zaterdag 31 mei 2008

HUSEYIN KARABULUT

Lazika (Lazistan) tam 460 yıl, Osmanlı işgalinde kaldı. Bu süre zarfında, uygulanan asimilasyon, göç ve sürgün politikaları sonucunda, ülkenin demografik yapısı büyük ölçüde değiştirildi. Laz dili ve kültürü yok olmayla yüz yüze geldi.1810 yılına ait istatistiklere göre Lazların dünyadaki genel nüfusu, 600 000 idi. İstila, göç ve mecburi iskan dolayısiyle bu nüfusun 400 000i, ülke dışında yaşıyordu.1873 yılında yapılan bir istatistiğe göre ise, Lazistan’ın Osmanlı egemenliği altındaki coğrafyada yaşayan Lazların toplam nüfusu, 55.350 idi. Türkiye’de şu anda yaşayan Laz nüfusunu bilmiyoruz. Zira bu tür istatistiki çalışmalar yapmak yasaktır.Lazlar, bazılarının söylediği gibi, Gürcü, Rum (Pontus) veya Ermeni değil, bunlardan tamamen bağımsız bir halktır. Lazların, Megrel’lere yakın, Gürcülere ise uzak bir akrabalığı söz konusudur. Lazcayla Gürcüce, tıpkı Kürtçeyle Farsca gibi, bir birlerine akraba olan iki dildir. Lazlar, Gürcü alfabesini kullanmaktadırlar.Osmanlının yıkılan enkazı üzerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde, Lazlara yönelik yasak, baskı ve asimilasyon politikası, daha sistematik bir hale getirildi. Bu politika sonucunda, Lazların ulusal iradesi ve özgüveni tamamen yok oldu.Şu anda Türkiye’de “Ben Lazım” diyen insanlara rastlamak oldukça zordur. Uygulanan sömürgecilik politikaları sonucunda Lazlar, kimliğinden utanır hale gelmiş bulunuyor ve bu yüzden de, ulusal kimliğine sahip çıkmıyorlar. Sinoplu Samsunluya, Samsunlu Trabzonluya, Trabzonlu Rizeliye, Rizeli ise Hopalıya Laz diyor. Her il, topu başkasına atıyor.Lazlar öylesine asimle olup dilini unutmuş ki, Türkçe’nin yardımı olmadan, bir birleriyle konuşamıyorlar. Öylesine korkutulup sindirilmişler ki, dilini ve kültürünü koruyup yaşatmak için seslerini çıkarmıyor, hiçbir istekte bulunmuyorlar.Tüm yasaklara karşın, üç Laz şivesi, hala varlığını korumaya devam ediyor. Bunlar, Hopa, Arhavi ve Atina şiveleridir. Atina şivesi, Pontus egemenliği dolayısiyle içinde çok Yunanca kelime taşıyan bir şivedir.1925 yılına kadar, Trabzon’dan Hopa’ya kadar olan doğu Kara Deniz sahiline Lazistan, buradan seçilen mebuslara da Lazistan mebusu deniliyordu. 1925 Kürt ulusal başkaldırısının ezilmesinden sonra, bu söz de Kemalistlerce yasak kapsamına alındı.1925 Kürt ulusal başkaldırısının bastırılmasından sonra, Mustafa Kemal’in başkanlığında toplanan bakanlar kurulu bir dizi siyasi, sosyal, kültürel ve ekonomik kararlar aldı. Bu kararlarla Kürtler, Lazlar, sosyalistler ve aydınların hareket alanı daha da daraltıldı ve kontrol altına alındı. Kürdistan ve Lazistan kelimeleri yasaklandı, Kürt ve Laz varlığı yok sayıldı ve yok etmek için projeler hazırlandı.Türkler, göçebe olarak bölgeye geldiklerinde, Anatoliya’da Bizanslılar, Laziztan’da Lazlar, Kürdistan’da da Kürtler oturuyordu. Yani bu üç halk, yörenin en eski sakinleri idi. Türkler, dağdan gelip bağdakilerini kovdular.Görüldüğü gibi, Kürtlerle Lazların kaderi bir birine tıpa tıp benziyor. Her iki halkın ülkesi aç gözlü sömürgeci devletler tarafından işgal edildi, ülkeleri yakılıp yıkıldı, talan edildi, coğrafi isimleri değiştirildi. İki halk, ülkelerinden başka yerlere sürüldü. İki halkın dili ve kültürü yasaklandı, varlığı yok sayıldı ve yok edilmeye çalışıldı.Kürt Halkı 200 yıldan beri, bu sömürgeci zulme baş kaldırıyor ve gerektiğinde savaşıyor. Ama ne yazık ki Lazlar, buna benzer bir irade ve direnç göstermiyorlar. Bu coğrafyanın en eski halklarından biri olan Lazlar, insani ve ulusal hakları için bir irade beyanında bulunmuyor ve mücadele etmiyorlar. Bu yüzden, Anadolu’da yaşayan, insani ve ulusal hakları ayaklar altına alınan tüm halk ve etnik azınlıkların yükü, Kürt halkının sırtına binmiş bulunuyor.Lazlar, insani ve ulusal hakları için harekete geçmeleri halinde, Kürt halkının onlara yardım için koşacağından kimsenin şüphesi olmamalıdır. Zira iki halkın kaderi bir birine çok benzemektedir. Belki de bu yüzden dolayı “Kürt Lazın dağa çıkmışı, Laz da Kürdün deniz görmüşüdür.” diyorlar.

maandag 26 mei 2008

Kızılbaş Kürtler ve Protestanlık

Kızılbaş Kürtler ve ProtestanlıkTarihsel-toplumsal nedenlerle, Aleviler ile yerli Hıristiyanlar'ın ilişkileri, her zaman Aleviler'le Sünniler'in ilişkilerinden daha samimi olmuştur. Çünkü bu iki kesim de, kendilerini egemen din karşısında "öteki" olarak görüyordu.

