenir. “Dedim ki; ben o kişiyim ki, sevda esin verince kaleme sarılırım, onun yüreğime yazdıklarını aktarırım.”(3) İlk çöküşle Aden bahçesinden kovulan kadın, Gomora da tuzdan heykele dönüşmüştü ve ilk kez yurdundan kovulan bu kadını Dante kendi yurduna geri götürdü.Şiddet ve korkuyu elinde tutan erkeğe ise Araf’ta bekleyip cehennemde dolaşmaktan başka çare kalmadı. Kutuda unutulan umudun peşine düşen erkek, şiddete her başvurduğunda taşlaştığını hiç fark etmedi. F.Kafka ise, sevgiyi neştere benzetiyor: “Bak Milena, en çok seni seviyorum diyorum; ama gerçek sevgi bu değil belki, sen bir bıçaksın, ben de durmadan içimi deşiyorum o bıçakla dersem, gerçek sevgiyi anlatmış olurum belki.” (4)Kadın, İbrani mitolojisinde evcilleşmeyen ayrılık, Antik Grek’te ceza, Aden`de yalnızlık, Sodom- Gomora diyarında tuzdan heykeldi. Her yerde tanrının öfkesiyle sınanıp, gazaba uğrayan Eyüp sabrı(D) ve meçhule giden gemilerin içinde evcilleşmeyen umuttu, onlardı yalnız ve üşüyen ruhlarını, sonsuz sevişmelerle örs tezgâhına bırakıp giden. Her ilişkinin doğasında, ontik bir yalnızlık vardır. Bir de, her ilişkinin bir “akıl çağ“ı, bir “yaşanmayan zaman“ı, bir de “yıkılış zaman”ı vardır(E). Cennetti, Arafı ve Cehennemi vardır. Bu süreç hiç değişmez. Belki de insan olmayı olanaklı kılan da bu üçlemedir. Bu üçlemeler ise, ruhumuzun ve bedenimizin kopmaz parçalarıdır. Bunlardan hangisinde yaşamayı seçeceğimize biz karar veriyoruz, ya cehennemi ya Araf’ı ya da cennetti seçiyoruz.Kafka, sevgiyi neşter yapıp onunla damarlarını kanatıyor. Nietzsche, umudu işkence gibi yaşıyor. Her ilişkimizde karşılıklı kaybolmayı da karşımızdakinin yüreğini neşterle deşip orda değer harcamayı da biz seçiyoruz. Bazen, elli tetik çekenlerin, yanlarında yatan sıcak bedene dokunduklarında o elin ve o sıcak bedenin, neler hissettiğini çok merak ediyorum doğrusu. Acaba o sıcak beden biliyor mudur ki o elin bir zamanlar vahşet saçtığını ve şimdiyse neşter gibi ruhunu delmeye geldiğini. Biliyorum ne tetik çekenler ne de tetik çekmeye gidenlerin dünyasında bu sorular hiç olmadı ve belki de hiç olmayacak; ama biliyorum, belleği olsaydı utanırdı o el ve lanetlerdi kendini taşıyan o katil ruhu.Kaldırımlara, günbatımına, yıldızlara ruhlarını gömenler: Gelin uçuruma bir daha atlayın. Yanınıza aşkı, cesareti, bir de sevgilinizin sıcak bedenini alın. Ölüm anında, yeryüzünde kalan bilincin haykırışına da kulak verin. “Ben Şindar’ım.(F) Timur’u, İskender’i gördüm. Asırlarca bağrımı deşti hain pusular, kardeş katilleri. Kabil yurdunu arar, bağrı kanla deşilmemiş topraklarda kaybolmak ister. Yusuf kör bir kuyu değildir ruhumda. Bir zamanlar mağaraydım. Zerdüşt’ün yurduydum. Güneşin doğusundan gelip, batıda yarım kalan bir dünyanın içinde, taş olmak isteyen ne çok çığlıklar var hâlâ, Dili çalınan, mutfağı tarumar edilen, renkleri kaybolan, biliyorum sizdiniz Mezopotamya’dan sürülen, Anadolu’da, Kaf dağına zincirlenen. İnsan bir serüvendir bunu unutmayın. Ararat’a bakın, orda kaldı son kalıntılarınız. Dicle olun, Fırat olun; çünkü kalbiniz Aden’dir hâlâ Ve kadınlar: Baskıdan yeni çıkmış kitap kokusudur, ilkbaharda yaprak yeşili, sonbaharda kızıla boyalı düşleriyle İbrani’de evcilleşmeyen ayrılık, Grek’te ceza, Aden’de yalnızlık, Gomora ülkesinde tuzdan heykel; ama onlar olmadan da dünya hiç dönmedi. Merih NergisDip Notlar: A. Gece, Arapçada laila demek, sanırım laila kelimesi Lilith’ten geliyor. Çin mistisizminde ise yaşam gücü olan Chi, iki enerji akımı olan Yang ve Yin’den oluşur. Yang erkeği, yani gündüzü, Yin ise geceyi temsil eder. Ölüm ve yaşam, pozitif ve negatif gibi.B. Batı düşüncesi ilk düşüşü Adam’ın cennetten kovulmasıyla başlatır. Sodomist Kültürün ise bu düşüşün en uç noktası olduğuna inanıyorum. Kitabı Mukaddes’te Sodom-Gomora halkının yaşam tarzı. C. İlahi Komedya’da Latin şairi Virgilius, İsa’dan önce yaşadığı için cennetti görmekten mahrum bırakılmıştır. Dante Tarafından. D. Eyüp Peygamber, tanrının üzerine gönderdiği bütün felaketlere ve acılara sebatla katlanarak yazgısını yenmiştir.E. J.P.Sartre, “Özgürlüğün Yolları” adlı üçlemesinde kahramanı Methiue’nun üç zamanını anlatır. Akıl çağını, yaşanmayan zamanını ve yıkılışını. F. Şindar mağarası, Mezopotamya’nın kuzey doğusunda yer alır. Rivayete göre 44.000 yıl önce, bir kış gecesi yedi kişilik bir aile bu mağaraya sığınır. Mağaralar bilgelerin ve peygamberlerin transa geçip vahdeti vücut’a, nirvanaya ulaştıkları yerdir aynı zamanda da kadınların rahmini simgelediğine inanılır. Kaynaklar: 1-Vera Zingsem, “Lilith”, İlya İzmir Yayınevi.2-Hesiodos, “İşler ve Günler”3-Dante Alighieri, “İlahi Komedya”4-F. Kafka, “Milena’ya Mektuplar”

