Bu secimde AKP yi yikin
Posted by Bahoz on 24/12/2008, 8:21:18
Sayin Kalkan dunku yazilarinizi dikkatle okumaya calistim epey konuda analizler var.Bunlari degerlendirmek gerekli olduguna inaniyorum.biraz degindigin konularibende acmak istiyorum.1- Turkiye,ninUluslararasi pozisyonu:Yazinizda diyorsunuz ki,Turkiye,nin artik bagimsiz karar alma politika belirleyip yurutme gucu ortadan kalkmistir.Buda Kurt karsiti politikayi surdurebilmek icin,Pkk ya karsi savasabilmekicin yapiliyor.Kurt karsitligi Pkk ya karsi Turkiye,yi daha cok Amerika-Israil cizgisine bagliyor oysa Turkiye mecbur degildir.ucuncu bir yol da var.Bu konuyu biraz acalim.Turkiye Amerik-Israil iliskileri arasina ingiltereyi de Katalim.Cunku Amerika ile Ingiltere iliskileri Turkiye acisindan Avrupa ile iliskilerde anahtar konumdadir Amerika Turkiye nin Avrupa ile ilskilerini onun araciligiyla yurutmeye calisiyorEger bu iliskilere bakilacak olrsa Ingiltere nin Turkiye ile iliskileri Ikinci dunya savasina kadar daha ileri boyutdaydi.Israil devleti Ikinci dunya savasi sonrasi kuruldu ,2.bubya savasi sonrasi Avrupa ikiye bolunmustu.Bunu simgeliyen yalta Konferansi i992 de son buldugu Pariste aciklandi Ardindan Eski Varsova pakti ve Rusya mutefikleri saf degistirdi bunlarin buyuk cogunlugu once NATO ya sonrada AB ye uye yapildilar.Bu degisim kurtleri biraz umutlandirdi Turkiye,nin AB ye aday uye olmasiyla birlikte bu surec yanlis bir sekilde sen,AB,ye karsimisin yoksa taraftarmisin ikilemi tartismasina sokuldu.e Turkiye AB ye uye olrsa kurtler bundan ne kazanacak diye ciddi bir sekilde sorgulanmadi.Turkiye,nin ABye uye olamiyacagi akla getirilmedi.Bu durum geneld kurt hareketi icin onemli bir zaafdir.Israil sorununa gelince oda Turkiye ilgili Politikasini eskisi gibi surduremez Gectigimiz gunlerde Turk basininda Israil,in Insansiz ucak diye adlandirdigi Heronlarin alimindan vazgecildigi aciklandi teknik yonden uyduruk gerekceler sonuldu bence bu durum Turkiye ile iliskilerde kurtler lehine bir degisimdir.Yahudi nufusunun yarisindan fazlasi diaspora da yasiyor.Dunyanin en guclu lobisine sahiptir.Bu ve baska nedenle kurt hareketi,nin bir ikiyuzlu Arap Solcusu veya Filistin Meselesine sicak bakip kurt sorunu gundeme geldigi zaman cark edn bir soven Turk solcusu gibi tutum almasi akil kari degildir.Simdi rafa kaldirilmis gorunen buyuk orta-Dogu projesine onlarin saldirmasi kesinlikle Kurt dusmanligindan kaynaklaniyor.Ikincisi;Turkiye,nin ozel ozel olarak da Akp Hukumeti,nin baris Politikasi bir aldatmacadir.T.C Basbakani Erdogan Diyarbakir,a geldiginde kurt sorunu var bu sorun benim sorunumdur diyordu Simdide Ya Sev yada Terket terketmesi gereken Turk devleti,nin isgalci gucleridir onun kurum ve kuruluslaridir.Kuskusuz buda kurtlerin saglam bir duruslariyla olur.Ben sizin yazinizi dikkatle okudum Kurdistan sorunu yerine hep kurtsorunu diye geciyor.Bu noktada acik ve net olmak gerekiyor.Kurtler Turkiye de azinlik Kurdistan,da ise cogunluk durumundadir kurdistan denen bolgede Turklerden binlerce yil once yasiyorlardi.Bu nedenle Kurt sorunu bir ulke sorunudur Bu sorunun cozumu icin ileri surulecek asgari talep enaza Otonomi olmalidir Yillarca Iran ve Irak kurdistan,i kurtleri Iran,a ve Irak,a Demokrasi Kurdistan a otonomi talebinde bulundular sorunun cozumu icinde Iceride ve disarida kendilerine destek aradilar.Eger bir kurt hareketi otonomiyi bile savunmuyorsa kurt kimlikli bir hareket oldugunu iddia edemez.Eger bu bu konuda netlesme olursa hem iceride hemde disarida diyalog isbirligi ve destek olanaklari artar.Turk devleti,nin manevralari bosa cikarilir kurt sorunu,nun cozumunun onu acilir.Tartisma ve diyaloglar daha iyi bir noktaya gelir. Sayin A.Kaytan,in Sitemizin yazarlarindan Keko ya gonderdigi cevap yazisini daha gorunur bir yere yerlestirip goruslerini tartismaya acacagiz.Sitemize gonderilen PDK-Bakur,un Parlemento secimleriyle ilgili aciklamasi var buna cevap verecegiz umuarimki bu cevap tartisma ve diyalog surecini daha ilerletir.Selamlar
Kürtlerin zaaflarının da dikkate alınması, irdelenmesi gerekir. Bölünmenin, parçalanmanın ve paylaşılmanın hedefi olan bir ulus, birçok zaafı olan bir ulustur. Düşmanları, onun bu zayıf tarafından yararlanarak onu bölmüşler, parçalamışlar, paylaşmışlar, yok etmeye çalışıyorlar.
donderdag 25 december 2008
woensdag 24 december 2008
DERSİMCİLİK, ALEVİLİK ve ZAZACILIK
HAYDAR ISIK
Benim yaşımdaki Dersimliler çok iyi bilir ki, Kırmançki (Dımili-Kırdki) konuşan Sunni inançlı Palululara “Zaza” denilirdi. Zazaların konuştuğu lehçe ise, yanlış olarak bu nedenle Zazaki olarak söylendi. Dersim’deki halkımızın önemli bir bölümü Kırmançki konuşsa da, Mazgirt, Pertek tarafları hemen tamamen, Hozat ile Çemişgezek ise bütününe yakın bir kısmı Kurmanci (Kırdaşki) konuşurlar. Bana göre bir halk fakat iki lehçedir. Ama bazı Dersimlilere göre ise, Zazaca’nın Kürtçe’nin lehçesi olarak tanımlanması büyük ihanet olarak görülmekte ve Zazaca’nın tamamen bağımsız bir dil olduğu ifade edilmektedir. Bunlar Zazaistan haritası çizerek, ayrı bir ulustan bahsetme lüksünde olanlardır.
Bir kısım Dersimliler ise, Aleviliği ön plana tutarak Zazacılığı savunmaktadırlar. Kırmançki konuşan Sunni inancından halkımız ile dinden doğan kültürel farklılıklarını öne çıkarttıklarından onlarla da herhangi bir bağları yok. Yani biz Zazayız diyenlerin önemli bir bölümü, Sunni Zazalar söz konusu edilince, Zazalığını unutup Alevi hüviyetine bürünüyorlar. Bütün bu zahmet niye derseniz, yanıtı: Kürt olmamak içindir, denebilir.
Dr.Cemşid Bender, Dersim’in ve Kureşan (Kuresu) aşiretinden pir olduğunu söyleyen bir zata sorar:
“Sen hangi millettensin?” “Ben Aleviyim.” “Alevilik bir inançtır. Örneğin ben Kürdüm ve Aleviyim.” “Ben Türkmenim.” “Annen baban Türkmence biliyor mu?” “Hayır.” “Peki nasıl Türkmen olursun?” “Ben Ehlibeytin neslinden gelen bir Arabım.” Dr.Cemşid Bender melek sabırlı biridir. Sonunda bu zata: “Sen hiç birşey değilsin.” demiş.
Eskiden Türk solu içinde kendisini Kürt ifade edenlere: “Türk-Kürt yok, hepimiz insanız.” dendiğini pek çoklarınız duymuştur. “Faşizme ölüm, halka hürriyet” sloganı duvarlara yazılırdı. Neden ‘halklara’ demedikleri sorulunca da sertleşirlerdi. Bazı insanlar Kürt olmayı ağır bir yük gördüklerinden olacak, pragmatik davranarak kendilerini başka ifade ediyor olabilirler. Kürt halkı büyük bir halktır. İsteyen kendisini inkar edebilir. Bugün metropollerde sayısız ölçüde asimile edilmiş, Kürtlüğünü ya inkar eden, ya unutan veya rizk içerdiği için, yüreğinde ufak bir Kürtlük alevi olsa da, açık yüreklilikle söylemeyen insanlar vardır. Özellikle Türk solu içinde sözde ‘devrimci’ olmuş Kürtlerde bu durum gözlemlenmektedir.
İşte bu Türk solu geleneğinden gelen Dersimli Kürtler, solun hezimetinden sonra her nedense “Alevilik” ve “Zazacılık” yapmaya başladılar. Bu, bir bakıma işin kolayına kaçmak, devletin zulmünden kurtulmak, geçmişte savunduğu tüm düşüncelere tu kaka demekle beraber, sözde muhalefet cephesinde görünmek için bu yola başvurdukları söylenebilir. Entellektüel düzeyde hiç bir çalışmaya imza atmayanlar, sadece Kırmançki konuşuyor olmak için Zazacılık yapmaya başladılar. Sanki Zaza halkının diline yasak getiren, ulusal baskı yapan, sömürge statüsünde tutan Kürtlermiş gibi, yazılar yazmaya başladılar. Kürtlerin dili, kimliği ve varlığı en ağır yasak altındayken, bunlar zorbaya karşı duracaklarına günahı Kürtlere yüklemeye kalktılar. Benim; Zazaca Kürtçe’nin bir lehçesidir dememe kızarak, kitaplarımı, düşüncelerimi okumadan ve anlamadan karalayıp, neredeyse Zaza ulusunun haini ilan etmeye kalktılar.