MEHMET BAYRAK

Çağa ayak uyduramayıp gerileme sürecine giren Osmanlı Devleti, daha 16. yüzyılda reform ve rönesansını gerçekleştiren Batı karşısında tutunabilmek için 19. yüzyıl başlarından itibaren bir dizi reform hareketine girmek zorunda kalmıştı.
Lağvedilen Yeniçeri Ocağı yerine Batılı standartlara uygun bir ordu kurma, yöresel mirlikleri ve beylikleri merkezi otoriteye bağlama, modern anlamda okullaşmaya gitme ve dini özgürlükleri genişletme gibi reformlar, bunların başında geliyordu.
Bunları gerçekleştirebilmek için Batılı devletlerin ve kurumların yardımına ihtiyaç duyuyor ve çeşitli bağlantılara giriyordu. Bunun için öncelikle, başta Hırıstiyanlar olmak üzere Osmanlı sınırları içindeki Müslüman olmayan unsurları kazanmak ve onların desteğini sağlamak durumundaydı.
Nitekim 1830 yılında, Osmanlı Devletinin Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ile imzaladığı bir anlaşmayla Protestan misyonerlerin dini vaaz verme çalışmaları güvence altına alınıyordu. Bu anlaşma çerçevesinde, Amerika Protestan Kilisesi, 1810 yılında Bostan'da kurulan Amerika'nın dışa yönelik misyonerlik örgütü American Board of Commissioners for Foreingn Missions (ABCFM) aracılığıyla Osmanlı Devleti sınırları içerisinde Balkanlar, Orta ve Doğu Anadolu, Ortadoğu bölgelerinde yaşayan Hıristiyan halklar ve bu arada özellikle Ermeniler arasında faaliyetlerde bulunuyor, çeşitli vilayetlerde okullar, hastahaneler, yetimhaneler, huzurevleri ve matbaalar kuruyordu. Bu çerçevede, 1836'da İstanbul'da ilk Protestan Kilisesi kuruluyordu.(1)
Yine bu anlaşma çerçevesinde, Amerikan misyonerlerinin desteğiyle 1834'te İstanbul Beyoğlu'nda Ermeniler için okul açılıyor ve 1848'de Osmanlı Devleti Protestanları ayrı bir cemaat olarak resmen tanıyordu. Amerika ile yapılan anlaşma çerçevesinde; Amerika İstanbul'dakilerin yanı sıra Ermeniler'in ve Kızılbaş Kürtleri'in yoğun olarak yaşadıkları Harput'ta Fırat Koleji'ni, Antep'te Antep Koleji'ni ve Merzifon'da Anadolu Koleji'ni açıyordu. (2)
ABD Konsolosluklarla Kürdistan'a açılıyor
Fransızlar, İngilizler, İtalyanlar, Almanlar, Avusturyalılar ve Ruslar İstanbul merkezli okullaşmaya giderken; Amerikalılar Anadolu'ya da açılıyorlardı. Ruslar, İngilizler ve Almanlar, daha çok konsolosluklar aracılığıyla Kürdistan'a ve Ermenistan'a açılmışlardı. Amerikalılar 1886'da Sivas, 1896'da Erzurum, 1901'de Harput Konsolosluklarını açıyordu.
Haydaroğlu'nun deyişiyle; "yabancı devletler okullarını yoğunlaştırdıkları bölgelerde birer de Konsolosluk açmayı (özellikle Amerikalılar) ve onların da desteğinden yararlanmayı düşünmüşlerdir. Okul-Konsolosluk işbirliğinin faydasını da daima görmüşlerdir" (3)
Bu örgütlenme alanı ve yapılan çalışmalar gösteriyor ki, Protestan misyonerlerin hedef kitlesi yalnız Ermeniler değil, dinsel azınlık olarak Asuriler, Kızılbaşlar, Yezidiler ve alt tabaka insanlarıdır aynı zamanda. Çünkü misyonerlerin Diyarbekir, Antep, Sivas, Harput, Merzifon ve Dersim'in yanı sıra Malatya ve Maraş/Elbistan gibi Kızılbaş-Kürt yoğunluklu bölgelerde de çalışma yaptıklarını görüyoruz.(4)
Başka bir söyleyişle, Amerikalı Protestan misyonerlein faaliyetleri daha çok Osmanlı İmparatorluğu'nun doğu vilayetleri üzerinde yoğunlaşıyordu ki, bölgedeki en büyük Hıristiyan azınlık olan Ermeniler ve Kızılbaş Kürtler arasında etkili oluyordu.
Bu çaışmaların, bir bütün olarak Kızılbaşlar, özellikle de Kızılbaş Kürtler arasında ilgi uyandırmasının ve taban bulmasının kuşkusuz birçok nedenleri vardı. Herşeyden önce Osmanlı Sarayı ve İslami irade, hiç bir zaman Kızılbaş ve Rafizileri "Müslüman" olarak görmediği gibi, onları "kitap sahibi kafirler"den daha tehlikeli ve sakıncalı buluyordu. Yavuz döneminde 50 bini aşkın Alevinin katliamıyla sonuçlanan Çaldıran Savaşı öncesinde verilen fetvalarla, sonradan tekrarlanan fetvalar bunun en çarpıcı kanıtlarıdır.(5)
Osmanlılar Anadolu'yu 20.yüzyıl da keşf ediyor
19.Yüz yılla gelindiğinde bu dinsel çelişkilere milliyetçilik faktörleri de eklenmişti. Bu nedenle tümüyle sahipsiz kalan Kızılbaş Kürtler Batılı misyonerlerin ve gezginlerin bölgeye gelmesiyle yeni bir dünya ile tanışıyor ve önlerinde yeni bir pencere açılıyordu. Bu nedenle Kaiser'in şu görüşlerine katılmamak mümkün değil:
"19. yüzyıl ortalarında, ABCFM üyeleri Anadolu'daki ayrı mezheplere mensup kişilerin dünyasına giren ilk yabancılardı. Protestanlık bu insanların çoğuna, ayrımdan ve geri plana atılmadan kurtulmanın bir yolu gibi görünmüştü. Yönetim 1860'larda düzenli misyoner faaliyetlerini yasakalmasından sonra da Protestanlık, pekçok Alevi'nin daha modern ve laik olan kimliklerini arayışlarının başlatıcısı oldu. Bu insanlar, sosyal ve bilimsel gelişime inanıyorlardı ve kendilerini tutucu dedelerin dini öğretilerinden uzak tutuyorlardı."(6)
Amerikalı misyonerlerin, 1908'den sonra görünür hale gelen Alevi yenilenme hareketinde de önemli role sahip olduğunu vurgulayan yazar; Protestanlığın, Anadolu'nun taşra kısmını akılcı laiklikle tanıştırdığını, üstelik bunu Alevi toplumunun geleneksel inançlarını zedelemeden yaptığını da kaydediyor.
Gerçekten de, o döneme kadar Osmanlı yönetimince horlanan veya yoksanan bu kesimler; ayaklarına kadar gidip kendilerini sahiplenen misyonerler yoluyla adeta yeniden bir kimlik-kişilik kazanıyorlardı. Alevilik ve Kürtler konulu çalışmamızda yer verdiğimiz 19. yüzyıl ve 20. yüzyıl başlarına ait 60 dolayında gezi raporu ve inceleme/ araştırma da gösteriyor ki; Batılı misyoner ve gezginler bu kesimlere hem daha önce ulaşmış, hem de onları Osmanlı yöneticilerinden çok daha iyi tanımaktadırlar. Bu nedenle Uygur Kocabaşoğulu'nun şu sözleri bir geçeği yansıtmaktadır:
" Osmanlı entellektüelleri Anadolu'yu daha 20. yüzyılın başlarında tanımaya başlamışken, Amerikalı misyonerler burayı çok iyi tanıyorlardı. Ve bu yüzden de buradaki değişik etnik grupların beklentilerini, davranışlarını, toplumsal değerlerini ve geleneklerini Osmanlı yöneticilerinden daha iyi billiyorlardı." (7)
Protestan Misyoner-Kızılbaş Alevi Kürt Etkileşimi
Bugün Alevi-Kürtler'in toplumsal tarihi açısından büyük öneme sahip misyoner raporlarıyla gezgin araştırmalarının ve gizli belgelerin ortaya koyduğu bir gerçek var. Yukarda vurguladığımız tarihsel-toplumsal nedenlerle, Aleviler ile yerli Hıristiyanlar'ın ilişkileri, her zaman Aleviler'le Sünniler'in ilişkilerinden daha samimi olmuştur. Çünkü bu iki kesim de, kendilerini egemen din karşısında "öteki" olarak görüyordu. Bu gerçekliği, misyoner raporlarında gördüğümüz gibi Türk Devletinin gizli belgelerinde de görüyoruz.
Herşeyden önce Alevilik, Müslümanlık'la Hıristiynalık arasında bir köprü görevi görüyordu. Bu nedenle, Hıristiyanlığın temel değerleri ve ibadet biçimi yadırganmıyordu. Üstelik aralarında inanç kaynakları ve ritüellerden başlayarak birçok ortak payda vardı. Bu nedenle Kızılbaş/ Aleviler'in, Protestan misyonerleri kabullenmeleri ve onlarla diyaloğa girmeleri hiç de zor olmadı: "1850'lerin Protestan misyonerleri büyük ihtimalle Kızılbaş topluluğuna girebilen ilk kişilerdi ve yine büyük ihtimalle Alevi olmadığı halde Aleviler'in (Cem) isimli gizli toplantılarına kabul edilen ilk kişilerdi. Misyonerler, bu insanların misafirperverlikleri ve Cem sırasında gösterdikleri samimiyetten oldukça etkilenmişlerdi. Kızılbaşların kendileriyle aynı inanca sahip olduklarını söylemeleri ve onlara İncil okurken eşlik etmeleri misyonerleri şaşırtmıştı."
Şunu hemen belirtelim ki, 1810 yılında Boston'da kurulan Amerikan misyonerlik örgütü (ABCFM), daha 1819 yılında Osmanlı topraklarını programına almış ve giderek artan bir ilgiyle misyonerlerini bu bölgelere göndermişti. Misyonerler, Islahat Fermanı'nın ilanından sonra çalışmalarını daha da hızlandırmışlardı.
Bölgeyle ilgili misyoner çalışmaları bu tarihlerden sonra yoğunlaşmakla birlikte, kuşkusuz Amerikalı ve Batılı misyonerlerle gezginlerin bu coğrafyaya ilişkin gezi ve inceleme notları daha öncelere dayanıyor. Sözgelimi C.H. Wheeler, 1814'te New York'ta yayımladığı Ten Years on the Euphrater (Fıratl Boylarında On Yıl) adlı eserinde; Fırat boylarındaki halklardan Kızılbaş Kürtler ve Yezidiler üzerinde dururken, "Hıristiyanlığın misyonerleri olan bizler" ibaresini kullanmaktadır. Alevilik ve Kürtler çalışmamızda ilk belge olarak verdiğimiz bu eserin ilgili bölümünde Kızılbaş Kürtler'den söz edilirken şöyle denmektedir:
"(Kızılbaş) Kürtler'in hiç değilse büyük çoğunluğu sadece sözde Müslüman'dır. Aralarında dinsel törenler ve ayinler düzenlerler. Şimdiye kadar pek az bilinmekle birlikte bu törenler Müslümanlık, Hıristiyanlık ve Putperestliğin garip bir karışımını içerir görpnmektedir. Kürtler'in çoğunluğu Müslümanlık dinine bağlıdırlar. Diğer kol Kızılbaşlar'ın, kendilerine has inançları vardır. Genellikle Türkler'den koktuklarından gerçek inançlarını gizlemeye çalışırlar. Aralarındaki garip öğretilerden bir, içlerinden ibrisinde (Kutsal Ruh)un bulunduğudur. Bu kişi (Dede) olarak adlandırılır. Kendisine büyük saygı gösterilir. Hepsi değilse bile Kızılbaşlar'ın bazıları Panteisttir (Tanrı'yı evrenle özdeşleştiren felsefe MB). Çarmıha gerilen İsa'yı da dualarında anarlar. Biz yine de onların İsa'yı kabul ettkileri için çok fazla umutlanmamalıyız. Çünkü onlar, İsa ve Muhammed gibi diğer insanları, hayvanları, ağaçları, kayaları da kutsal kabul ediyorlar. Tüm varlıklar onlar için Tanrı'dır".(9)
SÜRECEK[SIZE=1][I]KAYNAKLAR:
1- Osman Köker: "Ermeni Alfabeli Kürtçe İncil", Öz-Po., 4.2.2003
2- Yrd. Doç. Dr. İlknur Polat Haydaroğlu: Osmanlı İmparatorluğun'nda Yabancı Okullar, Kültür Bak. yay. Ank. 1990
3- Age, s.202
4- Mehmet Bayrak: Alevilik ve Kürtler, Özge yay. Ank.1997
5- Age, s 170 ve devamı
6- Hans-Lukas Kieser: "Müslüman Öğretisine Aykırılık ve Protestan İdeali/ Osmanlı Anadolusu'nda Aleviler İle Misyonerler Arasındaki Etkileşim", Munzur der. Sayı:13/ 2003, s.18
7- Uygur Kocabaşoğlu: Kendi Belgeleriyle Anadolu'daki Amerika/ 19. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu'ndaki Misyoner Okulları, Arba yay. İst.1989, s. 220
8- H-L. Kieser: Agy, s.8
9- M. Bayrak: Age, s.272[/I][/FONT]
( Bakiniz:süt, ortadoğu, ırak, dünya, din, aşk, nil, yol, insan, akıl, hedef, kültür, dil, müslüman, özel, isim, kazâ, bu ne, mezheb, acı, misyonerler, kızılbaş)
hanci200307186183756yukari
KIZILBAŞ KÜRTLER VE PROTESTANLIK[B]ÖP, 7 temmuz 2003[/B][U][COLOR=red][B]Misyoner belgelerinde 'İncil' sunumu[/B][/COLOR][/U]1830 yılında Osmanlı Devleti'nin Amerika ile imzaladığı bir anlaşma çerçevesinde, Protestan misyonerlerin dini vaaz etme çalışmaları güvence altına alınıyor ve Protestanlar İmparatorluğun dört bir yanına çeşitli dil ve alfabelerde basılmış İnciller ulaştırıyor ve halka bedava dağıtıyorlardı.
[I][B]MEHMET BAYRAK[/B][/I]
19. Yüzyılın ortalarından itibaren misyoner raporlarında bir yoğunlaşma görülür. Bu raporlarda; Alevilik'le Hıristiyanlık arasındaki benzerlikler ve Alevilikle Müslümanlık arasındaki farklılıklar sıralanmaktadır. Kızılbaşlar'ın Müslüman olarak kabul edilmelerine karşın Muhammed müritleri olmadıkları, dış baskılardan dolayı Müslüman gibi göründükleri, onların hiç bir zaman Müslümanlar gibi ibadet etmedikleri ve kutsal kitap İncil'e büyük saygı besledikleri ifade edilir.