woensdag 19 maart 2008

Murad Kacmaz

Kuzey Kürdistan'da siyasetin bugün en önemli sorunlarından biri, siyasete ve örgütlenmeye olan ilgisizliktir. Kürt halkı yakın tarihinin en ciddi ve en derin örgütsüzlüğünü yaşıyor. Genel olarak siyasetten, özelde devrimci örgütlü siyasetten kacış var. Rejimin ve sermayenin sivil toplumunun çeper ya da taban örgütlenmesi olarak sivil toplum örgütleri siyasi örgütlenmeye alternatif olarak öne cıkarılıyor. Rejim ve sermaye bunu amaclı yapıyor. Kimi Kürt Liberal aktörlerde, bilerek, bilmeyerek, bireyi öne cıkararak bu amaca hizmet ediyor.Ulusal özgürlük ve Sosyalizm davası, örgütlü, siyasal mücadele olmadan başarılamaz. Newroz'da sürdüreceğimiz propaganda ile halkı, işçi emekçi yığınları, örgütlü saflarda mücadeleye çağıralımBİRLEŞİK BİR SİYASİ İRADENİN YARATILMASIKürt halkının ulusal özgürlük mücadelesinin başarıya ulaşmasının temel koşullarından biri tüm farklılığıyla ulusal demokratik güçlerin birliğini sağlamaktır. Kuzey Kürdistan'da son aylarda <> adıyla birlik çalışması geliştirilmektedir. Bu birliği geliştirmek, adım adım, büyütmek sorumluluguyla yüzyüzeyiz. Halıhazırda içerisinde yer almayan siyasal dinamikleride birliğe çekerek, birleşik bir siyasal iradeye doğru bu adımı güçlendirmeliyiz.