Bu Zazacılık yapan arkadaşlar şu sorumuza yanıt vermek zorundadırlar. Diyelim Zazaca konuşan Dersimliler ayrı bir ulusa aittir ve Zazaca bağımsız, kendi başına bir dildir. Peki Kurmanci (Kırdaşki) konuşan Mazgirt, Pertek, Hozat ve Çemişgezek tarafında yaşayan halkımız hangi ulustandır? Bu Kurmanci konuşan halkımız, sadece farklı bir lehçe konuştukları için başka ulustan mı olacaklar? Aynı ruhsal şekillenme, gelenek görenek, kültürel miras ve toprak bütünlüğü ve ekonomik ilişkiler içinde yaşayan bu insanlarımızı iki ulus olarak mı göreceğiz?
Bir de bu arkadaşların beni eleştiren bir başka söylemi var. Ben diyorum ki, Kırmanciye: Kürtlük; Kırmançki ise, Kürtçe anlamında kullanılıyor. Ancak bu sayın arkadaşlar bana hakarete varan sözler ederek, bunun tersini söylüyorlar. Kırmanciye, Kürtlük değil; Kırmançki de Kürtçe değildir, diyorlar. Onlara göre; kendileri Zaza, dili ise Kırmançki veya Zazakidir. Kürtlere ise, Khur; diline de, Kırdaşki denmektedir. Dürüstçe herkes şapkasını önüne koysun, tabii vicdan sahibi biriyse, önyargıdan uzak veya kendisini düzelten anlayışve olgunlukta ise ve eğer sorunu tam bilmiyorsa, çevresinden sorup öğrensin. Kırmançki konuşan Dersimliler, Kurmanci konuşan Dersimlilere ‘Khur’ mu derler? Alevi her Dersimli iyi bilir ki, hatta Kurmanci (Kırdaşki) konuşan dahil, “Khuro” sözcüğü sadece Şafii Kürtler için kullanılmaktadır. Nasıl Türkler bize “Kıro” deyip hakaretamiz ifadede bulunuyorlarsa, Dersimli Aleviler de Şafii Kürtlere “Khuro” demekteler. Şimdi bu hakareti Kürt halkının adı yapmak nasıl yanlışsa, Alevi inançlı Zazalara da “Kızılbaş” demek o kadar yanlış olmaz mı?
Pülümür ve Erzincan’da yaşayan “ÇAREKAN” Kürtçe: “Careku” veya “Carekız” dediğimiz büyük bir aşiret vardır. Bu aşiretin tarihini kendileri şöyle anlatıyorlar: “Palu’da birbirleriyle geçinmeyen iki kardeş varmış. Biri eşyasını alnı akmalı olduğu için “carekez” dediği öküzüne yükleyerek, oradan uzaklaşır. Öküzün duracağı yeri kendisine vatan yapacağına yemin eder. Öküz, Pülümür’de Bağır Dağı eteklerinde Qeragol denen yerde durur. İşte Çarekliler buradan çevreye yayılır.” Dersim’de Alevi olan ve Kırmançki konuşan bu aşiretin Palu tarafındakileri ise Sunni inancında olup yine Kırmançki konuşurlar. Aynen Kırdaşki konuşan İzol aşireti gibi. Dersim’de Alevi, Kürdistan’ın öbür bölgelerinde Sunni inancındadırlar. Yani bunlara ‘Khur’ mu diyelim? Öyleyse, Dersim’de Kurmanci konuşan Alevi halkımıza da mı ‘Khur’ diyelim?
Bu arkadaşlardan Almanya’da eğitim görmüş biri, kafasını öyle karıştırmış ki, kendisine psikologluk yapmak zorunda kalmıştır. “Zazaların Kürt olduğunu söyleyen bir bilim adamı yok, ama Zazaca’nın ayrı bir dil olduğunu söyleyen pek çok bilim adamı var.” diyor. Tekrar edelim ve diyelim ki Zazaca ayrı bir dildir. Hepimize hayırlı uğurlu olsun. O zaman bu dilin yaşaması için bir çaba göster, bu dilin gelişmesini isteyen kurumlara destek sun, bilgini, becerini kat. Bunu isteyince, hemen hayır diyorlar. Çünkü bu dilin yaşamasını isteyen Kürt Ulusal Kurtuluş Mücadelesi olduğundan, onlar ondan felekten kaçar gibi kaçıyorlar. Hatta onu düşman görüyorlar. Tabii bunlar Avrupa koşullarında rahat yaşama kavuştuklarından kalkıp Kürt mücadelesine yakın durma gibi bir rizke neden girsinler? Kürt mücadelesine yakın olan maddi değer katar, zahmete katlanır, yürüyüşlere gider, polis baskısına uğrar, Alman veya diğer devlet vatandaşlığını alamaz. Yani Kürt mücadelesi nereden bakarsan bak, ateşten gömlektir. Yine çok iyi bilinir ki, Kürt mücadelesine kızıp küfredene ise, devlet dost bakıyor. Kürt ulusal mücadelesini eleştirdikleri için Alman yetkilileri tarafından ödüllendirilenler var. Hatta Kürt mücadelesi eleştirme rantı oluştuğu söylenebilinir. Pek çok kişi bunu bildiğinden uzak durur, ama rahat durmaz. Internette sayfa açıp, onu bilimsel olmayan yanlışlarla doldurmayı günümüzde üç-beş yıl okula giden bile yapabilmektedir.
Kürt mücadelesi ise, Medya TV’de, VEROZ ve PELGE programlarıyla bu lehçenin yaşamasına katkı sunuyor. VATE adında dergi çıkarıyor. Bu programların moderatörleri, Kamer ve Erdal arkadaşlar Kırmançki konuşan herkese TV’nin kapılarını açık tutmaktadırlar. Hatta Zazacılık yapsalar bile, dile hizmetleri oluyorsa, katkıları görülüyorsa, onlara bu podyumu kullanma şansı vermekten çekinmiyorlar. Çünkü haklının kimseden korkusu olmaz. O zaman bunlardan, Zaza ulusunun dilini geliştirmek için programlara katılmak, konuşmak ve yardım etmeleri beklenir. Ama, enim dar, diyen gelin gibi oyun bozanlık yapıyorlar. Onu yapmaz, bunu istemez bizim insanımız, en kolayına kaçar, temelsiz teoriler üretir, başka görünür, yeni siyasetler, felsefeler ortaya atar, hakaretler yapar.
Belki okuyucu farkındadır. Özellikle Dersimli çok bireysel, çok dağınık, disiplinsiz, bildiği bildik, sert, doğrusu doğru davranış sergiler. Onun bildiği doğrudan başka doğru olmaz. Herşeyin en iyisini o bilir. Kendisinden insana karşı oldukça acımasızdır. Dersim Katliamı üzerine iki roman yazdım. Kitaplarım Almanca’ya çevrildi. Bunlar üzerine Alman basınında yazılan övgüler, neredeyse bir kitapçık olacak ve üstelik Bavyera Kürltür Bakanlığı “Dersimli Memik Ağa’”nın Almancası olan “Der Agha aus Dersim” kitabımı kendi Gymnasium (lise) ve Realschule (ortaokul) kitaplıklarına ve kütüphanelere tavsiye etti. Bizim Dersimli bunlarla ilgilenmez. Bu kitapları bir Türk yazsaydı, baştacı ederlerdi. Bizimkiler katledilen Dersimlinin acısına katılmaz. Dersimliyi; Zazaca ve Kürtçe konuşuyor ayırımı gözetmeden öldüren rejime söylenecek sözü yokmuş gibi, bizimle uğraşır. Hani bir de uygar, insancıl ve saygılı olsalar gam yemez insan. Bakıyoruz ki, hiç bir birikimi olmayan böyle bir Dersimli uyduruk şeylerle karşımıza çıkıyor. Açık söylemek gerekirse, bu tipleri muhatap almak istemiyorum. Çünkü hizmetlerinin gideceği yol belli, toplum içindeki yerleri belli. Bir bakıma acıdığımı söyleyebilirim. Oysa düşüncesi farklı olsa bile, bazı doğrular altında birlikte mücadelemiz sürebilirdi. Ama bizim çağrılara düşmanlık, cahilce hakaretler gelince, buyurun efendiler yol sizin demek kalıyor. Zazaistan ütopyasında dolaşınız.
Bu arkadaşların varlık nedeni, bir Kürt kurumu olan PKK’ya düşmanlıktan öteye gitmiyor. PKK şimdi KADEK bir Kürt kurumudur, öbürleri gibi bunu da ister beğen, ister beğenme bir Kürt zenginliği olarak görmek gerekir. Kaldı ki içlerinde pek çok “Zaza” dedikleri insanımız var. Politik olarak aynı görüşte olmayabilirsin, ama uygar insan kültürel düzeyde bir konsenz arar. İşte bunu hiç istemiyorlar.
Dersim dernekleri ve internet siteleri kurarak, gerçekte halkımızı ulusal mücadeleden uzaklaştırmayı amaçlayan çalışmalar sürdürmektedirler. İnsafı olan herkes şuna bir karar versin. Bir Dersim derneği başkanı “ PKK adını duyunca midem bulanıyor.” diye konuşursa, bunun Dersim’e hizmeti olurmu? Bu söylemi kabul eder misiniz? Bir yandan örgüte düşmanlık yapıyor, öbür yandan midesini bulandıran kurumun TV’sine çıkmaktan da sıkılmıyor. Siz olsanız buna ne dersiniz? Oysa hakaret etmeden, uygar tarz eleştirisini yapsa, daha saygın olmaz mı? Böylesi biri kalkıp Dersimcilik yapıyor. Dersim ismini kullanma hakkına bile sahip olmaması gerekirken, nasıl olur da bu tipler atalarımızdan kalan bu güzelim ismi kirletiyorlar? Adama sorarlar: “Zeğerek zeğerek, tore cı na kar gerek.”