1852 Yılında bölgeye gelen Amerikalı Rahip George W. Dunmore, 1855, 1857 ve 1858 yılarında Malatya/ Arapgir, Dersim/ Çemişgezek ve Harput yöresi Kızılbaş Kürtler'i hakkında üç ilginç rapor yayımlar.(10)
Dunmore, daha 1855 tarihli ilk raporunda, Kızılbaş Kürtleri'in İncil'e aşinalıklarını gördükten sonra şaşkına döndüğünü; yöre halkının bir bölümünün önceden İncil'i okumuş olduğunu, eğitmsiz olanların da adeta pratikte İncil'i yaşattıklarını dile getirir ve sözlerini şöyle sürdürür:
"Bunlar çok ilginç bir halktır ve ilgi alanımıza girmektedirler. Müslüman kabul edilmelerine rağmen Muhammed müridleri değillerdir. Onlar İsa'ya, Tanrı'nın oğluna inanmaktadırlar; hakkında bilgi sahibi oldukları kadarıyla severek İnci'i kabul ediyorlar ve son beş yıldır bu dağlarda dolaşan ve İsa Mesih yolunu gösteren 'Havarimiz', şimdiye kadar bu Kızılbaşlar'dan daha inançlı bir halk görmediğini söylemektedir. Onlar, kendilerin has, kendi halinde özel bir halkdırlar ve İncil'e de çok yatkınlar."(11)
Dunmore, 1857 tarihli ikinci raporunda da, Dersim yöresinde Kızılbaş-Kürt aşiret reisi Yusuf Ağa ve Ali Gako ile görüşmelerine ilişkin ilginç izlenimler sunar. Dunmore, burada büyük bir kabul gördüklerini, gece okunan İncil'in büyük bir hazla dinlendiğini söyler. Dunmore, bölgedeki Kızılbaş Kürtler'in, öğrenme ve ibadet konusunda Ermeniler'den dah avantajlı ve daha yatkın olduklarını bildirir.
Dunmore, bir yıl önce yöre Kürtler'inin Harput'tan bir Türkçe İncil ve Tevrat getirtip okumaya çalıştıklarını ancak bu defa Ermeni Garabed'in okuduğu İncil'den büyük bir haz aldıklarını belirtir. İnsanlar, kendisiyle Grabed aracılığıyla Kürtçe anlaştığına ve bu kez okunan İncil'i rahatlıkla anladıklarına göre, bunun 1857 İstanbul'da basıaln Ermeni alfabeli ilk Kürtçe İncil olduğunu sanıyorum.
[COLOR=red][U][B]Kürtçe İnciller[/B][/U][/COLOR]
1- Ermeni alfabeli bu ilk Kürtçe İncil'in, Latin alfabesindeki karşılığı şöyle: İncil/ Xodeê Me İsa el Mesih e/ Nivisandın; Bı Destê Madteos Markos Lukas u Hanna, Lı İstambolê, Kayol (Matbaası), 1857 (12) Bu da Türkçeye şöyle çevrilebilir: İncil/ Rabbimiz İsa Mesih/ Matta, Markos, Luka ve Yuhanna'nın Elilyle Yazıldı/ İstanbul, Kayol Matbaası, 1857.
2- Bilinen ikinci Ermeni alfabeli Kürtçe İncil ise 1872 tarihini taşıyor. Bu Kürtçe İncil'in künyesi ise şöyle: Peymanê Nûyê Xodeê Me İsa el Mesih/Lı Basmahaneê A. H. Boyacıyan Tab Bû, Lı İstanbulê, 1872. Türkçe çevirisiyle, Rabbimiz İsa Mesih'in Yeni Ahit'i, A. H. Boyacıyan Basımevinde basıldı, İstanbul, 1872.
3- Ermeni alfabesiyle Kürtçe Madteos İncili'inin bir başka yayınının da 1891'de yine İstanbul'da yapıldığını biliyoruz.
4- Daha sonra, Osmanlı alfabesiyle Kürtçe İnciller basıldığını görüyoruz. Bunlardan biri 1919'da New York'ta basılıyor. Ameracan Bible Society tarafından yayımlanan bu Luka İncili'nin künyesi şöyle: İnicila Luqa/Rabb û Xalask�rê Me İsa Mesih / Kê Le Zımanê Eslî Yunanî Tercumekırın, New York;1919. (13) Bunun Türkçesi ise şöyle: Luka İncili Rabbimiz ve Kurtarıcımız İsa Mesih/ Ki Aslı Dili Yunanca'dan Çevrilmiştir, New Yor, 1919.
Amerika Kutsal Kitap Cemiyeti'nce yayımlanan Arap alfabeli Kürtçe İncillerin, İstanbul'da da yeni basımlarının yapıldığını görüyoruz. Bunlardan ikisinin künyeleri şöyle:
5- İncîla İsa Mesih Lı Ser Nivisina Matta/ Ji Zımanê Eslî Yunanî hatıye tercumekırın jı terefê Cıvata Kıtaba Muqaddes a Amerîkayê/ Dı Çapxana Agop Matiyosyan da hatiya çapkırın dı İstenbol da, 1922. (14)
Yunanca'dan çevrildıği belirtilen bu Matta İncili, 1922'de İstanbul'da Agop Matiyosyan Matbaasında basılmış olup 104 sayfadır.
6- İncîla İsayê Mesih lı Ser Nivisine Luqa/ Jı Zımanê Esliyê Yunanî hatiye tercumekırın jı terefê Cıvata Kıtaba Muqaddes a Amerkayê/ Dı Çapxana Agop Matiyosyna da hatıye çapkırın dı İstanbol da, 1923. (agy)
Bir Kürtçe Luka İncili'nin de Yunanca'dan çevrildiği anlaşılmaktadır. Bunlar, bizim belirleyebildiklerimizdir. Geçmişte bunlardan ayrı basımlar da yapılmış olmalı.
[U][COLOR=red][B]Kürtçe İncillerle Kızılbaş Kürtler hedef alındı[/B][/COLOR][/U]
Bir Amerikan misyonerinin oğlu ve Sivas yöresinde çalışma yapan Dr.H.M. Jewett, 1857 tarihli raporundu; Yozgat bölgesi Alevileri arasında bulunan Misyoner Ball aynı tarihli raporunda; Sivas'ın Divrik ve Gürün yörelerinde çalışan J.W. Parsons 1858 tarihli raporunda; Maraş, Adıyaman ve Urfa Kızılbaşları arasında çalışma yapan Dr.G.B. Nutting, 1860 tarihli raporunda; Kızılbaşlığın inanç ve kültür kaynakları ile Hıristiyanlığa benzerlikleri üstünde durur ve İncil'in Kızılbaşlar arasında gördüğü ilgiden övgüyle sözederler.(15)
Bu aşamada, Batı'yla iyi ilişkiler kurmak isteyen Osmanlı yönetimi Protestan misyoner faaliyetlerine toleranslı davranmakta ve İncil'in yaygınlaşmasından rahatsız olmamaktadırlar.
"İmparatorluktaki mevcut yasalara göre onlara vaaz etmek için tam bir serbesti bulunmaktadır, onların da İncil'i dinlemeleri serbesttir" diyen Dr. Nutting, şu ilginç saptamayı yapar: "Müslümanlar onları zaten Müslüman saymamaktadır. Protestanlaşmalarına karşı çıkmalarının yegane nedeni ise Protestan oldukları zaman üstlerine yaptıkları baskıları şikayet etmemizden ve cezalandırılmaktan karkmalarıdır."(16)
Bilindiği gibi; 1830 yılında Osmanlı Devleti'nin Amerika ile imzaladığı bir anlaşma çerçevesinde, Protestan misyonerlerin dini vaaz etme çalışmaları güvence altına alınıyor ve Protestanlar İmparatorluğun dört bir yanına çeşitli dil ve alfabelerde basılmış İnciller ulaştırıyor ve halka bedava dağıtıyorlardı. Bunlar arasında Ermenice, Ermeni alfabeli Türkçe, Kürtçe ve Arap alfabeli Türkçe ve Kürtçe İnciller önemli bir yer tutuyordu.
Osman Köker, "özellikle Protestan misyonerler, Hıristiyan olmalarına rağmen Kürtler'in yoğun olarak bulunduğu bölgelerde yaşadıkları için Ermenice'den ziyade Kürtçe konuşan Ermeniler'e yönelik olarak çok sayıda Ermeni harfli Kürtçe İncil yayınlamıştır" diyor.(17)
Ancak, elimizdeki belgeler Kürtçe İncil'lerle, Kürtçe de konuşan Ermeniler'den çok doğrudan Kızılbaş Kürtler'in hedef alındığını gösteriyor. Kızılbaş Kürt bölgelerinden rapor veren diğer misyonerler W.Winchester, W.W.Livingston, Herrick, James G.Taylor, M.F.Gilbert, H.N.Barnum benzeri çerçevede değerlendirmeler yaparlar.(18)
1890 tarihinde ilginç bir rapor hazırlayan H.N.Barnum; İncil çevirilerine de ışık tutacak açıklamalarda bulunur. Harput bölgesinde Kızılbaş Kürtler arasında yaşayan Hıristiyan Ermeniler'in; "dış görünümüyleriyle, kullandıkları dilleriyle ve birkaç Hıristiyan töresi dışında tamamen Kürtler'in özelliklerini taşıdıklarını" vurguladıktan sonra sözlerini şöyle sürdürür:
"Misyon çalışmalarının ilk hedefi, oradaki insanlara kendi dilleriyle yazılmış olan bir İncil'i verip, onlara bunların okunmasını öğretmekti. Misyon çalışmalarında her zaman verimli ve yardımcı olan Amerika İncil Birliği, İncil'i tercüme etmiş ve yayımlamıştı. Fakat iyi tercüme edilmemişti. İncil Birliği, yeni bir tercüme yayımlamak için hazırlanıyor. (...) Umuyoruz ki, İncil'in yeni tercümesi tüm Kürdistan için yararlı olur."(19)
Barnum, verdiği ilginç bilgilerin yanı sıra Kürtçe İncil'in çevirmelerini de resmetmektedir.
20. Yüzyıla gelindiğinde, 19. yüzyıldaki kısa oylumlu çalışmaların yerini, daha bilimsel nitelikte ayrıntılı inceleme-araştırmalar alır.
Fransız araştırmacı M.F.Grenard'ın 1904'te yayımlanan çalışması ile, Stephen van Rensselaer Trowbridge'in anekdotlara dayalı 1909 tarihli çalışması, L.Molyneux-Seel'in ve Henry Riggs'in doğrudan Dersim Kızılbaşları üzerine incelemeleri ve Alman araştırmacı Doç.Hugo Grothe'nin Maraş yöresi Kızılbaş Kürtler'i üzerinde yoğunlaşan çalışmaları bu alanın ilginç çalışmalarının başında geliyor.(20)
[B]Osmanlı-Türk Yönetimlerinin Karşı Çalışmaları[/B]
1853-1856 Yılları arasında cereyan eden Osmanlı-Rus Savaşı, Osmanlı Devleti'nde bir dönemeç niteliği taşır. İlk kez, Fransa ve İngiltere gibi iki Batılı büyük devlet Osmanlı Devletiyle birlikte Rus Çarlığına karşı savaşmaktadırlar. O tarihe kadar, en büyük rakibi konumundaki Rusya'ya karşı birçok yenilgi alan Osmanlı Devleti, bu savaşı Batılı iki büyük devletin desteğiyle göreceli olarak zaferle sonuçlandırmıştı. Üstelik savaşı, sözkonusu Batılı devletlerin açtığı krediyle finanse etmiş ve bu tarihten sonra yönünü tümden Batıya çevirmitşti. Bu durum ise, Osmanlı'nın, Batı'nın büyük devletlerine yanaşarak kendine çekidüzen vermesini getirmiştir.
Batılı misyonların ve uzmanların yönlendirmesi sonucunda Osmanlı, kaybettiği geniş halk tabakalarını yanına alabilmek için 1839'da Tanzimat Fermanı'nı ilan eder. Yeniden düzenleme anlamına gelen Fermanla; can, mal, iş, seyahat, ticaret ve kişisel haklar devletin güvencesi altına alınmakta. İmparatorluğun değişik memleketlerinde Batılı kurum ve kuruluşlar açılmaktadır. Osmanlı-Rus Savaşı sonrasında 1856'da ilan edilen yeni bir Islahat Fermanı'yla; Osmanlı Devleti içindeki değişik azınlıklara çeşitli hak ve özgürlükler veriliyor ve bu husus da, aynı yıl içinde Paris'te yapılan uluslararası barış anlaşmasında ifadesini buluyordu.
Fransız Bujuva Devrimi'nin titreşimleri Osmanlı İmparatorluğu'nu da sarmalamış ve Batı memleketlerinden başlayarak ulusal ve etnik temelde ayaklanma hareketleri başgösteriyordu. Bu kimlik arayışının etkilediği Doğu'lu milletler ve azınlıklar da giderek seslerini yükseltmeye başlamışlardı. Bu etkilenişin ilginç örneklerinden biri de Dersim bölgesinde yaşanmıştı.
1864 Yılında Dersim Kürtleri ve Ermeniler'i tarafından "Milli Kurtuluş İçin Ermeni ve Kürt Komitesi" adı altında bir örgüt kuruluyor ve bu örgüt oluşturduğu bir heyeti 1865 yılında"Dersim'in kendi kendini yönetmesi hak ve önerisini" barışçıl yollarla yönetime iletmek üzere İstanbul'a gönderiyordu. Gidişleri önceden haber alınan heyet üyeleri, İstanbul' varır varmaz tutuklanıyor ve ancak iki yıl sonra serbest kalabiliyordu.
Resmi dilinin Zazaca olması ve Kürtçe bilen Ermeniler'in girmesi öngörülen örgütün, temel amacı bu iken dahili amacı da, Hükümet elinde maşa haline gelen topluma baskı uygulayan ağa ve beylerin etkisizleştirilmesiydi. Örgütün ilk eylemi, 1868'de, bölgede 40 Kürt ve Ermeni köyünü elinde bulunduran Halil Ağa'ya karşı gerçekleştiriliyor, ancak Devlet desteğini arkasına alan Halil Ağa'nin iktidarına karşı başarılı olunamıyordu.(21)
Dersim bölgesindeki bu yeni yönelişte, kuşkusuz Islahat Fermanı'nın din-inanç sosyal yaşam konusunda getirdiği haklar kadar, Batılı misyon ve uzmanların da etkisi vardı. Bu nedenle, Kieser'in, "Protestanlar, Ermeniler'le komşu olan Alevlier'i etkilemiş, eğitmiş ve onlara toplumsal eşitlik ile bölgesel özerklik gibi ortak politik düşünceleri aşılamışlardır" yolundaki görüşlerine biz de katılıyoruz ve üstteki örnek de bunu doğrular niteliktedir.
Ancak, Kieser'in dediği gibi; "bazı Kızılbaş gruplarının kendi kimliklerini ve toplumsal rollerini yeniden tanımlama girişimleri Osmanlı çıkarlarına dokunmuştu ve Alevilerin haklarını genişletme fikrine şiddetle karşı çıkıyordu." (22)