Hainler Ülkesi

Her dilde insanları ve toplumsal grupları yüceltmek veya aşağılamak için kullanılan sıfatlar vardır. Dünyanın egemen güçleri, kendilerini yücelten, karşısındakileri ise aşağılayan bu sıfatları ustaca kullanırlar. Türkçe’de kullanılan hain kelimesi, bu olumsuz sıfatlardan birisidir..
Osmanlı sultanlarına göre, Kemalistler başta olmak üzere, monarşiye karşı çıkan herkes hayindi.
Kemalistlere göre ise, tüm Osmanlı sultanları hayindi.
Osmanlılarda, İngiliz yanlısı vezir-i azamlara göre, Alman yanlısı vezir-i azamlar hayindi. Fransız yanlılarına göre ise, hem İngiliz hem de Alman yanlısı olanlar hayindi.
Kemalistlere göre, TC’nin kuruluş sürecinde değerli çalışmalar yapan Demirci Efe ve Çerkez Etem gibi insanlar hayindi.
Türk komutanlara göre, can korkusu nedeniyle cepheden kaçan askerler hayindir.
Ağa, bey ve kapitalestlere göre, tarla, atelye ve fabrikalarında çalışan emekçiler, durumundan şikayetçi oldukları, zam istedikleri veya greve gittikleri için hayindirler.
Çok partili rejime geçtiğimiz 1946 tarihten itibaren, CHP ye göre DP’liler, DP’ye göre de CHP’liler hayindi.
Sağcılara göre solcular ülkeyi Moskova, solculara göre da sağcılar ülkeyi Amerikaya satan hayinlerdi.
Sovyet yanlısı komünistlere göre Çin yanlıları, Çin yanlısı komünistlere göre de Sovyet yanlıları hayindi.
Türk yöneticilerine göre, Türk olmayı kabul etmeyen tüm Kürtler hayindir.
Türkiye’yi yöneten Kemalistlere göre, Atatürk ilke ve inkılapları doğrultusunda idare edilen düzeni eleştiren herkes hayindir. Yani, TC yurttaşları içinde Kemalistlerin haricindeki herkes hayindir.
Geçenlerde Türk Genel Kurmay Başkanı Büyükanıt Paşa, sivil Kemalistlerin de hayin olduklarını ilan etti. Böylece, Kemalist Türk ordusunun fiyaskoyla biten Güney Kürdistan saldırısını eleştiren sivil Kemalistler de hayin olduklarını öğrenmiş olduk. Yani son duruma göre, Türkiye’de sadece üniformalı Kemalistler hayin değiller.
Türk ordusundaki Kemalist subay ve astsubay sayısı ne kadardır bilemiyorum. Ama bu sayı, 70 milyon insan içinde denizde damla gibi bir şeydir.
Bu durum karşısında, Türkiyeye hayinler ülkesi demek bir abartı olmasa gerek.
Gelin kendilerinden başka herkesi hain ilan eden bu bir avuç üniformalı Kemalistlerin durumuna bir bakalım. 75 yıldan beridir durmadan, bu ülkeyi bu milleti biz kurtardık diye nutuk atan bu zat-i muhteremler, milyonlarca kilometre karelik toprağı başkalarına kaptırdılar. Günümüzde herkesin ağzını sulandıran Musul ve Kerkük petrollerini, 2 bin Sterline İngilizlere sattılar. Anti Sovyetçilik nedeniyle ülkeyi emperyalizmin taşaronu haline getirdiler. Kore’ye yolladıkları alayın yarısından fazlasının ölümüne neden oldular. Ülkelerinin başbakanını, bakanlarını idam ettiler. Kıbrıs savaşında bu adamların yönettiği hava kuvvetlerinin uçakları, kendilerine ait deniz kuvvetlerinin bir destroyerini batırdılar. Kürtleri yok etmek için, ülkenin kaynaklarını tanka topa tayyareye sarfettiler.Uçan kuşa bile borçlandılar. Listeyi uzatmaya gerek yok.
Eminim gün gelecek birileri çıkıp, bu üniformalı Kemalistlerden hesap soracaktır. O zaman gerçek hayinlerin kimler olduğu ortaya çıkacaktır.