Bir zamanlar Xormek Aşiret ağası Mehmet Şerif Fırat, devlet destekli Varto tarihi adlı kitabıyla özbeöz Türk olduğumuzu yazdı. Ben 1961 yılında Nazimiye Ortaokulu Müdürlüğüne tayin edildiğimde sadece dört duvardan ibaret sınıflar vardı, ama bakanlık çok sayıda bu kitabı okula göndermişti. Bunu tuvalet kağıdı yapmak bile tiksindiriciydi. Sonra Fırat soyadlı Pülümür Kırmızıköprü’den biri nasıl Türk olduğumuz hezeyanlarını döktü kağıda. Bir gün Münih’te Türk solundan bir grubun toplantısına katılmıştım. “Lolan Oymağı” adlı bir kitap satıyorlardı. Alıp okuyunca, aynen Mehmet şerif Fırat ve öbür Fırat gibi, yalanlarla Türklüğümüzü açıkladığını ibretle okudum. Hani insanın “Bre alçaklar, kendinizi Türk görebilirsiniz, ancak Lolan, Areyan, Xormek aşiretlerini Türklüğe bağlamakla kimin uşağı olduğunuzu bilmediğimizi mi sanıyorsunuz? Barbaros Baykara’nın Dersim kitapları da bilinir. Kimin hangi amaçla yazdırdığı ortadadır. Amaç Romalıların böl parçala ve yönet, prensibine dayanıyor. İşin garibi bu kitapları satanlar da sözde Türk solundan arta kalan devrimci kuruluşlardır.
Konu Zazacılardan uzaklaştı. Aslında yukardaki üç yazarın yaptıklarını, bizim Zazacılar da Kürtleri Zaza ve Khur diye ayırarak sürdürüyorlar. Diyelim Kuzey Kürdistan’da Zazaistan diye bir bölgede Zaza ulusu yaşasın ve hepimiz Zaza olalım. Peki Güneyde Hewreman bölgesinde Zazaca ile yakınlığı olan Goranları hangi ulusa yazalım? Onlar da bir çeşit Zazaca konuşuyorlar. Sorunu bunca karmaşık yapmanın ne gereği var ki? Sen Zaza ol, ben Kürt olayım, ama birlikte Zazacayı geliştirelim. Eğer gayret etmezsek, ne yazık ki benim Kürtçe’nin lehçesi dediğim, birilerinin de Zazaca dili dediği dil kaybolup tarihe gömülmek üzeredir.
Ben Dersimliyim. Alevi gelenekten gelmenin verdiği kültürel öze sahip olduğum ve öyle büyüdüğüm için, Aleviliği seviyorum. Alevi olmayı ayrıca Kırmançki konuşmayı atalarıma saygı olarak görüyor ve de onurlanıyorum. Gerek Navenda PEN a KURD, gerekse Kürdistan Ulusal Kongresi toplantılarında zorlanmakla beraber Kırmançki konuşuyorum. Ayrıca bu kurumlar halkımızın her lehçesinden konuşulmasını karara bağlamışlardıur. Yani ne KNK’de, ne de Navenda PEN a KURD’ da Türkçe konuşamazsın. Şimdi kim bu dilin yaşamasını istiyor? Sizin baskı uyguluyorlar dediğiniz Kürtler bu zenginliğin yaşamasını istiyor. İnsaf sahibi herkes, eğer dile hizmet etmeyi düşünüyorsa, Kürtlerle diyaloga geçer, birlikte bu dili yaşatıp geliştirmenin çarelerini arar. Önce birlikte bu dili ölmekten kurtaralım, sonra da siz Zazaistan kurunuz. Eğer bir gün Kürdistan bağımsız olursa, Kırmançki lehçesi ister bağımsız, ister kültürel otonomi veya demokratik federasyonla istediği tarz yaşamı sürdürmekte özgür olmalıdır. BU fikri başta ben desteklerim. Ama Türkiye devleti Dersim’de bütün coğrafik isimleri değiştirdi, sizin buna karşı uluslararası bir çalışmanız var mı? Kürt Aleviliği, pardon Zazaistan Aleviliği Türklerinkinden farklı elementleri içeriyor, bunu topluma anlattınız mı? Bazıları internet sayfalarının arkasına sığınarak takma isimlerle benim görüşlerimi eleştiriyorlar. Onlara şunu söylemek istiyorum. Hodri meydan, halktan korkmuyorsanız, istediğiniz her yerde halk huzurunda sizinle tartışabilirim. Siz Zazaistan’ı ben de Kürdistan’ı ortaya koyalım, bakalım halkımız hangisine onay verecektir?
Kürt Aleviliğini nasıl Türkleştirip, Kemalist akımın peşine takanlar varsa, bu tarz düşüncelerle Kemalist rejime bilerek ya da bilmeyerek hizmet edenler var. Amaçları da Kürt birliğini bozmaktır. Kürtleri farklı lehçeleri nedeniyle bölmek, en büyük insafsızlık, hatta düşmana hizmettir. Biz farklı lehçelerle birbirimizi anlamakta zorlanıyoruz. Bunun nedenlerini sadece ayrılıkta arıyoruz. Kırmançki ile Kırdaşki’nin yakın yanlarını ise, hiç öne çıkarmıyoruz. Türk sol çevrelerinin halkımız üzerindeki oyununa gelerek, ya başka ulus oluyor, ya da Alevi olup Kemalist Türklerin peşine takılıyoruz. Bu arkadaşlara önerim, önce dilin farklılıklarından değil, aynılıklarını incelesinler. Görecekler ki, bazı farklılıklarına rağmen aynı dilin lehçeleri olduğu görülür. Kuzey Almanya lehçesi ile Bavyeraca birbirlerini anlamaz, ama farklı ulus olduklarını söyleyen kimse çıkmaz. Hani Türklerin bir sözü var: “Cahal bahçasında b.. biter.” Gerçekten de ne çekmişsek yarım bilenden, ya da biliyor görünenden çekmişiz. Bu arkadaşların düşünceleri üzerinde yoğunlaşmalarını yeniden salık verirdim. Aslında bizi ayıran duvarları düşman örüyor ve ne yazık ki onlar da onun oyununa geliyorlar. Aynı topraklarda, aynı ruhi şekillenme, gelenek ve görenek, ekonomik biçimlenmeyle Mazgirtli Kırdaşki konuşanla, Pülümürlü Kırmançki konuşan arasında iki ulus farkı görmek, abesle iştigal etmektir. Mazgirt ve Pertekli gibi Nazimiyeli ve Pülümürlü de pir rayver sahibidir, konuştukları lehçeler farklılık arzetse de bir elmanın yarısı gibi yaşam sürdürüyorken, bunlar nasıl iki halk olsunlar? İşte kafasını ayrı dil ve ulusa takmış arkadaşlar buna yanıt verseler iyi olurdu.
Geçenlerde Kürt PEN Başkanı bana bir metin mailleyerek, kendisini Kürt görmeyen bazı hezeyanların kim tarafından yazıldığını bilmek istedi. Aslında bunların adresi bellidir. Kavaklıdere planlamasının sonucudur. Bir zamanlar Kavaklıdere postahanesinden gönderilmiş “Sayın Zaza Büyüğümüz” diye Kürtleri kötüleyen mektuplar aldığımı bilirim. Aleviliği Türkçülüğün peşine takanlar ile, Kırmançki’yi başka bir ulusun dili yapanların birleştikleri nokta neresi olabilir? Bölüp parçalamanın hesapları nerede yapılıyor dersiniz?
Benim kitaplarımda Kürt olduğumuzu söylememe kızanlar, internet sayfasında böbürlenerek Kürt olmadıklarını açıklayanlar, Kürt olmamak için Alevicilik, Dersimcilik ve Zazacılık yapanlar aslında düşmana hizmet ettiklerinin ayırdında olsalar gerek. Gerçi hem temelsiz düşünsel düzeyleri, hem de halka yakınlıkları itibarıyla herhangi bir hareketlenmeyi yapacak güç ve özveride değiller. Marjinal olsun bizim olsun, prensibiyle işi sürdürüyorlar. İçki masalarında çakırkeyf olunca Zaza olur, ertesi gün Hürriyet gazetesini cebine koyarak, gelecek için soyut ideoloji hazırlar. Kendisini politik tatmin etmek için haftasonu derneğe gider, bir bardak çay içip akıllı sözler eder, ertesi gün boynu kıldan ince hizmet verir. Bu aynen şuna benziyor. HADEP karşısında seçime giren parti başkanına karısı bile oy vermediği halde, hala vatan kurtaran pozuna bürünmesi gibidir. Bu düşüncede esnek olan, bilime inanan, aklı başında ve dürüst herkese çağrım: Gelin birlikte anadilimizi kurtaralım. Düşünceniz farklı olsa bile, konsenz arayalım.
Benim yaşımdaki Dersimliler çok iyi bilir ki, Kırmançki (Dımili-Kırdki) konuşan Sunni inançlı Palululara “Zaza” denilirdi. Zazaların konuştuğu lehçe ise, yanlış olarak bu nedenle Zazaki olarak söylendi. Dersim’deki halkımızın önemli bir bölümü Kırmançki konuşsa da, Mazgirt, Pertek tarafları hemen tamamen, Hozat ile Çemişgezek ise bütününe yakın bir kısmı Kurmanci (Kırdaşki) konuşurlar. Bana göre bir halk fakat iki lehçedir. Ama bazı Dersimlilere göre ise, Zazaca’nın Kürtçe’nin lehçesi olarak tanımlanması büyük ihanet olarak görülmekte ve Zazaca’nın tamamen bağımsız bir dil olduğu ifade edilmektedir. Bunlar Zazaistan haritası çizerek, ayrı bir ulustan bahsetme lüksünde olanlardır.