SÜRECEK
[SIZE=1][I]KAYNAKLAR:
10- Bkz. American Missionary Herald dergisinden aktarılarak, M. Bayrak: Alevilik ve Kürtler, s.289-300
11- Age, s. 291
12- Osman Köker: Agy
13- Halil Bingöl: "Kürtçe Yayınlar", Tarih ve Toplum Dergisi, Sayı; 57/1988, s.2
14- Mehmet Malmisanlı: "Osmanlı Döneminde Yazılan Kürtçe Eserler Üzerine", Tarih ve Toplum Dergisi, Sayı:54/ 1988, s.62
15- Bu belgeler için bkz. M. Bayrak: Age;s. 302-313
16- Age, s.312
17- Osman Köker: Agy
18- Bu belgeler için bkz. M. Bayrak: Age, s.314-326
19- M. Bayrak: Age, s. 326
20- M. Bayrak: Age, s.328-386
21- Karlênê Çaçani: "Milli Kurtuluş İçin Ermeni ve Kürt Komitesi", Hevi, Sayı:96/1998
22- H-L. Kieser: Agy, s.9[/I][/FONT]-------------------------------------------------------
[COLOR=blue][B]08 temmuz 2003[/B][/COLOR]
Islahat Fermanı'nın getirdiği baskılarAbdülhamid'in Alevi ve Ezidiler'i Sünnileştirme politikası başarılı olmamış, ancak Kürt blokunun parçalanmasında ve misyonerlerin uzaklaştırılmasında başarılı olmuştu.
[I][B]MEHMET BAYRAK[/B][/I]
Gerçekten, Islahat Fermanı'nın diğer azınlıklara getirdiği haklara rağmen, bu tarihlerde özellikle Kızılbaş Kürtler ve Ermeniler üzerindeki baskılarda bir artma görülür. Bu, önce bölgedeki misyonerlerin daha sonra da yerli halkın baskıya maruz kalmasıyla kendisini gösterir.
Bu anlamda, II. Abdülhamid yönetimi gerek Kürt Alevileri gerekse Ermeniler açısından bir dönemeç niteliğindedir. O, ne pahasına olursa olsun bu iki unsuru elde tutma amacındadır. O, bir yandan MÜslüman ve Türk unsurlar lehine ekonomik ve sosyal fermanlar çıkarırken; bir yandan da "İslami birlik" stratejisi temelinde Sünni Kürtler'i yanına çekebilmek için Hamidiye Alayları uygulamasına başvuruyordu. Bu yöntemle, Sünni ve Alevi Kürt blokunu parçaladığı gibi, Ermeniler'e karşı kullanacağı bir güç de yaratmış oluyordu. Bu yöntemle Sünni Kürtler'i kendine bağlayan Abdülhamid'in Alevi ve Ezidi Kürtler'e dönük politikası, onları Sünnileştirmeye çalışmaktı.
Abdülhamid'in Alevi ve Ezidiler'i Sünnileştirme politikası başarılı olmamış, ancak Kürt blokunun parçalanmasında ve misyonerlerin uzaklaştırılmasında başarılı olmuştu.
Öte yandan, Araplar'ın yanı sıra gerek Sünni gerekse Alevi Kürt aşiret reislerini yanına çekebilmek için Aşiret Mektebi'ni kuruyor ve Dersim'den kimi aşiret reislerinin çocuklarını da burada kendi ilkeleri dogrultusunda yetiştiriyordu. Yaptığı bir başka uygulama ise, bu gençlerin geldikleri yörelere, misyoner niteliğinde Hanefi din adamları göndermekti.
Nitekim bu misyoner faaliyetinin sonucudur ki, Dersimli Aleviler o tarihten sonra başta cenaze törenleri olmak üzere kimi alanlarda Kur'an'a başvuruyorlardı.
Abdulhamid yönetimi, Protestan misyonerlerine savaş açarken, Papa ile girişilen diplomatik ilişkiler doğrultusunda Katolik misyonerliğe daha sıcak davranıyordu.
[COLOR=red][B]Gizli Belgelerin sunduğu gerçekler[/B][/COLOR]
Batılı misyonerlerle araştırmacıların, Alevi-Hıristiyan ilişkileri veya Alevilikle Hıristiyanlık arasındaki etkieşim ve benzerlikler konusunda ileri sürdüğü görüşler ve yaptıkalrı belirlemelerle, İttihadçılık'dan Kemalizm'e dönüşen resmi ideoloji kuramcılarının gizli itirafları arasında büyük benzerlikler bulunmaktadır.
Cumhuriyet döneminde Türk Ocakları Koordinatörlüğü ve bizzat Mustafa Kemal'in görevlendirmesiyle 1925'te Şark İlleri Asayiş Müşavirliği'ne atanan Prof. Hasan Reşit Tankut'un o tarihten sonra çeşitli dönemlerde verdiği Etno-Politik İnceleme Raporları, yukardaki görüşleri bütünüyle doğrular niteliktedir.
Sünni Türk kökenli Maraşlı bir aileden gelen Tankut, çocukluk yılarında öksüz kadıği için Elbistanlı Alevi-Kürt bir aile tarafından korunmaya alınmıs ve dört yılını bu ailenin yanında geçirmiştir. 1930'lu yıllarda yazdığı ve ilk kez bizim Kürdoloji Belgeleri adlı çalışmamızda yayımladığımız gizli "Zazalar" araştırmasında Alevi-Hıristiyan ilişkileri ve yakınlıği konusunda şu tespiti yapmaktadır.
"Alevi her yerde Hıristiyan dostudur. Ocak başlarıda muhabbet eden insanların arasındaki Hıristiyan hiç de yabancı sayılmaz. Belki bir çeşit itizal yolu (akılcılık yolu MB.) olan Gregoryanlık başka Hıristiyan mezheplerine göre Aleviliği daha ziyade okşayabildiği için üstün tutulmaktadır. Şurası gerçek ki Ermeni, Alevi'nin en yakın dostudur."
Tankut, aynı raporda; Dersim Alevilerinin Ermeniler'i çok sevdilerini, Türk kanunlarına topluca karşı koymuş asi Ermeniler'in Dersim'de bir ana kucağı bulduklarını; bugün bile Dersim'de bir Dersimli kadar serbest ve mutlu yaşayabildiklerini sözlerine ekler. (Age, s. 472)
Tankut, daha 1928'de yönetime verdiği gizli bir "Türkleştirme ve Sünnileştirme" raporunda; resmi söylemin tersin Aleviliğin ayrı bir din olduğunu söyler:
"Bunları (Ali-İlahi Kızılbaşlarını, Alevileri - MB.) Bektasilere benzetmek azmi (büyük MB) bir hatadır. Bektaşilik, Melamilik birer tarikat olduğu halde, Ali-İlahilik bir dindir. Öyle bir din ki, aralarında aşka ve muhabbeti, haricier için kin ve nefreti telkin eder. Ve Ali-İlahi'nin bildiği bir tek haraççı vardır. O da dün Osmanlı idi, bugün Türk'tür." (24)
Tankut, bir başka gizli raporunda da; "Aleviliği İslam'ın bir mezhebi veyahut bir tarikatı sayanlar tamamıyla yanılmışlarır. (É) Alevilik Müslümanlık değildir, onu Şiilikle karıştımak da hata olur" diyor.(25)
Atatürk'ün danışmanı Prof. Hasan Reşit Tankut, Kürt Aleviliğiyle Ermni Hıristiyanlığı arasındaki benzerlikler konusunda da şu ilginç anekdotu aktarır:
"Siyasal Bilgileri henüz bitirmiş ve Sivas Vilayeti maiyetine verilmiştim. Hafik ilçesinin bir Alevi köyünde geceledim. Ev sahibi (başka bir raporda Koçgirili bir dede olduğunu belirtiyor - MB), bu plebisit meselesi (I. Dünya Savaşı yıllarında Ermeniler'e özerklik verilmesi için öngörülen halkoylaması - MB) dolayısıyla bana şunları söyledi:
"Aleviler'le Ermeniler arasındaki fark, soğan zarı kadardır. Ermeniler; Tanrı'yı baba, oğul ve ruh olarak anar; biz bu üçlemeyi Allah-Muhammed-Ali biçiminde söyleriz.
Onların 12 Havarisi vardır, bizim 12 İmamımız.
İbadet ve oruçların vakit ve şekliyle bayramlar, her iki millette de aşağı yukarı aynıdır.
Onlar tek kadınla evlenir ve kadın boşamazlar, biz de öyle.
Onlar sakal bıyık kestirmez, kıl düşürmezler, biz de öyle.
Onlar gusul etmezler, biz de öyle.
Onlar göğüslerinde haç çıkarmak yoluyla şahadet getirirler, biz açık avucumuzu bağrımıza basmak suretiyle.
Biz, sonradan Hazre-i Ali efendimize uyduğumuz için adımız Alevi oldu, yoksa aramızda bir fark yoktur."(26)
Kızılbaş Kürt- Gregoryan Ermeni yakınlıği ve dayanışması, bölgeyi gezen seyyahlarla bu ilişkileri değerlendiren bilimsel eserlerde de ifadesini bulmaktadır.
Tarihcilere göre Kürt-Ermeni ilişkisi
Dr. Celile Celil, bu yakın ilişkiyi şu sözlerle ifade etmektedir:
"Dersim Ermenileri, yerli Kürtler ile seyyahların çoğunu şaşırtacak kadar dostluk ilişkileri içindeydiler. Bununla birlikte çok sayıda seyyah, Kürtler'in Hıristiyan dinin ve Dersim bölgesinde bulunan kiliselere karşı özel hürmet gösterdiklerini belitmişlerdir. Kürtler, bu kiliselerin mübarek yerler oldukları kanısındaydılar, hatta onları ziyaret etmekteydiler. (É) Kızılbaş Kürtler, yalnızca Ermeniler'e karşı değil, bütün Hıristiyanlara da iyi davranmışlardır. Bu davranış karşılıklıydı. (É) Türk otoritelerinin Dersim Ermenileri'nde Kürtler'e karşı husumeti kışkırtma çabaları ve onların mukavemetini azaltma çalışmaları Dersim'de yaşayan Ermeniler tarafından birçok defa boşa çıkarılmıştır. Gerek Kürtler'e rüşvetler vererek ve gerekse bu iki kavim arasında dini düşmanlık yaratma çabaları başarıya ulaşamamıştırÉ"(27)
Doğrudan halklar ve inançlar arasındaki bu etkileşime, Batılı bilimadamları da vurgu yapmaktadırlar. Sözgelimi Amerikalı bilimadamı Matti Moosa, şu belirlemelerde bulunmaktadır: "Kızılbaşlar ve Ermeniler arasındaki ilişki Kızılbaşların Ermeni kiliseleri ve kutsal yerlerine gösterdikleri saygı ile güçlenmektedir.(É) Kızılbaş ve Ermeniler arasındaki sosyo-dinsel ilişki artık yerleşmiş bir gerçektir. Etnik açıdan ve belki de antropolojik açıdan aynı olan Ermeni ile Kürtler ezelden beri Anadolu'da yanyana yaşamaktadırlar. Gerçekten de Doğu Türkiye'nin Ermeni illerinde yoğun bir şekilde Kızılbaş nüfusu bulunmaktadır, birçok köyde ise Ermeniler ile Kızılbaş Kürtler yanyana yaşamaktadır."(28)
Kuşkusuz Matti Moosa'nın bu belirlemelerini, geçmişe dönük bir tespit olarak algılamak gerekiyor. Çünkü gerek II. Abdülhamid döneminde 1894-96 yıllarındaki ilk Ermeni katliamından, gerekse 1915'te İttihadçıların yönetminde yapılan büyük katliamdan sonra bölgenin demografik yapısı oldukça değişmiştir.
Bu vesileyle belirtelim ki, bu katliamlarda düzenli Osmanlı ordusunun yanı sıra Sünni Kürtler'den oluşan Hamidiye Alayları da kullanılırken; Kızılbaş/ Alevi Kürtler, gerek tarihsel-toplumsal yakınlıklarından gerekse inançlarından ötürü Ermeniler'le genelde dostluk ilişkilerini sürdürmüş ve onları olabildiğince katliamdan korumaya çalışmışlardır.
Toplu katliamdan birkaç yıl sonra, 1919'da Fırat'ın batısındaki Kızılbaş/ Alevi Kürt bölgelerini dolaşan İngiliz Binbaşı Noel, bu olguyu bizzat gözlemlemiş ve tespit etmiştir. Noel, bu gezi sırasında Maraş bölgesinde karşılaştığı Kirkor Parlakyan adlı bir Ermeni'den yola çıkarak şunları söylemektedir: "Sinemili Aşiretinin reisi Tapo Ağa'nın evinde, Kürtler hakkında güzel sözler söyleyen bir Ermeni ile karşılaştık. Adı, Kirkor Parlakyan idi ve Maraş'tan gelmişti. Sinemilli aşiretinin önde gelenlerinden Asaf Ağa'nın babası Hasan Ağa, onu ve ailesini 1895 katliamından kurtarmıştı. (...) Kürtler, Sivas'tan sürülen Ermeniler'in büyük bir bölümünü bu topraklardan geçerken katliamdan kurtarmak isterken Türkler ile başlarının nasıl belaya girdiğini anlattılar."(29)
Binbaşı Noel'in Günlüğünün, "Ermeni-Kürt İlişkileri"ne ilişkin bölümünde de buna benzer tespitler yer alır: "Ermeni katliamı sırasında birçok örnekle ispatlandı ki; Kürtler, Türkler'in, Ermeniler'in katli ile ilgili birçok emrini bilerek ve isteyerek uygulamamışlardır. Ayrıca birçok Ermeni'yi sağ salim Rus sınırından geçirip katliamdan kurtulmalarını sağlamışlardır. Dersim Kürtleri, 25 binden fazla Ermeni'yi bu şekilde kurtarmışlardır. Bu olayın raporu Ermeni gazetesi Jamanak'ta (Sayı: 119, 2 Nisan 1919) yer almıştır."(30)
BİTTİ
[SIZE=1][I]KAYNAKLAR:
23- M. Bayrak: Kürdoloji Belgeleri, Özge yay. Ank. 1994, s. 473
24- M. Bayrak: Kürtler ve Ulusal Demokratik Mücadeleleri, Özge yay. Ank. 1993, s.516
25- M. Bayrak: Kürdoloji Belgeleri, s.435
26- Age, s.218-219
27- Dr. Celilê Celil; "19. Yüzyılın 50-70 Yılları Arasında Dersim Kürtleri"; Değişik Yazarların düşünceleri işığında Yeni Binyılda Dersim içinde, München, 2000, s.72
28- Matti Moosa;"Kızılbaş Kürtler'in İnancında Ermeni Unsurları"; Alevilik ve Kürtler içinde, s.462-463
29- Edward William charles Noel: "Binbaşı Noel'in Günlüğü'nde Orta Anadolu Kürtleri", 3. Bl. Hevi gaz. sayı:74/1998
30- E. W. C. Noel: Kürdistan 1919/ Binbaşı Noel'in Günlüğü, Avesta yay. İst. 1999, s.139[/I][/FONT]