Yılmaz Çamlıbel

Kemal Burkay

Canım tepki göstermek istemiyor

Yargıtay Başsavcısı AKP hakkında, laikliğe aykırı odak haline gelme suçlamasıyla kapama davası açmış...
Şimdi başta AKP ve yanlıları ateş püskürüyorlar. Altı yıldır ülkeyi yöneten ve yüzde 47 oy almış bir partiye yönelik nasıl yapılır bu, diyorlar. Başsavcıyı hukuksuzlukla suçluyor, görevden alınıp yargılanmasını istiyorlar.
Öteden beri parti kapamaya karşı olan liberal aydınlar da, son dönemde AKP’den sovumuş olmalarına rağmen tepki gösteriyorlar.
ABD ve Avrupalılar da tepki gösteriyor...
Benim canım tepki göstermek istemiyor!
Oysa ilke olarak parti kapatılmasına karşıyım. AKP’yi kapatmak isteyenlerin laikliği bahane etseler de, gerçekte bizzat kendilerinin laik olmadıklarını biliyorum. Laiklik konusunda geçmişte çok yazdım.
Bu ülkede Milli Eğitim Bakanlığı büyüklüğündeki Diyanet İşleri Teşkilatı’nı, yani bu Sünni İslamın örgütünü AKP kurmadı. Yüzlerce imam-hatip okulunu da. İlahiyat fakültelerini, yüksek islam enstitülerini de. Bu okullarda okutulan Sünni İslamdır. Zorunlu din derslerini de okullara AKP koymadı. Bu derslerde okutulan, öğretilen de Sünni İslamdır.
Bu ülkede, Sünni Müslüman olmayan, aslında ne denli Müslüman oldukları da tartışılır Aleviler (çünkü bir bölümü bu inancı ayrı bir din sayıyor), yüz bin personelli bu Diyanet İşleri Teşkilatı’nın, bu imam-hatiplerin, İslam enstitülerinin vs. masraflarını öderler. Hıristiyanlar, Yezidiler, ateistler de... Yine tüm bunlar okullarda, zorunlu din dersleri eliyle zorla Müslümanlaştırılmak istenirler.
Böyle bir ülke nasıl laik sayılabilir?
Cumhuriyetin başından beri gelen geçen hükümetlerin, yönetimde rol alan partilerin bunda payı var. En büyük rol de sivil-asker Kemalistlerin.
Bunların tümü de Türk-İslam sentezi politikasına en az, ne idüğü belli MHP kadar hizmet ettiler.
Şimdi de AKP bu sistemi, yani bu mirası savunuyor. Neden savunmasın, sistem tam da onun gönlüne göre... Bunun içindir ki, örneğin zorunlu din dersini bile, AİHM’nin ve Danıştay’ın kararına rağmen kaldırmaya yanaşmıyor.
Sonuç olarak ne AKP’ye diş bileyen ve onu kapamaya çalışan Kemalistler laik, ne AKP; al birini vur ötekine!
Bazıları, Başsavcı’nın istemini hukukun siyasete müdahalesi, yargının siyasallaşması diye niteliyorlar. Yüksek yargı organlarının kimi kararlarına bakıp bu ülkede hukuk kalmadığını söyleyenler de var.
Ben de aynı kanıdayım. Bu görüşümü de yıllardır dile getiriyorum. Bu ülkede hukuk yok. Daha birkaç ay önce “Hukuksuz Yargı, Bilimsiz Üniversite” başlıklı bir yazı yazdım. Bu ülkenin adına “yüksek” denen yargı organları, hukuku katletmekte herkesten önde geliyorlar. Onlar çoktandır ki iktidar kavgasının bir parçası, statükonun bekçisi, militarizmin yandaşı. Onlar da aynen anlı sanlı bir sürü prof. gibi generallerin önünde sıraya dizilip brifing almışlar...
Peki ama, şu ikide bir mazlum rolüne soyunan AKP neyin nesi? Bay Erdoğan ve ekibi ne zaman hukuk tanıdılar, ne zaman demokrat oldular?