Bir kısım Dersimliler ise, Aleviliği ön plana tutarak Zazacılığı savunmaktadırlar. Kırmançki konuşan Sunni inancından halkımız ile dinden doğan kültürel farklılıklarını öne çıkarttıklarından onlarla da herhangi bir bağları yok. Yani biz Zazayız diyenlerin önemli bir bölümü, Sunni Zazalar söz konusu edilince, Zazalığını unutup Alevi hüviyetine bürünüyorlar. Bütün bu zahmet niye derseniz, yanıtı: Kürt olmamak içindir, denebilir.
Dr.Cemşid Bender, Dersim’in ve Kureşan (Kuresu) aşiretinden pir olduğunu söyleyen bir zata sorar:
“Sen hangi millettensin?” “Ben Aleviyim.” “Alevilik bir inançtır. Örneğin ben Kürdüm ve Aleviyim.” “Ben Türkmenim.” “Annen baban Türkmence biliyor mu?” “Hayır.” “Peki nasıl Türkmen olursun?” “Ben Ehlibeytin neslinden gelen bir Arabım.” Dr.Cemşid Bender melek sabırlı biridir. Sonunda bu zata: “Sen hiç birşey değilsin.” demiş.
Eskiden Türk solu içinde kendisini Kürt ifade edenlere: “Türk-Kürt yok, hepimiz insanız.” dendiğini pek çoklarınız duymuştur. “Faşizme ölüm, halka hürriyet” sloganı duvarlara yazılırdı. Neden ‘halklara’ demedikleri sorulunca da sertleşirlerdi. Bazı insanlar Kürt olmayı ağır bir yük gördüklerinden olacak, pragmatik davranarak kendilerini başka ifade ediyor olabilirler. Kürt halkı büyük bir halktır. İsteyen kendisini inkar edebilir. Bugün metropollerde sayısız ölçüde asimile edilmiş, Kürtlüğünü ya inkar eden, ya unutan veya rizk içerdiği için, yüreğinde ufak bir Kürtlük alevi olsa da, açık yüreklilikle söylemeyen insanlar vardır. Özellikle Türk solu içinde sözde ‘devrimci’ olmuş Kürtlerde bu durum gözlemlenmektedir.
İşte bu Türk solu geleneğinden gelen Dersimli Kürtler, solun hezimetinden sonra her nedense “Alevilik” ve “Zazacılık” yapmaya başladılar. Bu, bir bakıma işin kolayına kaçmak, devletin zulmünden kurtulmak, geçmişte savunduğu tüm düşüncelere tu kaka demekle beraber, sözde muhalefet cephesinde görünmek için bu yola başvurdukları söylenebilir. Entellektüel düzeyde hiç bir çalışmaya imza atmayanlar, sadece Kırmançki konuşuyor olmak için Zazacılık yapmaya başladılar. Sanki Zaza halkının diline yasak getiren, ulusal baskı yapan, sömürge statüsünde tutan Kürtlermiş gibi, yazılar yazmaya başladılar. Kürtlerin dili, kimliği ve varlığı en ağır yasak altındayken, bunlar zorbaya karşı duracaklarına günahı Kürtlere yüklemeye kalktılar. Benim; Zazaca Kürtçe’nin bir lehçesidir dememe kızarak, kitaplarımı, düşüncelerimi okumadan ve anlamadan karalayıp, neredeyse Zaza ulusunun haini ilan etmeye kalktılar.
Bu Zazacılık yapan arkadaşlar şu sorumuza yanıt vermek zorundadırlar. Diyelim Zazaca konuşan Dersimliler ayrı bir ulusa aittir ve Zazaca bağımsız, kendi başına bir dildir. Peki Kurmanci (Kırdaşki) konuşan Mazgirt, Pertek, Hozat ve Çemişgezek tarafında yaşayan halkımız hangi ulustandır? Bu Kurmanci konuşan halkımız, sadece farklı bir lehçe konuştukları için başka ulustan mı olacaklar? Aynı ruhsal şekillenme, gelenek görenek, kültürel miras ve toprak bütünlüğü ve ekonomik ilişkiler içinde yaşayan bu insanlarımızı iki ulus olarak mı göreceğiz?
Bir de bu arkadaşların beni eleştiren bir başka söylemi var. Ben diyorum ki, Kırmanciye: Kürtlük; Kırmançki ise, Kürtçe anlamında kullanılıyor. Ancak bu sayın arkadaşlar bana hakarete varan sözler ederek, bunun tersini söylüyorlar. Kırmanciye, Kürtlük değil; Kırmançki de Kürtçe değildir, diyorlar. Onlara göre; kendileri Zaza, dili ise Kırmançki veya Zazakidir. Kürtlere ise, Khur; diline de, Kırdaşki denmektedir. Dürüstçe herkes şapkasını önüne koysun, tabii vicdan sahibi biriyse, önyargıdan uzak veya kendisini düzelten anlayışve olgunlukta ise ve eğer sorunu tam bilmiyorsa, çevresinden sorup öğrensin. Kırmançki konuşan Dersimliler, Kurmanci konuşan Dersimlilere ‘Khur’ mu derler? Alevi her Dersimli iyi bilir ki, hatta Kurmanci (Kırdaşki) konuşan dahil, “Khuro” sözcüğü sadece Şafii Kürtler için kullanılmaktadır. Nasıl Türkler bize “Kıro” deyip hakaretamiz ifadede bulunuyorlarsa, Dersimli Aleviler de Şafii Kürtlere “Khuro” demekteler. Şimdi bu hakareti Kürt halkının adı yapmak nasıl yanlışsa, Alevi inançlı Zazalara da “Kızılbaş” demek o kadar yanlış olmaz mı?
Pülümür ve Erzincan’da yaşayan “ÇAREKAN” Kürtçe: “Careku” veya “Carekız” dediğimiz büyük bir aşiret vardır. Bu aşiretin tarihini kendileri şöyle anlatıyorlar: “Palu’da birbirleriyle geçinmeyen iki kardeş varmış. Biri eşyasını alnı akmalı olduğu için “carekez” dediği öküzüne yükleyerek, oradan uzaklaşır. Öküzün duracağı yeri kendisine vatan yapacağına yemin eder. Öküz, Pülümür’de Bağır Dağı eteklerinde Qeragol denen yerde durur. İşte Çarekliler buradan çevreye yayılır.” Dersim’de Alevi olan ve Kırmançki konuşan bu aşiretin Palu tarafındakileri ise Sunni inancında olup yine Kırmançki konuşurlar. Aynen Kırdaşki konuşan İzol aşireti gibi. Dersim’de Alevi, Kürdistan’ın öbür bölgelerinde Sunni inancındadırlar. Yani bunlara ‘Khur’ mu diyelim? Öyleyse, Dersim’de Kurmanci konuşan Alevi halkımıza da mı ‘Khur’ diyelim?
Bu arkadaşlardan Almanya’da eğitim görmüş biri, kafasını öyle karıştırmış ki, kendisine psikologluk yapmak zorunda kalmıştır. “Zazaların Kürt olduğunu söyleyen bir bilim adamı yok, ama Zazaca’nın ayrı bir dil olduğunu söyleyen pek çok bilim adamı var.” diyor. Tekrar edelim ve diyelim ki Zazaca ayrı bir dildir. Hepimize hayırlı uğurlu olsun. O zaman bu dilin yaşaması için bir çaba göster, bu dilin gelişmesini isteyen kurumlara destek sun, bilgini, becerini kat. Bunu isteyince, hemen hayır diyorlar. Çünkü bu dilin yaşamasını isteyen Kürt Ulusal Kurtuluş Mücadelesi olduğundan, onlar ondan felekten kaçar gibi kaçıyorlar. Hatta onu düşman görüyorlar. Tabii bunlar Avrupa koşullarında rahat yaşama kavuştuklarından kalkıp Kürt mücadelesine yakın durma gibi bir rizke neden girsinler? Kürt mücadelesine yakın olan maddi değer katar, zahmete katlanır, yürüyüşlere gider, polis baskısına uğrar, Alman veya diğer devlet vatandaşlığını alamaz. Yani Kürt mücadelesi nereden bakarsan bak, ateşten gömlektir. Yine çok iyi bilinir ki, Kürt mücadelesine kızıp küfredene ise, devlet dost bakıyor. Kürt ulusal mücadelesini eleştirdikleri için Alman yetkilileri tarafından ödüllendirilenler var. Hatta Kürt mücadelesi eleştirme rantı oluştuğu söylenebilinir. Pek çok kişi bunu bildiğinden uzak durur, ama rahat durmaz. Internette sayfa açıp, onu bilimsel olmayan yanlışlarla doldurmayı günümüzde üç-beş yıl okula giden bile yapabilmektedir.
Kürt mücadelesi ise, Medya TV’de, VEROZ ve PELGE programlarıyla bu lehçenin yaşamasına katkı sunuyor. VATE adında dergi çıkarıyor. Bu programların moderatörleri, Kamer ve Erdal arkadaşlar Kırmançki konuşan herkese TV’nin kapılarını açık tutmaktadırlar. Hatta Zazacılık yapsalar bile, dile hizmetleri oluyorsa, katkıları görülüyorsa, onlara bu podyumu kullanma şansı vermekten çekinmiyorlar. Çünkü haklının kimseden korkusu olmaz. O zaman bunlardan, Zaza ulusunun dilini geliştirmek için programlara katılmak, konuşmak ve yardım etmeleri beklenir. Ama, enim dar, diyen gelin gibi oyun bozanlık yapıyorlar. Onu yapmaz, bunu istemez bizim insanımız, en kolayına kaçar, temelsiz teoriler üretir, başka görünür, yeni siyasetler, felsefeler ortaya atar, hakaretler yapar.