vrijdag 23 mei 2008

Yaşar Kaya

Biz kürtleri yargılayan, Şark İstiklal mahkemesi, Ağır ceza mahkemeleri, Devlet Güvenlik mahkemeleri, Örfi İdare mahkemeleri, Askeri mahkemeler, hep bizi Kürtçülükle itham eder, yargılar, sonra da mahkum eder. Ama yargılandığımız bir çok mahkemede 'Kürtçülük' nedir, bizi itham eden savcı önce bunun tarifini yapsın, biz de kendimizi savunalım. Ama şimdiye kadar hiç bir savcı iddianamede 'Kürtçülüğün' tarifini yapmamış, bir çok talebimize rağmen, buna bir ad koyamamamıştır. Ya bölücü, ya eşkiya, ya sergerdeye çıkmış adımız. Devlet bu konuda tecrübeli, Kürtler ise yayadır.
Gerçekten biz Kürtçü müyüz?
Kürdün tarihine, toprağına, diline, kültürüne bakarsanız Ortadoğu'nun kalbinde yani Kürdistan'da yaşayan ve direnen en kadim(eski) halktır. Buna şüphe yok. Demek ki, Kürdü savunan adam Kürtçüdür... Bir Kürt, Kürdün toprağını, medeniyetini, dilini, kimliğini savunuyorsa o Kürt Kürtçüdür. Savunmuyorsa hiç bir şey değildir( xuda-i nabittir.) Lüzumsuz bir ottur, bitkidir. Şimdi başımıza bir Kürt Kemalizmi belası sarılmış iken, Kürtlüğü daha çok irdelememiz gerekli. Kürdüm, insanım, yaşam hakkı da dahil haklarım var, ülkem var, herkesin hakettiği kadar benim de özgürlük hakkım var. Siyasiyim, ulusal kurtuluşçuyum ve beni yok sayanlara karşıyım. Ülkem kurtulsun, kimliğim olsun, pasaportum olsun, ülkem bağımsız olsun; bu da benim hakkımdır. Bu Kürdü savunmadır. 'Bir Kürt dünyaya bedeldir' diyen olmadı. Kürt yurtseverliği hiç bir zaman faşizm kokmadı. Aydınlanmacı, ilerici, çağdaş ve hümanist oldu. Bu, bu kadar nettir. Kürtlükten kaçanlar, kendini inkar eden Kürtler, Kürt devşirmeleri, Kürt ulusal ve demokratik haklarına karşı çıkanlar elbette Kürtlüğe ihanet içindedirler. Kürtçü, her dönem, dünya ve bölge şartlarına, iç ve dış dinamiklere ve gelişmelere göre Kürt bağımsızlığını nihayi gaye olarak savunur, bundan vazgeçmez, kurtuluşa kadar Kürtlüğüyle yaşar. Ama ölebilir, idam edilebilir, ömrü yetmeyebilir. O ayrı bir meseledir.
Şex Sait İngiliz ajanıydı diyenlere sözüm şu; Memduh Selim Bey, Müküslü Hamza, Abdullah Cevdet, Mehmet Mihri Hillav, Bedirxaniler, Abdurrahim Zapsu, Said-e Kurdi, Babanzade Şükrü, Mehmet Şükrü Sekban, General İhsan Nuri, Dr. Fuat, Bave Tujo, Hesike Bro Telliye, Ferzende, Cibranlı Halit kimin ajanı idiler. Ben eminim bu tertemiz Kürtler, Kürtlüğü bize uyanış ve diriliş felsefesi, gayesi, yolu olarak bırakanlar. Hiç bir zaman istihbarat örgütlerinin kucağına oturmadılar. Osmanlılaşmadılar, Türkleşmediler ve Kemalistleşmediler. Söyleyecek sözünüz varsa hodri meydan. Kürtlüğü değil de neyi savunacağız? Kürdistan'ı ve Kürtleri değil de neyi savunacağız?Türk solunun kokuşmuş, TKP'liliklerine hizmet edenlerin akibetini gördük. Sovyetler gümbür gümbür yıkıldığı zaman bazılarının aldıkları maaşa yazık oldu. Bunlar belgelendi. Yukarıda meşrutiyet dönemi Kürtçülerini saydım. Dersim'li Seyit Rıza, Musa Anter, Sait Elçi, Dr. Sait Kırmızıtoprak (Dr. Şıvan), Ziya Şerefhanoğlu, Terzi Şemsi, Terzi Niyazi de mi ajan idiler?Biraz terbiye, biraz saygı....
Kürtlük kimselerle başlamadı. Kırkdokuzlar zindanda iken hiç bir Kürt parti ve örgütü yoktu. Milat kimseyle başlamıyor. 1963' de Kürtçe-Türkçe DENG dergisini çıkaran Medet Serhat, Ergun Koyuncu ve Yaşar Kaya için Fransız LEMOND gazetesinin dış haberler sorumlusu Arman Gaspard kalkıp İstanbul'a geldi, bizlerle görüştü. Şaşkındı... Bunu gizleyemedi ve şöyle dedi:
"Bizler Dersim soykırımından sonra Kürtlük bitti, bir daha bir ses çıkmaz zannediyorduk. Bu Kürtçe dergi Avrupalıları şaşırttı. Eğer Türkler sizi üniversiteden atarlarsa, biz gazete olarak size burs verip sizi okutmaya hazırız" diyordu.
Arman Gaspard bir Kürt dostu olarak öldü. Bu konular üstünde durmaya devam edeceğiz. Kuzey Kürdistan'daki Kürt hareketi gittikçe tanınmaz hale geliyor. Yeniden Kemalizmin çadırının gölgesinde kaval çalarak bu halkı koyun yerine koyup suya göndermeye tarih 'hayır!' diyecektir.

donderdag 22 mei 2008

KEMAL BURKAY


Sakıp Sabancı Aralık 1995’te Diyarbakır’da yaptığı konuşmada, Devletin Kürt sorununun çözümü için attığı adımların yetersizliğini savunmuş, bu sorunun salt ekonomik yatırımlarla çözülemiyeceğini belirtmiş, “Bask modeli bize en yakın çözüm, bu örnek alınabilir,” demişti.
Bunun üzerine Devlet Güvenlik Mahkemesi Savcısı, Sabancı’nın demecini incelemeye almış, Türkeş ise bu sözlerle Sabancı’nın “çizmeyi aştığını” ileri sürmüş, kendisini tehdit etmişti. Bu tehditin sonuç vermesi çok sürmedi.
Aradan daha iki ay geçmeden, Ocak 1996’da, koruma sisteminin mükemmelliğiyle övünülen Sabancı Center’de Özdemir Sabancı ve bir çalışanı vurularak öldürüldü. Suikast DEV-SOL’a fatura edildi.
Oysa görmesini ve yorumlamasını bilenler için her şey çok açıktı. Bu, “çizmeyi aştığı” belirtilen Sabancı’ya yönelik açık bir cezalandırma eylemi idi. “Davadan döneni vurun” anlayışına uygun bir gözü karalıkla işlenmişti.
Olayın arkasından, 21-26 Ocak 1996 tarihli haftalık Ronahi Gazetesi’nin 36 sayısında, Cemil Baran adıyla yazdığım “Barışa ve Aydınlığa Ulaşmak İçin” başlıklı yazımda şöyle demiştim:
“Sabancı olayını, son 20-30 yılın devlet güdümlü kanlı terör olayları, provokasyonlar, cunta tertipleri bütünü içinde değerlendirmeden kavramak olanaksızdır. Bu açıdan bakınca, bu olayın da Kontrgerilla ürünü olması hiç şaşırtıcı olmaz.
Bunu hangi amaç ve hesapla yapmış olabilirler? Belki kamuoyunu bir kez daha şiddetle sarsıp Amerika ve NATO ile ilişkiler bakımından bir risk oluşturan RP ağırlıklı bir koalisyon hükümetine kapıyı kapamak, ANAYOL için zorlayıcı olmak.. Belki, zayıf da olsa, muhtemel bir demokratik açılımın -Kürt sorununda yumuşamanın, karşılıklı ateşkesin, bir genel affın- yolunu kapamak. "Terör cezaevlerinden yönetiliyor" yaygarasına bakarsanız, bu sonuncusunu yabana atmamak gerekir. Sabancılar'a yönelik eylemin tam da Ümraniye'deki kıyımı izlemesi, hele hele hedef diye yumuşama ve bir ölçüde iç barış yanlısı Sabancıların seçilmesi bir rastlantı olmasa gerek. Bu işte hem gözdağı, hem kışkırtma var. Özetle, bir taşla birkaç kuş vurma taktikleri uygulanıyor. Bu işin arkasında ise, kirli savaş yanlısı, en şoven, ırkçı ve militarist güçlerin bulunması doğaldır. Bu, 12 Eylül öncesi ve sonrası, Evren ekibinin devlet içinde örgütlediği, MİT ve kontrgerilla ile, JİTEM'le iç içe geçmiş faşist kesimdir. Bir bölümü hala ordu, polis ve bürokrasinin köşe başlarını tutmakta, bir bölümü ise çeşitli burjuva partileri tarafından parlamentoya taşınmıştır.
Sabancı olayında tetikçi olarak kullanıldıkları ileri sürülenlerin kimliği ve örgütsel bağlantıları hiç önemli değil. İtalya'nın kontrgerillası olan Gladyo örgütünün de, hem sağ hem de sol örgütlere sızdığı ve kamuoyunu terörle sarsıp yönlendirmek için bu türden onlarca kanlı eylemi düzenlediği, eski başbakanlardan Aldo Moro'yu bile kaçırıp öldürttüğü unutulmamalı..
Bütün bu zülmün, işkencenin, kanlı tertiplerin son bulması için ülkenin barışa, demokrasiye, aydınlığa ihtiyacı var.” (Bakınız, Aç Adam ve Kaval adlı kitabım, s. 229, Roja Nu Yayınları, 2003).
Bu olayın üzerinden 12 yılı aşkın bir zaman geçti. Katillerden Mustafa duyar, önce yurt dışına kaçtı, sonra nedense –ki bizce bu da senaryonun bir parçası idi- dönüp dolaşıp Türkiye’nin Şam Elçiliğine teslim oldu. Cezaevinde önce itirafları nedeniyle serbest bırakılmayı bekledi. Bu iş gecikince, “konuşacağını” söyledi. Ama bu “cesur” söz veya hizmetinde olduğu derin güçlere yönelik tehdit ise hayatına mal oldu, cezaevinde hızla infaz edildi...
Tam da şu günlerde, Sabancı suikastiyle ilgili bir MİT belgesi konuşulmakta. Taraf Gazetesi’nce gündeme getirilen bu belgeye göre Sabancı suikasti Türk derin devleti, Türk Kontrgerillası tarafından ve MİT’in bilgisi ve desteğiyle düzenlendi. Bu işte başrolü, Susurluk kazasında ölen Abdullah Çatlı ile Emniyet Müdürü Hüseyin Kocadağ ve yine adı Susurluk soruşturmasında geçmiş olan Piyade Yüzbaşı Hüseyin Pepekal oynadılar. Buna göre Yüzbaşı Pepekal, Sabancı cinayeti işlendiği anda Sabancı Center’in 25. katında bulunuyordu. Cinayette maşa olarak olarak kullanılan Mustafa Duyar, Fehriye Erdal ve İsmail Akkol ise Türk istihbarat örgütleri tarafından ortaklaşa kullanılmış.
MİT mühürlü ve imzalı bu belge, son Ergenekon operasyonları sırasında Doğu Perinçek’in arşivinde bulunmuş ve şimdi polis dosyasında imiş.
Peki bunu bilmek için 12-13 yıl beklemek şart mıydı? Her durumda “rüşvetin belgesi”ni mi görmek gerekiyor?.. Olayların nasıl geliştiği daha o günden belli değil miydi? Bizim görebildiğimizi Türk basınının şu cingöz köşe yazarları, şu bitirim Türk politikacıları göremezler miydi?..
Bizden çok daha iyi görüp bildiklerine, hatta, sorumlu mevkide olanların doğrudan bilgi sahibi olduklarına kuşku olmasın. Ama bunlar “devlet sırrı” ve devlet oyunu idi ve şimdi çokları için hâlâ öyledir. Ve bunları açığa vurmak yalnız bilgi değil, cesaret de ister. Abdi İpekçi’nin, Uğur Mumcu’nun başına gelenler malum...
O kadar ki, her şeyi çok iyi bildiğine kuşku olmayan Sakıp Sabancı bile, katillerin gücü ve pervasızlığı karşısında sustu, bu acıyı içine gömdü.
Şu anda bile MİT, ortaya çıkan belgeye ve nice kanıta rağmen, hâlâ işin içyüzünü gizlemeye çalışıyor. Bu belgeyi yalanlıyor!
Oysa biz, kimin yalan, kimin doğru söylediğini çok iyi biliriz. Sağır sultan da bilir!
MİT elbet yalanlayacak, işi bu. Ama baylar, mızrak artık çuvala sığmıyor. Bu olay, kire, suça, yalana batmış bu ülkede, binlerce benzer olaydan yalnızca biri, denizde damla...
Ve bu olay şu gerçeği bir kez daha gözler önüne seriyor: Böylesine kirli, hukuksuz, suça batmış bir ülkede Sabancı bile, Koç bile olsan, hatta yüzde 47 oy alan bir partinin başkanı, başbakan, ya da devlet başkanı bile olsan güvenlik içinde değilsin.
Menderes’in asılması, Özal’ın kurşunlanması ve belki hatta, zehirlenmesi gibi...
Temiz topluma, hukuka, barışa, adalete; kısacası demokrasiye herkesin ihtiyacı var. Günü gelir, söz konusu katillerin ve onları yönetip koruyanların bile...

zondag 18 mei 2008

KURDISTAN

özellikle Dersim yöresinde Ermeni-Kırmanc ortak değerlerini çöpe atamayız. Ermeni elementlerinin çok az olduğunu söylemek Dersimi bilmeden konuşmak olur.