Bu ülkede yıllardır siyasi partiler kapatılır. Faşist oldukları, şiddete başvurdukları için değil. Ya sosyalist oldukları, ya da Kürt sorunundan söz ettikleri için. Erdoğan ve ekibi ne zaman buna itiraz etti?
Siyasi Partiler Yasası’nda, siyasi partilerin toplantılarında Türkçeden başka dil kullanılamaz deniyor. Aynı yasada, bir siyasi parti bu ülkede Türk dili ve kültüründen başka bir dil ve kültürün varlığını ileri süremez diye hüküm var. Bu ülkede bir parti sözcüsü, yanındakilerden Kürtçe su istedi diye yargılanıyor; durum bu kadar komik. Durum böyleyken, AKP ne zaman Siyasi Partiler Yasası’nı demokratikleştirmek için adım attı?
Demek ki AKP, şu anda dokunmadığı tuzaklara takılmış, temizlemek istemediği mayınlara basmıştır.
Daha kısa süre önce DTP aleyhine de kapama davası açıldı. Aynı günlerde Erdoğan, “PKK’ya terörist demedikçe DTP yöneticileriyle görüşmem” diye efelendi. Türk ceza hukukunda bile “kimse görüş ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz,” diye hüküm varken... Bu, sistemin kapamaya çalıştığı DTP’ye, bir tekme de kendisinin vurması değil miydi?
AKP Şemdinli Savcısı’na karşı tutumuyla, hukuku boğanlarla aynı safta yer almadı mı?
AKP sivil anayasa girişimini neden bir yana attı? Hadi o zor diyelim, bir 301. maddeyi kaldırmayı da mı beceremezdi?
Erdoğan ve ekibi 22 Temmuz seçimlerinden sonra ise, militarist kesimle arayı dizmek için sistemle tam bir uyum içine girdi. O, Kürt sorununda en basit talepleri bile “bekâra karı boşama” olarak nitelendiriyor. Ne demokrasi umurunda, ne özgürlükler, ne hukuk...
Erdoğan, son kapama davasını bile, “oylarımız yüzde elliyi geçer” diye değerlendiriyor, yani sistemi demokratikleştirmek için çaba harcamazken, baskıları bir kez daha sömürmeye çalışıyor. Oyun yüzde seksen olsa ne Olacak, Sayın Erdoğan, iktidar olamadıktan sonra? Bu haksız, baskıcı, zalim sisteme payanda olduktan sonra? Senden öncekilerin tıpkısı olduktan sonra?..
Hem, bu pervasızca ikiyüzlü politikaları gördükten, senin sistemle bir güzel uzlaştığına tanık olduktan, senin de ötekilerden farkın olmadığını fark ettikten sonra, bu halk neden her keresinde sana oy versin? Kitleler ne bekler senden?..
Sen özgürlük ve demokrasi isteyenlerin yanında değilsin ki onlar da her dar günde senin yanında olsunlar.
Onun için, benim de bu kapama davasına karşı canım yazı yazmak istemiyor...
Ha siz ha onlar; yaptığınız bir iktidar tepişmesi, ne haliniz varsa görün! Umarım bu köhne gemiyi elbirliğiyle batırırsınız.
Biz Kürtlerin ve solcuların gücü ne devrimle, ne devrimsiz ülkenin kaderine el koymaya ne yazık ki yetmiyor. Yıllardır darbelerle, kahramanlık türküleriyle, cennet cehennem masallarıyla sersem tavuğa çevirdiniz bizim canibi; emekçileri ve ezilenleri. Umut sizdedir! Belki siz, AKP’si CHP’si, generali, yargıcı, profu, politikacısı ile, bu yanlış yolda devam edip bu faşizan sistemi sonunda ister istemez sert bir kayaya çarpıp çökertirsiniz de gerçekten özgür, barışçı bir düzeni kuracaklara sıra gelir...
Bu çağdışı, ilkel, hukuksuz ve zulümlü yolda devam edin.. Size Saddam Hüseyin ve İran’ın mollaları kadar başarılar dilerim!