Belki okuyucu farkındadır. Özellikle Dersimli çok bireysel, çok dağınık, disiplinsiz, bildiği bildik, sert, doğrusu doğru davranış sergiler. Onun bildiği doğrudan başka doğru olmaz. Herşeyin en iyisini o bilir. Kendisinden insana karşı oldukça acımasızdır. Dersim Katliamı üzerine iki roman yazdım. Kitaplarım Almanca’ya çevrildi. Bunlar üzerine Alman basınında yazılan övgüler, neredeyse bir kitapçık olacak ve üstelik Bavyera Kürltür Bakanlığı “Dersimli Memik Ağa’”nın Almancası olan “Der Agha aus Dersim” kitabımı kendi Gymnasium (lise) ve Realschule (ortaokul) kitaplıklarına ve kütüphanelere tavsiye etti. Bizim Dersimli bunlarla ilgilenmez. Bu kitapları bir Türk yazsaydı, baştacı ederlerdi. Bizimkiler katledilen Dersimlinin acısına katılmaz. Dersimliyi; Zazaca ve Kürtçe konuşuyor ayırımı gözetmeden öldüren rejime söylenecek sözü yokmuş gibi, bizimle uğraşır. Hani bir de uygar, insancıl ve saygılı olsalar gam yemez insan. Bakıyoruz ki, hiç bir birikimi olmayan böyle bir Dersimli uyduruk şeylerle karşımıza çıkıyor. Açık söylemek gerekirse, bu tipleri muhatap almak istemiyorum. Çünkü hizmetlerinin gideceği yol belli, toplum içindeki yerleri belli. Bir bakıma acıdığımı söyleyebilirim. Oysa düşüncesi farklı olsa bile, bazı doğrular altında birlikte mücadelemiz sürebilirdi. Ama bizim çağrılara düşmanlık, cahilce hakaretler gelince, buyurun efendiler yol sizin demek kalıyor. Zazaistan ütopyasında dolaşınız.
Bu arkadaşların varlık nedeni, bir Kürt kurumu olan PKK’ya düşmanlıktan öteye gitmiyor. PKK şimdi KADEK bir Kürt kurumudur, öbürleri gibi bunu da ister beğen, ister beğenme bir Kürt zenginliği olarak görmek gerekir. Kaldı ki içlerinde pek çok “Zaza” dedikleri insanımız var. Politik olarak aynı görüşte olmayabilirsin, ama uygar insan kültürel düzeyde bir konsenz arar. İşte bunu hiç istemiyorlar.
Dersim dernekleri ve internet siteleri kurarak, gerçekte halkımızı ulusal mücadeleden uzaklaştırmayı amaçlayan çalışmalar sürdürmektedirler. İnsafı olan herkes şuna bir karar versin. Bir Dersim derneği başkanı “ PKK adını duyunca midem bulanıyor.” diye konuşursa, bunun Dersim’e hizmeti olurmu? Bu söylemi kabul eder misiniz? Bir yandan örgüte düşmanlık yapıyor, öbür yandan midesini bulandıran kurumun TV’sine çıkmaktan da sıkılmıyor. Siz olsanız buna ne dersiniz? Oysa hakaret etmeden, uygar tarz eleştirisini yapsa, daha saygın olmaz mı? Böylesi biri kalkıp Dersimcilik yapıyor. Dersim ismini kullanma hakkına bile sahip olmaması gerekirken, nasıl olur da bu tipler atalarımızdan kalan bu güzelim ismi kirletiyorlar? Adama sorarlar: “Zeğerek zeğerek, tore cı na kar gerek.”
Bir zamanlar Xormek Aşiret ağası Mehmet Şerif Fırat, devlet destekli Varto tarihi adlı kitabıyla özbeöz Türk olduğumuzu yazdı. Ben 1961 yılında Nazimiye Ortaokulu Müdürlüğüne tayin edildiğimde sadece dört duvardan ibaret sınıflar vardı, ama bakanlık çok sayıda bu kitabı okula göndermişti. Bunu tuvalet kağıdı yapmak bile tiksindiriciydi. Sonra Fırat soyadlı Pülümür Kırmızıköprü’den biri nasıl Türk olduğumuz hezeyanlarını döktü kağıda. Bir gün Münih’te Türk solundan bir grubun toplantısına katılmıştım. “Lolan Oymağı” adlı bir kitap satıyorlardı. Alıp okuyunca, aynen Mehmet şerif Fırat ve öbür Fırat gibi, yalanlarla Türklüğümüzü açıkladığını ibretle okudum. Hani insanın “Bre alçaklar, kendinizi Türk görebilirsiniz, ancak Lolan, Areyan, Xormek aşiretlerini Türklüğe bağlamakla kimin uşağı olduğunuzu bilmediğimizi mi sanıyorsunuz? Barbaros Baykara’nın Dersim kitapları da bilinir. Kimin hangi amaçla yazdırdığı ortadadır. Amaç Romalıların böl parçala ve yönet, prensibine dayanıyor. İşin garibi bu kitapları satanlar da sözde Türk solundan arta kalan devrimci kuruluşlardır.
Konu Zazacılardan uzaklaştı. Aslında yukardaki üç yazarın yaptıklarını, bizim Zazacılar da Kürtleri Zaza ve Khur diye ayırarak sürdürüyorlar. Diyelim Kuzey Kürdistan’da Zazaistan diye bir bölgede Zaza ulusu yaşasın ve hepimiz Zaza olalım. Peki Güneyde Hewreman bölgesinde Zazaca ile yakınlığı olan Goranları hangi ulusa yazalım? Onlar da bir çeşit Zazaca konuşuyorlar. Sorunu bunca karmaşık yapmanın ne gereği var ki? Sen Zaza ol, ben Kürt olayım, ama birlikte Zazacayı geliştirelim. Eğer gayret etmezsek, ne yazık ki benim Kürtçe’nin lehçesi dediğim, birilerinin de Zazaca dili dediği dil kaybolup tarihe gömülmek üzeredir.
Ben Dersimliyim. Alevi gelenekten gelmenin verdiği kültürel öze sahip olduğum ve öyle büyüdüğüm için, Aleviliği seviyorum. Alevi olmayı ayrıca Kırmançki konuşmayı atalarıma saygı olarak görüyor ve de onurlanıyorum. Gerek Navenda PEN a KURD, gerekse Kürdistan Ulusal Kongresi toplantılarında zorlanmakla beraber Kırmançki konuşuyorum. Ayrıca bu kurumlar halkımızın her lehçesinden konuşulmasını karara bağlamışlardıur. Yani ne KNK’de, ne de Navenda PEN a KURD’ da Türkçe konuşamazsın. Şimdi kim bu dilin yaşamasını istiyor? Sizin baskı uyguluyorlar dediğiniz Kürtler bu zenginliğin yaşamasını istiyor. İnsaf sahibi herkes, eğer dile hizmet etmeyi düşünüyorsa, Kürtlerle diyaloga geçer, birlikte bu dili yaşatıp geliştirmenin çarelerini arar. Önce birlikte bu dili ölmekten kurtaralım, sonra da siz Zazaistan kurunuz. Eğer bir gün Kürdistan bağımsız olursa, Kırmançki lehçesi ister bağımsız, ister kültürel otonomi veya demokratik federasyonla istediği tarz yaşamı sürdürmekte özgür olmalıdır. BU fikri başta ben desteklerim. Ama Türkiye devleti Dersim’de bütün coğrafik isimleri değiştirdi, sizin buna karşı uluslararası bir çalışmanız var mı? Kürt Aleviliği, pardon Zazaistan Aleviliği Türklerinkinden farklı elementleri içeriyor, bunu topluma anlattınız mı? Bazıları internet sayfalarının arkasına sığınarak takma isimlerle benim görüşlerimi eleştiriyorlar. Onlara şunu söylemek istiyorum. Hodri meydan, halktan korkmuyorsanız, istediğiniz her yerde halk huzurunda sizinle tartışabilirim. Siz Zazaistan’ı ben de Kürdistan’ı ortaya koyalım, bakalım halkımız hangisine onay verecektir?
Kürt Aleviliğini nasıl Türkleştirip, Kemalist akımın peşine takanlar varsa, bu tarz düşüncelerle Kemalist rejime bilerek ya da bilmeyerek hizmet edenler var. Amaçları da Kürt birliğini bozmaktır. Kürtleri farklı lehçeleri nedeniyle bölmek, en büyük insafsızlık, hatta düşmana hizmettir. Biz farklı lehçelerle birbirimizi anlamakta zorlanıyoruz. Bunun nedenlerini sadece ayrılıkta arıyoruz. Kırmançki ile Kırdaşki’nin yakın yanlarını ise, hiç öne çıkarmıyoruz. Türk sol çevrelerinin halkımız üzerindeki oyununa gelerek, ya başka ulus oluyor, ya da Alevi olup Kemalist Türklerin peşine takılıyoruz. Bu arkadaşlara önerim, önce dilin farklılıklarından değil, aynılıklarını incelesinler. Görecekler ki, bazı farklılıklarına rağmen aynı dilin lehçeleri olduğu görülür. Kuzey Almanya lehçesi ile Bavyeraca birbirlerini anlamaz, ama farklı ulus olduklarını söyleyen kimse çıkmaz. Hani Türklerin bir sözü var: “Cahal bahçasında b.. biter.” Gerçekten de ne çekmişsek yarım bilenden, ya da biliyor görünenden çekmişiz. Bu arkadaşların düşünceleri üzerinde yoğunlaşmalarını yeniden salık verirdim. Aslında bizi ayıran duvarları düşman örüyor ve ne yazık ki onlar da onun oyununa geliyorlar. Aynı topraklarda, aynı ruhi şekillenme, gelenek ve görenek, ekonomik biçimlenmeyle Mazgirtli Kırdaşki konuşanla, Pülümürlü Kırmançki konuşan arasında iki ulus farkı görmek, abesle iştigal etmektir. Mazgirt ve Pertekli gibi Nazimiyeli ve Pülümürlü de pir rayver sahibidir, konuştukları lehçeler farklılık arzetse de bir elmanın yarısı gibi yaşam sürdürüyorken, bunlar nasıl iki halk olsunlar? İşte kafasını ayrı dil ve ulusa takmış arkadaşlar buna yanıt verseler iyi olurdu.