Dêrsimi cok iyi bildigimden emin olabilirsin sevgili Nesimi kardesim.
Ben var olmadigini idaa etmedim, sadece sefyi cengiz ve onun saz arkadaslarinin, idaa ettigi ölcüde olmadigini söylüyorum.

Dersimin en kutsal bayramlarından Gağant bayramı Aynı zamanda Ermenilerce de kutlanır. Bunu diğer Şafi veya kısmen Alevi Kürtlerde görmek mümkün değildir Aynı şekilde Şafi Zazalar ( Zazalar ile Kırmancların dil olarak benzerliği %70 ancak kültürel olarak pek alakası yokdur) bunlarda kutlamaz bilmezler.
Serhad bölgesindeki sunniler ayni senin dedigin o gagant bayramini kutlarlar.
Kirmanc sunni ve aleviler arasindaki kültürel farka gelince, ben sahsen din disanda fazla bir fark göremiyorum. Kirmanc sunniler hadlerinden fazla dincilerdir, cogu yerde kendi kültürleriini degilde, arabo-islam kültürüne daha cok yakinlasmislardir.

Dersimde Ermenilerde Aleviler gibi Dersimli Kırmancların kutsal ibadet yerleri olan Munzura, Düzgün babaya, çeşitli ziyaretlere saygı duyar mumlar yakarlardı. Aynı şekilde Dersimlilerde Kilise kapılarına niyaz edip büyük saygı duyarlardı. Özellikle 1915 öncesi bunları görmek mümkündü. Ermenilerin dünyaya bakış açısı ile Dersimli Alevi Kırmancların bakış açısı aynıdır. Onlarda kadın erkek eşit cem yaparlar(kilise) bizlerde aynı şekildedir. Onlarda Surplar yani azizler vardır manastırlar vardır bizlerde de kutsal seyitler vardır.
aleviligin müslümaliktan cok hiristaynliga yakinligi, dogrudur.

Örnekleri çoğaltmak mümkün ayrıca Dersim tarihini Ermenistan tarihinde incelemek daha objektif olur zira Kürt tarihçisi şerefnamede Fıratın kuzeyinde tek bir kürt olmadığını Ermeni toprakları olduğunu söylüyor kitabında bunu araştırarak görebilirsiniz.
Bilmiyorum biz ayni serefnameyimi okuduk seninle, Cemizgezek, Pazuki asiretlerinin firatin güneyinde yasadiklari denilemez. Ayrica serefnamede bahs gecen Sadiyan asireti tarafindan kurulan seddadi hanedanligin (http://qirayis.de/modules.php?name=Content&pa=showpage&pid=136), hüküm ettigi bölge bu günki ermenistan topraklariydi, sevgili nesimi kardesim. Ve bilindigi gibi Ermenistan firatin güneyine düsmez! sen hangi serefnameyi okudun onu bilmiyorum tabi.

şu anda Tüm Türkiye tüm TC vatandaşlarınındır(Türk,Kürt,Arab, Ermeni, vs vs ).
Ermeniler türkiye yok denilebilecek kadar azlar. türkiye üc halk vardir, KÜRT, MOGUL/TÜRK ve ARAB. digerleri tamamen asimile olmuslardir, sadece süs olsun diye onlari kürtlerle anmak ne bize nede onlar birsey kazandirmaz.

Kurmanci ile Kırmancki veya Zazaca arasında pek çok ortak nokta olduğu gibi pek çok farkda vardır. Türkçülük ne kadar tehlikeli ise Kürtçülük veya Zazacılıkda aynı şekilde tehlikelidir.
Muhakak varlardir, farliliklari kimse inkar etmiyor! Bütün iyilikler bize kalmamis, miliyetcilik kötü ise bir kötülükte biz yapalim. tarihimize bakildiginda bize Mogol/türk, fars ve arablara köle yapan, iyi niyetimizdir.

Misal Kırmancki konuşanlar çoğunluk olsaydı ve Kurmanci(here were) konuşanlara dayatma ile Kırmancki empoze edilmeye kalkılsaydı bu yanlış olurdu durumu tersinden düşünüp tekrar incelemek faydalı olur.
Kimse bizlere kurmanciyi empoze etmiyor bunu nerden cikartiyorsun? olsa tabiki yanlis olurdur ama öyle birsey yok olamazda.

Tuncelide Here were(Kurmanci)ye Sizin Kürtçe, Kırmancki(Zazaca da diyorlar)ye bizim kürtçe denir umarım bu açıklayıcı olmuştur.
Evet hemde cok olmustur. iki tarafada kürt diyorlar, bundan aciklayicisi olamaz.

SERTAC

Su anda Kuzey’de üç Kürd Vilayeti’ni katliamla yüzyüze bırakmış bulunuyorsun. Evet, buralardaki sivil halkımız büyük bir tehlike altındadır. Biz bölge dışındaki Kürtler olarak günde kaç insanımızın senin askerlerin tarafından işkence ile öldürüldüğünü bilmiyoruz. Dünya Güçleri’ni bu trajediye müdahale etmeye çağırıyoruz. Türk Generalleri’nin hedeflerinde şu anda sadece siviller oturtulmuştur. Savaşın dışında kalan bu insanlar hayatlarını Türk Devleti’ne emanet etmişlerdir. Tarihlerinde görülmemiş büyüklükte bir askeri yığınağa rağmen bir avuç gerilla ile başa çıkamayan Askerbaşı, intikam için sivillere yönelmiştir.
Şimdi ise, PUKMedia’nın geçtiği habere göre “indirme için yer keşfi” için on Düşman Helikopteri bir kısım askerlerini 1976’dan beri boş olan dağlık bir bölgeye indirmiş ve kısa bir süre sonra defolup gitmişlerdir. Bütün bu hareketlenme Kürt Komandoları tarafından saniye saniye takip edilmiş, eğer emir verilseydi tümünü paketlemeleri işten bile olmayacaktı.
Dinle Tırko, artık Kürdistan’a sefer olur fakat zafer olmaz.. Sefere kalkan rezil olur, rezil! Bunu kendin de göreceksin. Şu yazdıklarımı hayal ürünü, fiction sanma. Savaşa girme emri verdiğin andan itibaren bunu kendin de göreceksin. Belki “zayıf nokta” sandığın Zaxo hattından saldırıya geçebilirsin. Orada seni hangi sürprizin beklediğini ben yazmayayım, iyi askersen kendin bul!
Kürt Askeri Makamları’nın savaş taktiklerini bilmiyoruz (zaten bilsek bile seninle paylaşacak değiliz). Ama Bayük Barzani’den bildiğimiz kadarı ile hattı müdafaa yerine sath-ı müdafaa olacaktır. İşte o zaman çık çıkabilirsen işin içinden. Anandan doğduğun güne lanet okuyacağın günleri o zaman yaşayacaksın.

SERTAC

Su anda Kuzey’de üç Kürd Vilayeti’ni katliamla yüzyüze bırakmış bulunuyorsun. Evet, buralardaki sivil halkımız büyük bir tehlike altındadır. Biz bölge dışındaki Kürtler olarak günde kaç insanımızın senin askerlerin tarafından işkence ile öldürüldüğünü bilmiyoruz. Dünya Güçleri’ni bu trajediye müdahale etmeye çağırıyoruz. Türk Generalleri’nin hedeflerinde şu anda sadece siviller oturtulmuştur. Savaşın dışında kalan bu insanlar hayatlarını Türk Devleti’ne emanet etmişlerdir. Tarihlerinde görülmemiş büyüklükte bir askeri yığınağa rağmen bir avuç gerilla ile başa çıkamayan Askerbaşı, intikam için sivillere yönelmiştir.
Şimdi ise, PUKMedia’nın geçtiği habere göre “indirme için yer keşfi” için on Düşman Helikopteri bir kısım askerlerini 1976’dan beri boş olan dağlık bir bölgeye indirmiş ve kısa bir süre sonra defolup gitmişlerdir. Bütün bu hareketlenme Kürt Komandoları tarafından saniye saniye takip edilmiş, eğer emir verilseydi tümünü paketlemeleri işten bile olmayacaktı.
Dinle Tırko, artık Kürdistan’a sefer olur fakat zafer olmaz.. Sefere kalkan rezil olur, rezil! Bunu kendin de göreceksin. Şu yazdıklarımı hayal ürünü, fiction sanma. Savaşa girme emri verdiğin andan itibaren bunu kendin de göreceksin. Belki “zayıf nokta” sandığın Zaxo hattından saldırıya geçebilirsin. Orada seni hangi sürprizin beklediğini ben yazmayayım, iyi askersen kendin bul!
Kürt Askeri Makamları’nın savaş taktiklerini bilmiyoruz (zaten bilsek bile seninle paylaşacak değiliz). Ama Bayük Barzani’den bildiğimiz kadarı ile hattı müdafaa yerine sath-ı müdafaa olacaktır. İşte o zaman çık çıkabilirsen işin içinden. Anandan doğduğun güne lanet okuyacağın günleri o zaman yaşayacaksın.

SERTAC

Şu anda binlerce güçlüğe, muazzam insani, ekonomik ve doğal yapı kayıplarına mal olan bir bir savaşın belki de son virajındayız.. Bu süreçte Güney’in toprak bütünlüğünün ülkemizin tabii sınırlarına kadar genişletilmesi, Kuzey üzerine oynanan çirkin oyunların boşa çıkarılması mücadelesi bütün sıcaklığı ile gündemimizi işgal etmektedir. Başbuğ’un Güney’e yönelttiği açık tehdidi, Kerkük konusunda haddini aşan ukalaca sözlerini elbette küçümsemiyoruz. Ama ABD’nin hala bu Moğol sürülerine tehammül etmesinin gerçek sebeblerini anlamakta pek güçlük çekmiyoruz..
Şunu iyi bilelim; oturarak dua ederek hiç kimsenin Kürdistan üzerindeki emellerini değiştirmemiz mümkün değildir. Eğer Düşman bizi boğmak istiyorsa, bizim kelleyi baltanın altına yatırmak gibi aptalca bir eğilimimiz olmayacaktır. Aramızdan bazıları, üstelik yetki sahibi anlı şanlı birinin dahil olduğu bir cühela takımı, bunu istiyor diye vatanımızın en büyük parçası olan Kuzey’i altın tepsi içinde düşmana sunmak zorunda olamayız. Bizi çok ucuza satmaya kalkan bu vicdansız, Kimliksiz kafaya elbette sıra gelecektir.
Bakınız kısa bir süre içerisinde neler cereyan etti:
-Düşman iyi polis-kötü polis rolunu çok açıktan oynarken birden bire külah düştü, karakolun bir bütün olduğu ortaya çıktı. Düşman her ne kadar bazı iç çelişkilerle de meşgulken, bize karşı savaşta tereddütsüz bir şekilde, bir bütün halinde hareket ettiğini gösterdi. Sivil kesimde amansız tutuklamalar devam ederken, Dersim, Çolig, Amed, Garzan, Botan ve Hakkari’deki göğüs göğüse savaşlar cereyan etti. Siviller öldürüldü, gerilla diye gösterildi, her türlü yasak silah kullanıldı, ama Cenevre Savaş Sözleşmesi’ne göre suç olan bu fiillere karşı BM çevrelerinden en ufak bir ses çıkmadı.. Fotografları çekilen misket bombalarının görüntüleri hala haber Site’larımızın arşivlerinde duruyor. Bunlar neden ilgili yerlere iletilmiyor?
-Büyükanıt’ın halefi olacak olan General Başbuğ, dolaysız olarak Kerkük’ü (beşinci kol birlikleri vasıtasıyla) kana bulayıp meseleleri içinden çıkılmaz hale getireceklerini söyledi. Asıl meselenin PKK değil Kerkük olduğunu, başka bir yoruma yer kalmayacak bir şekilde ima etti.
-Erdoğan ABD’de, adeta rest çekercesine, dilediği temaslarda bulundu. ABD’ye sert çıktı. Kürtler’in varlığını “azınlık” düzeyinde bile olsa inkar etti. Ayrıca PKK’nin elinde ABD Tankları ve Topları bulunduğunu da pervasızca dile getirdi. Casey bu iddiayı diplomatik bir dille red etmesine rağmen Erdoğan hala “dediğim dedik, çaldığım düdük” aynı şeyleri tekrarlayıp duruyor. AKP hayranlarını burada yerden yere vurduğumuz için kızan çevrelere bu sözler “kutlu” olsun!
-İşte bütün bunlar olurken, Irak İçişleri Bakanı Cevad Bolani bazılarının enjekte ettiği büyük umutlarla Türkiye’ye duhul eyledi. Türk Devleti’nin istediği cümlelerle konuştu, her konuda görüşbirliği sağlamak için Ankara’da bulunluğunu, aynı kelimelerle olmasa da ifade etti. Ama PDK çevrelerinin itirazları gecikmedi ve anlaşma teşebbüsünün üstüne bir tokat gibi indi.
Buraya kadar tamam da bu Bolani’yi kim gönderdi? Kimden Kürtler’i kızdıran “Bolani Antlaşmasını” imzalama talimatını aldı? Türkler’in bu kadar kıymete binmesinde bilmediğimiz bir yan mı var? Anayasal açıdan ve etik açıdan Kürtler olmadan Kürdistan’ı kan gölüne çevirecek bir antlaşma yapmak mümkün olmadığına göre hangi “meçhul” Kürt, Arap veya ABD’li ona garantiler verdi? Oyunun merkezinde Kürdistan’ın hayata gözlerini açma olanağını kaldırmak bulunduğuna göre, bir kuşatma harekatı ile mi karşı karşıyayız? YNK üst düzey yöneticileri neden susuyor? ABD’li Casey neden imzalanan antlaşmadan memnun? Bunlar akla gelen ilk ve çok kritik sorulardır.
Kuzeyli- ve Güneyli Yurtseverler cevabı içinde olan bu soruları daha da açmalı, durumun üstesinden gelmek için düşünmelidirler. Durumu aşmanın en iyi yolunun yeni düşmanlar yaratmadan, eski ittifaklara sımsıkı bağlı kalınan bir taktik ve stratejik yürüyüş belirlemektir.
Kuzey için herşey daha zordur. Bunun sebeplerinden biri eski küfürlü, aşağılayıcı alışkanları terk etmemeleridir.