vrijdag 7 maart 2008

De Koerdoloog Martin van Bruinessen denkt dat Erdogan de Turkse assimilatiepolitiek tegenover Koerden als een misdaad tegen de menselijkheid ziet.

“Erdogan is een hele intelligente man, misschien had hij een ander publiek in gedachten,” zei van Bruinessen op de Universiteit Leiden over Erdogan's bezoek aan Duitsland. Afgelopen woensdag gaf hij een lezing over de grensoverschrijdende identiteiten in Turkije. Bruinessen denkt dat Erdogan zijn eigen volk wil opvoeden en na de jarenlange Turkse assimilatiepolitiek een nieuw hoofdstuk wil openen. “Bedoelde hij misschien dat dit beleid een misdaad was? Zonder het expliciet uit te drukken en door een plek te kiezen waar het op meerdere manieren interpreteerbaar is?” De expert verwacht dat de AKP de Koerdische cultuur zal erkennen en dat er een intensieve discussie op gang zal komen over assimilatie in Turkije. “ De AKP heeft geen problemen met andere culturen in Turkije. Het lijkt mij vanzelfsprekend dat de AKP Koerdische scholen in Turkije zal toelaten.”De AKP hoopt volgens van Bruinessen de Koerdische kwestie op te lossen door concreet dingen voor Koerden te doen op economisch gebied. In Turkije zelf stemmen Koerden al op de AKP. “ Als AKP in de Koerdische steden erin slaagt om economische verbetering te brengen, stemmen ze op de AKP, verwacht de AKP.” Toch kan de AKP niet teveel concessies aan Koerden doen en zal er de komende tijd niet veel veranderen. Omdat ze niet op alle fronten tegelijk strijd kan voeren met de Kemalisten en het leger. Dat zou een reden zijn dat de regering met tegenzin toestemming heeft gegeven aan de huidige operaties in Zuid-Koerdistan. Volgens van Bruinessen is de enige oplossing dat de PKK-guerrilla's uit de bergen worden gehaald met een amnestie-wet. Zoals in andere landen. Hij is er optimistisch over dat uiteindelijk het Turkse leger dit idee zal omarmen. “Het is in het belang van Turkije om vriendschapsrelaties te sluiten met Koerden.” Bruinessen benadrukt zelfs dat een onafhankelijke Koerdische staat in Zuid-Koerdistan ook in het belang kan zijn voor Turkije. Ontevreden Koerdische nationalisten uit het noorden zouden zo naar het nieuwe onafhankelijke Koerdistan kunnen gaan en Koerden die de voorkeur geven aan Turkije, zouden daar kunnen blijven. “Ik denk dat wijlen president Turgut Ozal ook in die termen dacht.”