Geçenlerde Kürt PEN Başkanı bana bir metin mailleyerek, kendisini Kürt görmeyen bazı hezeyanların kim tarafından yazıldığını bilmek istedi. Aslında bunların adresi bellidir. Kavaklıdere planlamasının sonucudur. Bir zamanlar Kavaklıdere postahanesinden gönderilmiş “Sayın Zaza Büyüğümüz” diye Kürtleri kötüleyen mektuplar aldığımı bilirim. Aleviliği Türkçülüğün peşine takanlar ile, Kırmançki’yi başka bir ulusun dili yapanların birleştikleri nokta neresi olabilir? Bölüp parçalamanın hesapları nerede yapılıyor dersiniz?
Benim kitaplarımda Kürt olduğumuzu söylememe kızanlar, internet sayfasında böbürlenerek Kürt olmadıklarını açıklayanlar, Kürt olmamak için Alevicilik, Dersimcilik ve Zazacılık yapanlar aslında düşmana hizmet ettiklerinin ayırdında olsalar gerek. Gerçi hem temelsiz düşünsel düzeyleri, hem de halka yakınlıkları itibarıyla herhangi bir hareketlenmeyi yapacak güç ve özveride değiller. Marjinal olsun bizim olsun, prensibiyle işi sürdürüyorlar. İçki masalarında çakırkeyf olunca Zaza olur, ertesi gün Hürriyet gazetesini cebine koyarak, gelecek için soyut ideoloji hazırlar. Kendisini politik tatmin etmek için haftasonu derneğe gider, bir bardak çay içip akıllı sözler eder, ertesi gün boynu kıldan ince hizmet verir. Bu aynen şuna benziyor. HADEP karşısında seçime giren parti başkanına karısı bile oy vermediği halde, hala vatan kurtaran pozuna bürünmesi gibidir. Bu düşüncede esnek olan, bilime inanan, aklı başında ve dürüst herkese çağrım: Gelin birlikte anadilimizi kurtaralım. Düşünceniz farklı olsa bile, konsenz arayalım.
İmam Tayyip'in Kürdistan Seferi
Haydar Isik
Dünya Kürtlerin üzerine geliyor, her taraftan saldırılar var. ABD terör listesine alınmamızı bastırıyor. AB siz teröristsiniz diyor. Kasımpaşalı İmam Tayyip, Kürtleri bitirmek için camiden çıkardığı Türklük ile mehter marşı eşliğinde sefere çıkıyor. Türkiye, Suriye, İran ittifakı kurarak Kürtlere karşı cihad açıyor. Öbür yandan Tayyip içerde Kürtleri uyutuyor. "Kürt olduğunu unut" diyor. Ümmet, Allah, Muhammed diye diye Kürtlere verilen ulusal bilinci boşaltıyor. Kürtlerin güneyde bir varlık olmamaları için üç devleti birleştiriyor. Güney Kürtlerinin mücadelesini boğmak için birbirlerinden nefret etseler bile stratejik ortak olabiliyorlar.Kürt katili çetebaşı yarbay Eken devlet töreni ile hapishaneden çıkarılıyor. APO'yu Kenya'dan getiren özel tim mensubu paraşütle hapishanenin önüne atlıyor. Sevinçten havayi fişekler atılıyor. Tüm bunlar çeteleşmiş devletin Kürt mücadelesini boğmak için gövde gösterisidir. Katil generallerin adları coğrafyamıza veriliyor. Bugün elimizde tek enstrüman olan KONGRA-GEL'e karşı birlikte operasyonlar yapıyorlar. Öbür yandan Avrupa Birliği'ne girmek için Türk işi yalan söyleyerek dünyayı kandırıyor bu sahte Müslüman Tayyip.
Türk solu ise sağından beter kafa bulandırıp, Kürtlerin bilincini karıştırıyor. Acıdır, ama bizim olanaklarımızı kullanarak yapıyorlar. Kürtlerin üzerindeki bu felaketi gören insanlarımızı ilkel milliyetçi, emperyalist yanlısı ve benzeri benzetmelerle kamuoyumuza kötü lanse ediyorlar. Kürtlerin arasındaki sorunları alevlendirmek için benzinle ateşin üzerine gidiyorlar. Enternasyonalizmi Kürtler için de düşündüklerini gösteren emare yok ortada. Bu hazin durumumuza üzülüp ayağa kalkan, Kürtlere haklarını veriniz, diyen yüz Türk birarada göremiyoruz. Hal böyle iken, bu Türk solu kalkıp bize kafa bulandıran nasihat çekerse, ne denir buna, varın bir düşünün?
Müslüman Kürtlerimiz; o her gün Milli Görüş camilerinde farzlarını, sunnetlerini yerine getiren dini bütün soydaşlarımız, bir güne bir gün bu sözde ve sahte Müslüman kardeşleriniz, Türkler, Araplar ve Farsların mazlum Kürtler için yürüdüklerini gördünüz mü? Bir gün camiden boşalıp "Kürtlere özgürlük!" diye bağırdıklarını duydunuz mu? Hayır. Üstelik her zaman camilerde Kürtlere suç yüklüyorlar, değil mi? "Rahat otursunlar." "Ne istiyorlar?" "Allah devletimize zeval vermesin!" Musulman soydaşlarımız, siz de derinden "Amin!" çekersiniz, değil mi? Cennete gitmek için taktığınız takkenizi önünüze, elinizi vicdanınza koymanızın zamanı çoktan geçti. Ya gerçek Müslüman gibi davranır, mazlum Kürt halkına sahip çıkarsınız, ya da Hoca Tayyip Efendi'nin Kürtlere karşı açtığı savaşa ortaksınız.
Alevi Kürtler; hani o mazlum halklardan yana olanlar, insanı kutsal sayanlar, Türk çete devleti, Suriye ve İran ile birleşip Kürtlere saldırırken ve bu işi ulu Atatürk'ün hatırası, Türk Devletinin bekası için yaparken, siz ne yapıyorsunuz? Kürtlere haksızlık yapılıyor, deyip yan oldunuz mu? Yoksa bu katliamcı Atatürk'ün posteri altında "Hu!" çekmeye devam mı ediyorsunuz? Dersim'de katledilen 70.000 can insan değil miydi ki, onları katleden sistemin simgesi posterlerin altında cem tutar, Kürtlükten kaçıp Aleviliği Türklüğün ardılı yaparsınız?Ê
Eğer Kürt Kürtlüğünü bilmez, bölük-pörçük yaşar ve her kafadan bir ses çıkarsa, elbette Türk-İslam sentezli faşist devlet, Fars mollalarıyla birleşir Kürtlere sefer açar. Bir zamanlar Tansu Çiller komutasında on binlerce Kürt katledildi, şimdi İmam Tayyip komutanlık yapıyor Kürt katliamına. Tansu'nun hangi batakta olduğu malum. Tayyip'in gideceği yeri de beraber göreceğiz. Mazlumun ahını alan iflah olmaz. Kürt halkı mazlum bir halktır. Kimsenin malında, toprağında gözü yoktur. Sadece kendisine öz onurlu, güvenli bir yaşam istiyor. Bunu da her Kürt desteklemelidir. Gün; bugün, yarına bırakılmaz. İş bugünün, ertelenmez. Hak aramak hemen şimdi olmalıdır. Alevi, Sunni, Yezidi ve insanım diyen, vicdan sahibi, onur sahibi her Kürt kafasını kumdan çıkarıp halkı üzerindeki bu hazin durumu görmeli ve eylemini acilen göstermelidir.
Dünya Kürtlerin üzerine geliyor, her taraftan saldırılar var. ABD terör listesine alınmamızı bastırıyor. AB siz teröristsiniz diyor. Kasımpaşalı İmam Tayyip, Kürtleri bitirmek için camiden çıkardığı Türklük ile mehter marşı eşliğinde sefere çıkıyor. Türkiye, Suriye, İran ittifakı kurarak Kürtlere karşı cihad açıyor. Öbür yandan Tayyip içerde Kürtleri uyutuyor. "Kürt olduğunu unut" diyor. Ümmet, Allah, Muhammed diye diye Kürtlere verilen ulusal bilinci boşaltıyor. Kürtlerin güneyde bir varlık olmamaları için üç devleti birleştiriyor. Güney Kürtlerinin mücadelesini boğmak için birbirlerinden nefret etseler bile stratejik ortak olabiliyorlar.Kürt katili çetebaşı yarbay Eken devlet töreni ile hapishaneden çıkarılıyor. APO'yu Kenya'dan getiren özel tim mensubu paraşütle hapishanenin önüne atlıyor. Sevinçten havayi fişekler atılıyor. Tüm bunlar çeteleşmiş devletin Kürt mücadelesini boğmak için gövde gösterisidir. Katil generallerin adları coğrafyamıza veriliyor. Bugün elimizde tek enstrüman olan KONGRA-GEL'e karşı birlikte operasyonlar yapıyorlar. Öbür yandan Avrupa Birliği'ne girmek için Türk işi yalan söyleyerek dünyayı kandırıyor bu sahte Müslüman Tayyip.