vrijdag 2 mei 2008

Dersim jenosidi

HAYDAR IŞIK

“Yerde yatan onlarca ölünün içinden iniltiler duyunca irkildim. Oldum olası ölüden, ölümden korkardım. Eve giden yol mezarlığın yanından geçtiği için karanlığa kalmadan eve giderdim. Sanki biri mezarından doğrulup sırtımdan yakalayacak sanırdım. Hortlaklar, mezarlıklar üzerine çok şey dinlemiştim. Dersim’de asker olduktan sonra yüzlerce ölü gördüm. Kendim de Alevi olduğum için, bu zalimlerin nasıl canla başla Alevi katlettiklerini nefretle izledim. O zaman teğmendim. (Anlattığında emekli Albaydı.) Kutu Deresi’nde taaruza kalkmıştık. Birliğim öndeydi. Bir ara çocuk bağırtısı duymuştum. Siperden sesin geldiği yöne bakınca, askerimin üç dört yaşında bir çocuğu süngülemek üzere olduğunu gördüm. Yapma, diye bağırdım. Yanına gittiğimde, yüzü toz kir içinde hıçkıran Kürt çocuğun gözyaşları adeta dere yatağı gibi aşağı yol yapmıştı. - Ulan insan çocuk öldürür mü?- Komutanım emir böyle, o bir Kürt.Seyyar Alay Komutanı vatan hainliği, emre karşı gelme ve hakaretlerden sonra, beni geri hizmete verdi.“ Bu sözleri İzmir’de Elazığ Mığılı dostum Albay Ziya anlatmıştı.1950 yılında Elazığ Devlet hastanesinde sağlık raporu alırken, sinir doktoru Mutemet Yazıcıoğlu, Dersimli olduğumu öğrenince: “Katliam sırasında Pülümür hükümet tabibiydim. Çok insan öldürdüler. Bak sen kurtulmuşsun!“ Erzurum 52.Tümende yedeksubaydım. Tümen komutanı Ali Fethi Esener nereli olduğumu öğrenince selamımı beğenmedi. Kolumu kıracak kadar büküp acıtmıştı. Bu olaydan sonra gittiğim köyde tanıdığım bir sofu. “Dersim savaşında Ali Fethi Esener’in emireriydim. Hozat bölgesinde çok insan katletti“ demişti. Dersim Tertelesini gösteren işaretlerdir. Büyük büyük paşalar haber saldılar Ankara’dan: “İki yüz bin mavzer teslim edeceksiniz.“ Bu bir bahaneydi. Sefer yapılan, ama zafer kazanılmayan Dersim’e açılan savaştı. Kemal Atatürk, Sağır İsmet, Celal Bayar, Mareşal Fevzi Çakmak; çıban başı dedikleri, tarih boyu yiğitlikler diyarını, zaptedip asimile etmek için asker gönderdi, top tüfek tayyare gönderdi. Kemal Atatürk, tabancasını beline bağladığı manevi kızı ve sevgilisi Sabiha Gökçen’i pilot olarak bizzat savaşa sürdü. Koçgiri kasabı General Alpdoğan, Vali Cemal Bardakçı ve daha pek çokları öyle plan yaptılar ki, Dersim’e Dersimli’nin eliyle girmeyi kurdular.Aşiret beylerine kışla yapmaları için müteahitlik, bazılarına teneke dolusu altın, bazılarına nahiye müdürlüğü, bazılarına çiftlik verilip devletçi yapıldı. Sadece bir kaç aşiret onurunu, şerefini korudu. Sonra kışlalar asker dolduruldu. Kürt müteahitler askere erzak taşırken, katliam başladı. Seyid Rıza: “Kürt ve Kürdistan kelimeleri yasaklanmış okullarımız kapatılmış(...)“ mücadelesinde yalnız bırakılmıştı. Devlet ezdi onurunu koruyanları. Katliamını Almanya faşizminin gölgesinde yaparken, dünya habersizdi. Bunlarla işleri bitince sıra sessizlere, bana dokunmayan bin yaşasın diyen, devlete yardım eden onursuzlara gelmişti. Erzak taşıyan müteahitler, devletin uşağı aşiret beyleri devletçi Kürtler ve masum insanlar katledildiler. Katliama biz Kürtler TERTELE DERSİM (Holocaust) deriz. Bu tarih Dersim’de miladıdır. 70.000 insan katledildiği söyleniyor. Selvi boylu, ince yürekli Kürt kadını ve kızları nefret ettikleri Türk askerinin eline düşmemek için kendilerini uçurumlardan bıraktılar. Mağaralara sığınan ihtiyar ve çocuklar gazlandı, mağara kapısına duvar ördüler, katliam fevkalade yapıldı. On binlerce Kürt batıya sürüldü, aileler parçalandı.Geride kalan halk ise beyaz katliamla köklerinden uzaklaştırıldı. Kemalizm tecrübeliydi. Dersim’e rakı, şarap, kağıt oyunları, sulukule halkacıları sokularak erkekler uyuşturuldu. Çocuklar anne kucağından koparılarak, okula çevrilen kışlalarda Türklük yeminiyle serserileştirildi. Katledilenlerin torunları ve sürgünün çocukları Kemalist yapıldılar. Kemal adı yerden mantar gibi bitmeye başladı. Kendisini inkar edip “özbeöz Tırk“ olanlar, köşeyi dönerken övündüler. Hangi baha karşısı namus ve şeref kaybettiğini görmediler. Kürtlükten kaçmak için her çukura yattı bunlar. Alevi oldular, Ehlibeyt oldular, Marx, Lenin, Mao oldular, Zaza oldular ama Kürt olmadılar. 72 milletin bayrağını astılar, ama Kürdün bayrağına düşmanlık ettiler. Hitler’in posterini evine asan Yahudi düşünün, ama bazı soysuzlar bu Paradoksa imza attılar. Kemal Paşa’nın posterlerini sözde Alevi dergahına ve evlerine astılar. Dersim Tertelesini unutmak; yeni katliamlar getirir. Katliamı unutmak; insanın soyuna en büyük ihanetidir. Unutma ey Dersimli, unutursan, barajla, siyanürle, dayattıkları zorba savaşla geride kalan Mazlum Dersim halkını tamamen bitirirler. Hatırla Dersim Tertele’sini. Hatırla uçurumlardan düşen çığlığı. Gazlanan, yakılan, makineliye vurulan on binlerin acısını. Guernica, Dachau, Treblinka, Varşova nasıl unutulmazsa, Dersim de unutulamaz. İnsan olan sorgular. İşte bu nedenle:DERSİM’İ YENİDEN İNŞA CEMİYETİ bu sene Dersim Tertelesi’nin 70. anma toplantısını 4. Mayıs Pazar günü Filmforum im Museum Ludwig, Bischofsgartenstr. 1- Köln adresinde saat 14.00 te yapacaktır.

TURKIYE CETELERI IS BASINDA

Türk devleti yine kendisine yakışanı yaptı.