TC ZAPI ASAMADI, ASKER KURTLARA YEM OLDU

İşgalci Türk Ordusu 21 şubat’a işgal hareketinine ilişkin yazı, “Kürtler Güney Kürdistan’a yapılan bu operasyona net bir şekilde tavır koyup ulusal birlik ruhuyla karşı çıkarak, ulusal direnişi geliştirmelidir” çağrısıyla bitirilmişti. 8 gün süren işgal girişimi Zap’ı geçemeyerek yenilgi ve kaçış ile sonuçlanmıştır.
Tezkere ile operasyon izni alan TSK başta Kandil olmak üzere Güney Kürdistan’ı yoğun bir şekilde bombalayarak, gerillaya ağır kayıplar verdiğini iddia etmiştir. Kara harekatı için hazır olduğunu düşünen ileri teknolojiyle donatılmış ve dünyanın 4. ordusu olan işgalcı TSK Güney Kürdistan’a çok iddialı hedeflerle saldırmıştır. Saldırı amacı PKK’nin tehdit olmaktan çıkarılması olarak açıklanmış ve gerktiği kadar kara harekatına devam edileceği ifade edilmiştir. Bu açıklamalar yapılırken GERİLLA’nın direniş kapasitesi hesaba katılmamıştır: Gerillanın bu işgal girişimi karşısında gösterdiği tarihi direniş 2006’da çevrilen 300 filmini anısatmıştır.
300 filmi, M.Ö. 480’de İran ile Yunan şehir birliği arasında Thermopyles’te (sıcak kapılar) yaşanan savaşı anlatmaktadır ki, bu savaş antikitenin en meşhur askeri olaylarından birisidir. 1. Darıus’un (Med İmparatorluğunu yıkan İran Şahı) oğlu Xerses 130 000 piyade, 20 000 sipahi ve 1 200 gemiden oluşan ordusuyla Yunan şehirlerini nihai olarak İran’a bağlamak üzere sefer bir düzenlemiştir. Xerses’in bu güçlerine karşı Yunanlılar 7 00 piyade ve 271 gemiyle direnmek durumunda idiler.
İranlıların hazırlıklarından haberdar olan Yunan şehirleri M.Ö. 481 yılı sonbaharı sonuda Corinthe’te Xerses’e karşı direnişi örgütlemek amacıyla bir kongre düzenlemişlerdir. Dönemin en güçlü şehri olan Isparta’nın kralı Leonidis toplantıya başkanlık yapmış ve 31 şehir Xerses’e karşı savunma için işbirliği yapmak noktasında anlaşmışlardır. Isparta kralı 1. Leonidis Yunan piyadelerine, Ispartalı Eurybiade ise Yunan donanmasına kumandan olarak atanmışlardır. Bu kongreye rağmen Yunanlılar Teselia’nın Xerses tarafından 480 baharında feth edilmesini engeleyememişlerdir. Leonidis ağustos ayında Yunanistan’ın merkezine giden yol üzerinde Thermopyles’te güçlerini savunma pozisyonunda konuşlandırmıştır. Thermopyles termal bir bölge olup dağ ile sarp kıyılar arasında genişliği yer yer 10 metreye inen stratejik bir alandır. Xerses’in ordusunun ilerlemesi sonucu, öncelikle diğer şehirlere ait 6 000 piyade, devamında Eurybiade deniz güçlerini Thermopyles’in güneyine çekerek Leonidis’i yalnız bırakmıştır. Bunun üzerine Leonidis’in elinde kendine bağlı 300 kişilik özel birlik ile 700 kişilik Thebes ve Thespies şehirlerinin askerleri kalmıştır. Askeri olarak çok zayıf olmasına rağmen Leonidis Yunanlıların savunmalarını organize etmeleri için savaşmaya karar vermiştir.
Xerses 4 gün bekledikten sonra saldırı emri vermiş, ama Leonidis bu saldırıyı püskürtmeyi başarmıştır. Devamında, Yunanlılar Xerses’im seçme birliklerini durdurmuş ama 400 Thebes ve Thespies şehirlerinin askerlerinin kaçmasına engel olamamıştır. Bu arada Isparta’lı Ephialtes Leonidis’e ihanet ederek Xerses’in güçlerine gizli bir geçidi göstererek Leonidis’in güçlerinin arkadan vurulmasını sağlayarak hepsinin öldürülmesine neden olmuştur. Fakat, Xerses’in zaferi kısa sürmüş ve Yunanlılar 22 eylül 480’de tekrar bağımsızlığını kazanmıştır.
Kıssadan hisse, teknik ve sayısal üstünlüğüyle saldırıya geçen işgalci Türk ordusuna karşı Zap’ta sayısını tam olarak bilmediğimiz Kürt Gerilları olağanüstü kış koşullarında insan üstü bir direniş göstererek Türk ordusunu Zap’ta durdurup geri püskürterek Zap geçilmez destanını yazmışlardır. Bu süreçte Federal Kürdistan yönetimi soğukkanlı davranarak gerillayı moral anlamda yalnız bırakmamış ve süreç içinde ABD üzerinde baskıları artırark ABD’yi tavır almaya zorlamıştır. Esasta gerillanın kararlı duruşu ve direnişi işgalci TSK’nın kaçmasını sağlamıştır. Gerillanın direnişinin belirleyiciliğini teyit eden açıklama ise işgalci TSK’nın baş komutanı Büyükanıt "Erken çekildi diyorlarsa, gitsinler orada bir 24 saat kalsınlar”... açıklamasıyla itiraf etmiştir. Yani sürekli yiyecek, malzeme ve mühimat olarak desteklenen Türk askerleri geride çok sayıda ölü bırakarak kaçmak zorunda kalmışlardır. Gerilla ise tüm olumsuzluklara rağmen TSK’yı Zap’ta durdurduktan sonra Güney Kürdistan’dan atmıştır. Gerillanın hakkını gerillaya verdikten sonra, işgal girişimine ilişkin bazı gözlemleri aktarmak faydalı olacaktır.
Bazı sözde aydınlar işgal girişiminin ABD’nin dayatmasıyla yapıldığını açıklamışlardır. Böylece, Türk ordusunun işgalci ve emperyalist karakteri gizlenmeye çalışılmakta ve TC masum gösterilmek istenmektedir. Eğer, TC ABD’nin emir eri olasaydı 1mart 2003 tarihili Tezkere kabul edilir ve TSK 5 yıl önce ABD’nin yanında Irak’a müdahale ederdi. Neticede, işgalci ve emperyalist TC ve onun ordusu ABD’yi zorlayarak Güney Kürdistan’ı işgal etmek için destek almış ve HPG Gerillaları karşısında yenilgiye uğrayınca 8. gün gerisin geriye kaçmıştır.
Bu operasyonun diğer bir sonucu ise Türkiye’de yurtsever Kürtler ile bazı gerçek demokratlar dışındaki kesimlerin işgalci ve emperyalist TC ve Türk ordusunu desteklemeleridir. Hal böyle iken Kürtler işgalci ve emperyalist TC rejimine karşı Kürdistani bir tavır geliştirerek bu rejime karşı birlik halinde direniş ve mücadeleyi derinleştirerek Kürdistan’da daha geniş kesimleri özgürleştirme hedeflenmelidir.
Ahmet Alimahmetalim@hotmail.fr