Türk solu ise sağından beter kafa bulandırıp, Kürtlerin bilincini karıştırıyor. Acıdır, ama bizim olanaklarımızı kullanarak yapıyorlar. Kürtlerin üzerindeki bu felaketi gören insanlarımızı ilkel milliyetçi, emperyalist yanlısı ve benzeri benzetmelerle kamuoyumuza kötü lanse ediyorlar. Kürtlerin arasındaki sorunları alevlendirmek için benzinle ateşin üzerine gidiyorlar. Enternasyonalizmi Kürtler için de düşündüklerini gösteren emare yok ortada. Bu hazin durumumuza üzülüp ayağa kalkan, Kürtlere haklarını veriniz, diyen yüz Türk birarada göremiyoruz. Hal böyle iken, bu Türk solu kalkıp bize kafa bulandıran nasihat çekerse, ne denir buna, varın bir düşünün?
Müslüman Kürtlerimiz; o her gün Milli Görüş camilerinde farzlarını, sunnetlerini yerine getiren dini bütün soydaşlarımız, bir güne bir gün bu sözde ve sahte Müslüman kardeşleriniz, Türkler, Araplar ve Farsların mazlum Kürtler için yürüdüklerini gördünüz mü? Bir gün camiden boşalıp "Kürtlere özgürlük!" diye bağırdıklarını duydunuz mu? Hayır. Üstelik her zaman camilerde Kürtlere suç yüklüyorlar, değil mi? "Rahat otursunlar." "Ne istiyorlar?" "Allah devletimize zeval vermesin!" Musulman soydaşlarımız, siz de derinden "Amin!" çekersiniz, değil mi? Cennete gitmek için taktığınız takkenizi önünüze, elinizi vicdanınza koymanızın zamanı çoktan geçti. Ya gerçek Müslüman gibi davranır, mazlum Kürt halkına sahip çıkarsınız, ya da Hoca Tayyip Efendi'nin Kürtlere karşı açtığı savaşa ortaksınız.
Alevi Kürtler; hani o mazlum halklardan yana olanlar, insanı kutsal sayanlar, Türk çete devleti, Suriye ve İran ile birleşip Kürtlere saldırırken ve bu işi ulu Atatürk'ün hatırası, Türk Devletinin bekası için yaparken, siz ne yapıyorsunuz? Kürtlere haksızlık yapılıyor, deyip yan oldunuz mu? Yoksa bu katliamcı Atatürk'ün posteri altında "Hu!" çekmeye devam mı ediyorsunuz? Dersim'de katledilen 70.000 can insan değil miydi ki, onları katleden sistemin simgesi posterlerin altında cem tutar, Kürtlükten kaçıp Aleviliği Türklüğün ardılı yaparsınız?Ê
Eğer Kürt Kürtlüğünü bilmez, bölük-pörçük yaşar ve her kafadan bir ses çıkarsa, elbette Türk-İslam sentezli faşist devlet, Fars mollalarıyla birleşir Kürtlere sefer açar. Bir zamanlar Tansu Çiller komutasında on binlerce Kürt katledildi, şimdi İmam Tayyip komutanlık yapıyor Kürt katliamına. Tansu'nun hangi batakta olduğu malum. Tayyip'in gideceği yeri de beraber göreceğiz. Mazlumun ahını alan iflah olmaz. Kürt halkı mazlum bir halktır. Kimsenin malında, toprağında gözü yoktur. Sadece kendisine öz onurlu, güvenli bir yaşam istiyor. Bunu da her Kürt desteklemelidir. Gün; bugün, yarına bırakılmaz. İş bugünün, ertelenmez. Hak aramak hemen şimdi olmalıdır. Alevi, Sunni, Yezidi ve insanım diyen, vicdan sahibi, onur sahibi her Kürt kafasını kumdan çıkarıp halkı üzerindeki bu hazin durumu görmeli ve eylemini acilen göstermelidir.
HAYDAR ISIK
ERMENİ SOYKIRIMI
Siz, İzmir’de yaşayan bir Ermeni doktor, İstanbul’da sarraf, Bursa’da tüccar, Afyon’da manifaturacı, hatta Türk ordusunda subaysınız. Anadolu’nun her tarafına dağılmış yaşıyorsunuz. Bir zamanlar Kilikya’da Ermeni Krallığınız vardı. Akdeniz kıyılarında yoğun yaşamaktasınız. Van’da kurulan Urartu devletinin torunlarısınız, orada da nüfusunuz yoğun. Sonra, dünyayı algılayan aydın insansınız. Osmanlı Devletinin feodal gericiliğine, teokratik, diktatör yönetimine karşı diğer halkların aydınlarıyla demokratikleşme çareleri aramaktasınız. Yönetimi değiştirmek için Türklerle beraber uğraş veriyorsunuz. Birlikte kurduğunuz örgüt başarılı olduktan sonra, mızrağın ucunu size gösteriyor. “Ermeniye ölüm!” diyor.
Sonra insanlık için uğursuz yıllar geliyor. I.Dünya Savaşı başlıyor. Almanya, Türkiye’yi saflarında tutmak için, İstanbul’daki Sultan’a “Kutsal Cihad” açtırır. Ve bugün bazı bilim adamları iddia eder ki; Kutsal Cihad plan ve programı, Berlin’de son detaylarına kadar hazırlanıp İttihat ve Terakki paşaları Talat, Enver ve Cemal’e verilir.
Siz Ermeni doktor, tüccar, sarraf, sanatçı, fabrikatör, yani burjuvazi zengin hayat sürdürürken, bir gün kapınıza asker ve polis dayandı. Önce genç erkekleri toplayıp askere aldılar, sonra çoluk, cocuk, kadın, erkek, yaşlı genç yola düşürüldünüz. Nereye gideceğinizi bile bilemeden, binler, on binler, yüz binler İstanbul, İzmir, Ege ve tekmil Anadolu’dan yola çıkarıldınız.
Yozgat ve Çorum tarafından geçirilen kafilelere, Türk köylüleri saldırırken, Türk askeri üç maymunu oynadı. Kestiler Ermenileri, biçtiler, altın dişten, bileziğe velhasıl ne varsa öldürerek aldılar. Aylarca sürdü yürüyüş, ne yıkandılar, ne yediler. Kafile doğuya giderken, ya Türk köylüsünün katliamı, ya da insan gücünün sonuna gelindiğinden sayı giderek azaldı.
Kürdistan’a girişleri de utanç vericiydi. Bugünün korucuları olan o zamanın “Hamidiye Alayları”, çapulcu şerefsizler, bazı Kürt aşiretlerinden devşirilen katiller saldırdılar, Van’da, Kemah’ta ve başka yerlerde Sultan ve İslam Halifesi adına katlettiler. Bunlar utancımızdır. İnsan olduğuna inanan her Kürt utanır bu çapulcu eşkıyaların yaptıklarından.
Kimi bir buçuk milyon, kimi az veya çok gördü bu sayıyı. Ama Türk devleti tarihte ilk planlı programlı katliama imazısını attı. Suriye çöllerine sürülenler koleradan öldüler. Dünya seyretti. Katliam savaşın gölgesinde yapıldı. Aynen Dersim gibi. Dersimliler Ermenileri nispeten korumuşlardı. Ermeniler Alevi olmuş, komşusu Kürtler gibi yaşıyordu. Kemalist devlet: “Sen misin bana Ermeniyi teslim etmeyen?” dediği için Dersim’den öfkesini 70.000 kişi katlederek aldı.
Komşumuz Ermeniler nerede? Kivramız semerci Hüsnü, Agop arkadaşımız? Bir halkı bu şekilde tarih sahnesinden silmek hangi kitaba sığar? Kur’an’da var mı bu insafsızlık? Türk devleti Osmanlıyla övünüyor, ünleniyor, ama Ermeni katliamını görmüyor? Üstelik mağdur, maktul Ermeniyi suçlu yapıyor.
Ben çocukken bizim oralarda Ermeni kiliseleri vardı, hamamları, mezbahaları vardı. Kiliseler yerlebir edildi. Ermeni ve Kürt isimler Türkçeleştirildi. Kızılkilise, Nazımiye yapıldı, Hakis Yayladere ve benim Türkçesini bilmediğim Xarik, Markasor vb ne yapıldılar, bilmiyorum.
Alman faşizmi, Türklerin Ermeni katliamını kendisine örnek aldı. Türkiye, savaşların gölgesinde önce Hıristiyan halkları ortadan kaldırdı, sonra mızrağın ucunu Kürtlere çevirdi. Böylece aldılar mazlumun ahını, öldürdüler milyonları. General Kazım Karabekir: “Giderken zo zo’ları, dönerken lo lo’ları temizleyeceğiz.”dedi. Gerçekten de önce Ermeniler, ardından Kürtler geldi. Bu ahı alanlar rahat edecekler mi? Milyonlarca Ermeninin ahı aheste aheste çıkmaz mı? Almanya katlettiği Yahudi halkından defalarca özür diledi. Türkiye ise, bu katliamı bir türlü kabul etmek istemiyor. Katilin haklılığı gibi bir davranış içindedir. Bir de katliamcı paşalarını onore ediyor. İttihat ve Terakki’nin Türk İslam sentezi bugün daha da katmerli sürdürülüyor.