Newroz kutlamalarında 4 kişiyi katleden devlet güçleri dün İstanbul’da işbaşındaydı. Devlet güçleri, AKP Hükümeti’nin talimatını eksiksiz uyguladı. Emekçilerin Taksim’e yaklaşmasına bile izin verilmedi; bin kişi gözaltına alındı, onlarca kişi yaralandı. 31 yıldır Taksim Meydanı’nı emekçilere kapatan Türk devleti, bu sene de AKP’nin kararlı duruşuyla geleneğini sürdürdü. 15 milyon nüfuslu İstanbul adeta açık bir cezaevine dönüştürüldü. Taksim’e giden bütün yollar kapatıldı, şehrin bütün ulaşım ağı kesildi, 30 bin polis 2 bin jandarma tam teçhizatlı bir şekilde saldırı konumuna geçildi. Sabah erken saatlerinden itibaren başta DİSK Genel Merkezi önünde olmak üzere toplanan emekçilere saldırı başladı. DİSK, KESK ve Türk-İş yöneticileri, sivil toplum örgütü temsilcileri ve milletvekilleri ile birlikte bir grup emekçi DİSK Genel Merkezi’ne kapatıldı. Şiddetli saldırıların sürmesi üzerine 1 Mayıs Tertip Komitesi, Taksim’e yürümekten vazgeçti. Can güvenliği olmadığını, devlet güçlerinin öldürmekten çekinmeyeceğini belirten emekçi temsilcileri, Taksim Meydanı’na çelenk koymak ve açıklama yapmamanın da anlamsızlaştığını belirtti. Küçük grupların Taksim’e çıkma çabaları da sert saldırılarla engellendi. AKP Hükümeti ve İstanbul Valiliği ile Emniyet Müdürlüğü’nün gurur duyduğu tablonun sonucu demokratik muhalefet tarafından ‘devlet terörü’ olarak netelendirdi. Yüzlerce kişi gözaltına alındı, onlarca kişi yaralandı. Sendika ve parti binaları basıldı, hastanelerin acil servislerine bile gaz bombaları atıldı. AKP Hükümeti’nin yasak kararına rağmen 1 Mayıs’ta Taksim’e yürüme konusunda kararlı olan DİSK, KESK ve Türk-İş, daha önce Taksim’e üç koldan gireceklerini ve bir miting yapacaklarını açıklamış; ancak önceki gün amaçlarının sadece Taksim’e yürüyüş yapmak olduğunu açıklamışlardı. Bu karar, üç büyük konfederasyonun, tek koldan; Şişli’den yürüyüşe geçmesini öngörüyordu. Emekçilerin bu kararına rağmen dün kent adeta abluka altına alındı. Geçen yıl olduğu gibi bu yıl da valilik, Taksim meydanını araç trafiğine kapattı; Vapur, tünel, tramvay, metro seferleri sınırlandı ya da tamamen iptal edildi. Bazı okullar da tatil edildi. Çevre illerden takviyelerle birlikte 30 bin polis ve asker, kenti savaş alanına çevirdi. Taksim Meydanı’na konumlandırılan polis ve askerler de meydanı ablukaya aldı. Taksim Meydanı ile bu alana ulaşan tüm yollarda kontrol noktaları oluşturarak çeşitli yerlere konuşlanan polisler, Cumhuriyet Anıtı’nın çevresini de bariyerlerle kapattı. Araç ve yayaların girişine izin verilmeyen meydanda sadece gazeteciler, asker ve polisler bekledi. Beyoğlu’nda bulunan hemen hemen tüm işyerleri açılmazken sadece meydanda bulunan büfeler polise hizmet verdi. Asker ve polis gücüne havadan helikopterle görüntü desteği sunuldu. Emekçiler yürüdü polis saldırdıDevlet güçlerinin tüm bu hazırlıklarına ve tehditlerine rağmen emekçiler, dün sabah erken saatlerden itibaren Şişli’deki DİSK Genel Merkezi önünde toplanmaya başladı. Yaklaşık bin kişilik grup, 06:00 sularında polisin ilk saldırısıyla karşılaştı. Genel merkez binasına sığınan işçileri takip eden devlet güçleri, DİSK’in kapısını zorlayarak içeri girdi ve çok sayıda işçiyi gözaltına aldı. Ancak, diğer yerlerdeki emekçiler, gruplar halinde Taksim’e girmek için öğlen saatlerine kadar çaba göstermeye devam etti. Polis ve asker gücü ise toplanan tüm gruplara saldırıyı sürdürdü. Şişli’de DİSK Genel Merkezi, Osmanbey ve Mecidiyeköy Meydanı’nda toplanan eylemcileri abluka altına alan polis, kırmızı boyalı tazyikli su, biber gazı ve coplarla işçileri engellemek için vargücüyle yönelince, yaralanan ve gözaltına alınan emekçilerin sayısı da arttı. Şişli’de Burhan Gül adında bir kişinin kafasından aldığı kurşunla yaralandığı öğrenildi. Agos Gazetesi önünde toplanan yaklaşık bin 500 kişi de Taksim Meydana yürümek için harekete geçti. Yürüyüşe izin vermeyen polis, biber gazı ile kitleye saldırdı. Bu sırada panzerin önüne geçen CHP Milletvekili Çetin Soysal, “Yanlış yapıyorsunuz” diye bağırdı. Ancak polis eylemcileri tazyikli su ile dağıttı. Eylemciler ise ara sokaklara dağıldı. Polisin saldırısı srasnda olay yerinde görev yapan Anadolu Ajans (AA) Kameraman Engin Morgül ile Reuters Kameraman Bülent Usta, basnçl sudan etkilendi ve kullandklar kameralar krld. Acil servise gaz bombası atıldıTürk Tabibler Birliği Merkez Konseyi üyesi Ali Çerkezoğlu, sabah 06.30’dan itibaren Şişli civarında bulanan hastanelere polis tarafından atılan gaz bombasından etkilenen onlarca göstericinin götürüldüğünü söyledi. Özellikle Şişli Eftal Hastanesi’ne gidenlerin, solunum yetmezliğine varan nefes alma güçlüğü ve zehirlenme belirtileri ile başvurduğunu iletti. Şişli Eftal Hastanesi acil servisine gaz bombası atıldığını belirten Çerkezoğlu, kullanılan yoğun gazın çalışmaları aksattığı ve hastane çalışanlarını da olumsuz etkilediğini belirterek, bu yoğunlukta gaz bombası kullanılmaması gerektiğini söyledi. Mecidiyeköy’de de gelişi güzel atılan gaz bombalarının gaz maskesi bulunmayan 200 polisin bulunduğu araca isabet etmesi sonucu, biber gazından polisler de nasibini aldı. Emekçilere vekil desteği Emekçilerin 1 Mayıs eylemine bazı milletvekileri de destek vermek amacıyla DİSK Genel Merkezi’ne gitti. Bunların arasında DTP Grup Başkanı Ahmet Türk ile vekiller Sırrı Sakık, Aysel Tuğluk, Hasip Kaplan, Sebahat Tuncel ve Akın Birdal da bulunuyordu. ÖDP İstanbul Milletvekili Ufuk Uras da gittiği DİSK binasında gazetecilere, hükümetin demokrasi sınavında bir kere daha sınıfta kaldığını ve yüzüne gözüne bulaştırdığını söyledi. Uras, 1 Mayıs’ın bütün dünyada resmen kutlandığına dikkat çekerek, “Gün orantılı güç kullanma günü değil, aklımızı kullanma günüdür. Emekçilere çiçek, el uzatılması gerek, gaz bombası değil, karşınızdaki düşmanınız değil, düşman gibi davranıyorlar. Emekçilerden nefret ediyorlar. Bu gösterdikleri enerjiyi sosyal devlet için gösterilseydi insanca bir yaşama kavuşurduk” diye konuştu. CHP’li bazı vekiller de ile DSP Genel Başkanı Zeki Sezer de DİSK binasına gidenler arasındaydı. Yasak gaz kullanıldı DİSK Genel Merkezi’nde bulunan CHP milletvekili Mehmet Ali Özpolat, biber gazında etkilenerek kalp spazmı geçirdi. Milletvekili Çetin Soysal da baygınlık geçirdi. CHP Manisa Milletvekili Şahin Mengü ise polisin DİSK binası içine sıktığı biber gazının Cenevre Konvansiyonu’na göre, savaşlarda kullanılmasının bile yasak olduğunu söyledi. Mengü, kullananların yargılanması gerektiğini söyledi. Mengü, “Burada gerçekten dehşet görüntüleri var. Ben Beyrut’ta bile böyle bir şey görmedim. Burada bir vahşet yaşanıyor” diyerek durumu özetledi. Taksim’den vazgeçildi Polisin amansız saldırısı sonucu çok sayıda kişinin yaralanması üzerine DİSK ve KESK başkanları Taksim’e yürüyüşten vazgeçildiğini açıkladı. DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi, DİSK Genel Merkezi önünde KESK Genel Başkanı İsmail Hakkı Tombul, Türk-İş Genel Sekreteri Mustafa Türkel ve bazı demokratik kitle örgütlerinin yöneticileriyle birlikte yaptığı açıklamada, DİSK, KESK, Türk-İş, bazı siyasi partiler ve demokratik kitle örgütlerinin 1 Mayıs’ta sağduyu ortaya koyduklarını dile getirdi. Çelebi, “AKP iktidarının sadece kendine demokrat, sadece türbana özgürlük isteyen ikiyüzlülüğü ortaya çıkmıştır” dedi. “Coşkulu bir bayramla taleplerimizi haykırmak için Taksim’de buluşmak istedik. Şimdi bütün alanlar Taksim olmuştur. Bütün Türkiye Taksim olmuştur” diyen Çelebi, eylemi noktaladıklarını açıkladı. Çelebi, “Bu hükümetin provokasyonuna alet olmamak için sağduyu ile burada eylemi noktalıyoruz. Ancak bu hükümetten hesap sormaya devam edeceğiz” dedi. DİSK Başkanı Çelebi, Taksim’in abluka altına alındığını, emekçilerin araçlarında, köprülerde, evlerinde hapsedildiğini belireterek, “Ama onların hepsi bulundukları yerlerde 1 Mayıs’ı kutluyorlar. Burada tüm arkadaşlarımızı kutluyorum” dedi. Düşmanca saldırıldı KESK Genel Başkanı İsmail Hakkı Tombul da 1 Mayıs’ın barış içinde kutlanmasına izin verilmediğini belirterek, bu tutumu protesto ettiklerini kaydetti. Haklı ve meşru isteklerde bulunduklarını belirten Tombul, “Emekçilerin talepleri önünde kimse duramaz. Biz, Taksim’e yürümek ve 31 yıl önce ölen arkadaşlarımızı anmak istedik. Ancak hükümetin bu olayda yüzü bir kez daha açığa çıktı. İşte AKP’nin demokrasi anlayışı budur” diye konuştu. DİSK Genel Merkezi içinde toplanan işçi ve emekçilerin üzerine de gaz bombaları atıldığını söyleyen Tombul, “Taksim’e gitmek isteyenlere sanki düşman kuvvetleri gibi muamele ediliyor. Oysa biz bu ülkenin üreten gerçek sahipleriyiz” dedi. Tombul da Taksim’e çıkmaktan vazgeçildiğini açıkladı. Çelenk de bırakılmadı Konuşmaların ardından DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi, KESK Genel Başkanı İsmail Hakkı Tombul, DTP’den Ahmet Türk, Aysel Tuğluk, Sırrı Sakık, Akın Birdal, Hasip Kaplan, ÖDP Genel Başkanı Ufuk Uras ve meslek örgütü başkanları Taksim’e doğru yürüyüşe geçti. Yürüyüş sırasında gruptakilerin yolu zaman zaman polislerce kesildi. Görüşmeler sonrasında geçiş güzergahı açılırken, gruptakiler CHP Şişli ilçe binası önünde kendilerini polis barikatının ardında bekleyenlerin yanına gitti. Üç konfederasyonun yetkilileri, kendilerini bekleyenlere bir açıklama yaparak, yürüyüşün sona erdirildiğini, Taksim’e çelenk de bırakılmayacağını bildirdi. Gruplar girmeye çalıştı Ancak bazı gruplar, ara sokaklardan “İşte Taksim işte 1 Mayıs” sloganları atarak Taksim’e doğru yürümek istedi. Olağanüstü önlemlerinin alındığı İstiklal Caddesi girişinde bekleyen çevik kuvvet ekipleri, hem göz yaşartıcı gaz hem de tazyikli suyla gruba müdahale etti. Güvenlik güçleri ara sokaklara kaçan grupları dağıtmak için buralara da gaz sıktı. Ara sokaklara dağılan gruplara polisin sert müdahalesi sürerken, yer yer silah sesleri duyuldu. Cerrah hayrete düşürdü Tecrit edilmiş Taksim Meydanı’nda üst düzey polislerle incelemede bulunan İstanbul Emniyet Müdürü Cellalettin Cerrah ise Şişli ve Pangaltı’da çatışmalar sürerken şu açıklamayı yaptı: İstanbul’da olumsuz bir durum yaşanmadı. Bilanço ağır KESK Başkanı İsmail Hakkı Tombul, 900’e yakın sendikacının göz altına alındığını söyledi. İstanbul Barosu da gözaltı sayısını bin olarak açıkladı. Bazıları kurşunla yüzlerce kişi yaralandı. İstanbul Valiliği Kriz Merkezi’nden yapılan açıklamaya göre ise, yaralanan sivillerden bahseldilmezken; 6 polisin yaralanmasından sözedildi ve 505 kişinin gözaltına alındığı belirtildi. Ankara’da gergin başladı 1 Mayıs, Ankara’da KESK, DİSK, Türk-İş ve bazı sivil toplum örgütlerince Sıhhıye Meydanı’nda yapıldı. Halkevleri kortejinde yer alan engelli bir vatandaşa polisin tekme atması nedeniyle tartışma yaşandı. Yaşanan tartışma arbedeye dönüşünce polis saldırıya geçti.Tertip komitesinin araya girmesiyle olaylar yatıştı. Başta İzmir, Adana ve Mersin olmak üzere Türkiye’nin bir çok kentinde kutlamalar coşkulu geçti.

1 Mayis Turkiyenin yuzkarasi

Yaklaşık 1500 kişinin bulunduğu DİSK binasına yönelik ilk saldırıdan başlayarak, eylemle ilişkili ilişkisiz herkese gaz bombası atıldı. Lösemili hasta çocuklardan, turistlere ve muhabirlere kadar genç yaşlı gaz bombasından nasibini aldı. Hızını alamayan polis, Şişli Etfal Hastanesi'nin bahçesine kaçan eylemcilerin arkasından, biri acil servise, biri hasta çocukların da bulunduğu bölgeye, iki defa bomba atmakta bile sakınca görmedi. 1 Mayıs dolayısıyla Taksim’i kuşatmaya alan polis, yaklaşık 5 bin gaz bombası kullandı. Polis attığı gaz bombaları ile Taksim’i ‘gösterici işgalinden’ kurtarmayı başardı! Cop, biber gazı ve tazyikli suyla müdahale ederek 530 kişi gözaltına alınırken, İHD verilerine göre gözaltı sayısı 2 bin 800 kişi... Ancak tüm bunlara rağmen İstanbul savaş alanına dönerken Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah, olumsuz bir durum yaşanmadığını söyledi. Göz yaşartıcı bomba olarak da adlandırılan 'gaz bombası' ağız, burun ve ciğerlerdeki mukus zarını tahriş ederek yaşlanma, hapşırma ve öksürmeye yol açarak geçici süre vücudun zarar görmesine neden oluyor. Gaz bombası, el bombası biçiminde ya da ayresol tenekeleri içinde depolanır. Biber spreyi ise gözlerde, burunda ve ağızda yanma ve kızarıklığa neden olur. Son yıllarda ise gaz bombası, dünyanın birçok ülkesinde güvenlik güçleri tarafından 'toplumun güvenliğini sağlamak' için kullanılıyor. Ancak toplumsal bir çok olayda kullanılan gaz bombasının sağlık üzerindeki etkisi kesin olarak hala bilinmiyor. GAZ BOMBASININ ETKİLERİ Bu maddelerin akut etkileri arasında gözlerde ağrı, yanma hissi, aşırı göz yaşarması, gözkapaklarının kapanması, görme problemleri, deride kızarıklık, dermatit, egzema, baş ağrısı, baş dönmesi, kusma, pulmoner ödem, akut solunum yetmezliği, hipotansiyon, göğüs ağrısına neden oluyor. Eğer maruz kalan kişilerin astım, kronik akciğer hastalığı, hipertansiyon veya kardiyovasküler hastalığı varsa bu semptomlar çok daha belirgin görülüyor. 30'lu yaşlardaki insanlarda ise bazı riskleri beraberinde getiriyor. Ayrıca bu maddelerin, uzun dönemde kansere ve doğum defektlerine yol açabilecek kromozomal bozukluklara neden olabileceği de iddia edilmekte.