Oysa Ermeniler topraklarında yaşayıp işinde gücünde olsalardı, ticaret, tarım ve endüstride ileri olan bu halk, Anadolu halklarına ışık tutacak onları aydınlatabilecekti. Gözü dönmüş Türk İslam sentezciler bunu göremezdi. Üstelik Türkiye; faşist, ırkçı Türk-İslam sentezini Kemalizm ile bütünleştirirken, dünyaya entegre olma olanağını da kaybediyor. 90 yıl önce Anadolu ve Mezopotamyadan Ermeni insanının çığlıkları yükseldi. En azından insan olan bu çığlığa saygılı olur. İzmir’de yaşayan Ermeni doktor, İstanbul’da sarraf, Bursa’da tüccar, Afyon’da manifaturacı, hatta Türk ordusunda subay, sanatçı, kültür insanı, dünyayı Türklerden daha iyi algılayan bu insanlar Ermeni oldukları için katledildiler. Bir buçuk milyon çığlık, rahatsız etmez mi sizi? O halde ne yaptınız? www.haydar-isik.com
Siz, İzmir’de yaşayan bir Ermeni doktor, İstanbul’da sarraf, Bursa’da tüccar, Afyon’da manifaturacı, hatta Türk ordusunda subaysınız. Anadolu’nun her tarafına dağılmış yaşıyorsunuz. Bir zamanlar Kilikya’da Ermeni Krallığınız vardı. Akdeniz kıyılarında yoğun yaşamaktasınız. Van’da kurulan Urartu devletinin torunlarısınız, orada da nüfusunuz yoğun. Sonra, dünyayı algılayan aydın insansınız. Osmanlı Devletinin feodal gericiliğine, teokratik, diktatör yönetimine karşı diğer halkların aydınlarıyla demokratikleşme çareleri aramaktasınız. Yönetimi değiştirmek için Türklerle beraber uğraş veriyorsunuz. Birlikte kurduğunuz örgüt başarılı olduktan sonra, mızrağın ucunu size gösteriyor. “Ermeniye ölüm!” diyor.
Sonra insanlık için uğursuz yıllar geliyor. I.Dünya Savaşı başlıyor. Almanya, Türkiye’yi saflarında tutmak için, İstanbul’daki Sultan’a “Kutsal Cihad” açtırır. Ve bugün bazı bilim adamları iddia eder ki; Kutsal Cihad plan ve programı, Berlin’de son detaylarına kadar hazırlanıp İttihat ve Terakki paşaları Talat, Enver ve Cemal’e verilir.
Siz Ermeni doktor, tüccar, sarraf, sanatçı, fabrikatör, yani burjuvazi zengin hayat sürdürürken, bir gün kapınıza asker ve polis dayandı. Önce genç erkekleri toplayıp askere aldılar, sonra çoluk, cocuk, kadın, erkek, yaşlı genç yola düşürüldünüz. Nereye gideceğinizi bile bilemeden, binler, on binler, yüz binler İstanbul, İzmir, Ege ve tekmil Anadolu’dan yola çıkarıldınız.
Yozgat ve Çorum tarafından geçirilen kafilelere, Türk köylüleri saldırırken, Türk askeri üç maymunu oynadı. Kestiler Ermenileri, biçtiler, altın dişten, bileziğe velhasıl ne varsa öldürerek aldılar. Aylarca sürdü yürüyüş, ne yıkandılar, ne yediler. Kafile doğuya giderken, ya Türk köylüsünün katliamı, ya da insan gücünün sonuna gelindiğinden sayı giderek azaldı.
Kürdistan’a girişleri de utanç vericiydi. Bugünün korucuları olan o zamanın “Hamidiye Alayları”, çapulcu şerefsizler, bazı Kürt aşiretlerinden devşirilen katiller saldırdılar, Van’da, Kemah’ta ve başka yerlerde Sultan ve İslam Halifesi adına katlettiler. Bunlar utancımızdır. İnsan olduğuna inanan her Kürt utanır bu çapulcu eşkıyaların yaptıklarından.
Kimi bir buçuk milyon, kimi az veya çok gördü bu sayıyı. Ama Türk devleti tarihte ilk planlı programlı katliama imazısını attı. Suriye çöllerine sürülenler koleradan öldüler. Dünya seyretti. Katliam savaşın gölgesinde yapıldı. Aynen Dersim gibi. Dersimliler Ermenileri nispeten korumuşlardı. Ermeniler Alevi olmuş, komşusu Kürtler gibi yaşıyordu. Kemalist devlet: “Sen misin bana Ermeniyi teslim etmeyen?” dediği için Dersim’den öfkesini 70.000 kişi katlederek aldı.
Komşumuz Ermeniler nerede? Kivramız semerci Hüsnü, Agop arkadaşımız? Bir halkı bu şekilde tarih sahnesinden silmek hangi kitaba sığar? Kur’an’da var mı bu insafsızlık? Türk devleti Osmanlıyla övünüyor, ünleniyor, ama Ermeni katliamını görmüyor? Üstelik mağdur, maktul Ermeniyi suçlu yapıyor.
Ben çocukken bizim oralarda Ermeni kiliseleri vardı, hamamları, mezbahaları vardı. Kiliseler yerlebir edildi. Ermeni ve Kürt isimler Türkçeleştirildi. Kızılkilise, Nazımiye yapıldı, Hakis Yayladere ve benim Türkçesini bilmediğim Xarik, Markasor vb ne yapıldılar, bilmiyorum.
Alman faşizmi, Türklerin Ermeni katliamını kendisine örnek aldı. Türkiye, savaşların gölgesinde önce Hıristiyan halkları ortadan kaldırdı, sonra mızrağın ucunu Kürtlere çevirdi. Böylece aldılar mazlumun ahını, öldürdüler milyonları. General Kazım Karabekir: “Giderken zo zo’ları, dönerken lo lo’ları temizleyeceğiz.”dedi. Gerçekten de önce Ermeniler, ardından Kürtler geldi. Bu ahı alanlar rahat edecekler mi? Milyonlarca Ermeninin ahı aheste aheste çıkmaz mı? Almanya katlettiği Yahudi halkından defalarca özür diledi. Türkiye ise, bu katliamı bir türlü kabul etmek istemiyor. Katilin haklılığı gibi bir davranış içindedir. Bir de katliamcı paşalarını onore ediyor. İttihat ve Terakki’nin Türk İslam sentezi bugün daha da katmerli sürdürülüyor.
Oysa Ermeniler topraklarında yaşayıp işinde gücünde olsalardı, ticaret, tarım ve endüstride ileri olan bu halk, Anadolu halklarına ışık tutacak onları aydınlatabilecekti. Gözü dönmüş Türk İslam sentezciler bunu göremezdi. Üstelik Türkiye; faşist, ırkçı Türk-İslam sentezini Kemalizm ile bütünleştirirken, dünyaya entegre olma olanağını da kaybediyor. 90 yıl önce Anadolu ve Mezopotamyadan Ermeni insanının çığlıkları yükseldi. En azından insan olan bu çığlığa saygılı olur. İzmir’de yaşayan Ermeni doktor, İstanbul’da sarraf, Bursa’da tüccar, Afyon’da manifaturacı, hatta Türk ordusunda subay, sanatçı, kültür insanı, dünyayı Türklerden daha iyi algılayan bu insanlar Ermeni oldukları için katledildiler. Bir buçuk milyon çığlık, rahatsız etmez mi sizi? O halde ne yaptınız? www.haydar-isik.com
donderdag 18 december 2008
Çözüm bekleyen Kerkük sorunu
Kerkük sorunu, Kürdistan’ın kaderini belirleyecek düzeyde. Zorla, haksız çizilen bölge haritasını değiştirebilecek öneme sahip. Kürd vatan parçasının Kürdistan yönetimine ne zaman ve nasıl bir yol izlenerek bağlanacağı henüz belli değil. Birleşmiş Milletler’e havale edildi.
BM Irak Temsilcisi De Mistura’nın 140.maddenin gerektirdiği biçimde çalışmalarını sürdürmesi gerekiyordu. Bunu yapmadı. Sorunu yeniden değerlendirme ve yeni çözümler arama peşinde.
BM Irak Temsilcisinin, bölgede, Irak’ta ve özellikle Kerkük’te varolan ortamın daha da istikrarsızlaşmaması, yeni sorunların çıkmaması, gerginliğin artırılmamasını neden göstererek, adilane çözüm olan 140.maddenin uygulanmasından uzaklaşarak, Kürdlerin lehine olmayan başka çözüm alternatiflerine yöneleceğini sanıyorum.
Bölgede var olan “istikrarı” bozabilecek, Irak’ta tekrar silahlı çatışmaları gündeme getirebilecek gelişmelere zemin hazırlatacak girişimleri, ne BM. ne ABD, ve ne de uluslararası diğer güçler arzu etmekte.
BM’in ilgilendiği uluslararası sorunlar genellikle uzun zamana yayılıyor. Büyük bir kısmı da sonuçsuz kalıyor. Bu da sorunun diğer yanı...
Türk devlet yetkilileri, sorunun BM’e bırakılmasından memnun oldular. Kanımca üç nedenle: Birincisi: BM. Irak Temsilcisinin, yeni sorunlar getirebileceği sandığı çözüm alternatiflerine yaklaşım göstermeyeceği, başka bir anlatımla, 140.maddenin uygulanmasına uzak duracağı hatırlanırsa, bu konuda, Türk devlet yetkilileri her gittikleri yerde, Kerkük Kürdistan yönetimine bağlanırsa iç savaşın çıkabileceğini ileri sürerek kara bir tablo çiziyorlardı.
İkincisi; Türk devlet güçleri, düşündükleri özel statüye kavuşacak Kerkük’ün BM ve uluslararası diğer güçlerin gözetiminde ve garantörlüğünde olacağını hesaplamaktalar.
Üçüncüsü; Sorunun uzun vadeye yayılacağını sanıyorlar. Böyle olunca da, Türk devletinin manevra alanı daha da genişleyeceği, Irak devletiyle ilişkilerinin güçlenebileceği ve böylece Kerkük’ün Kürdistan yönetimine bırakılmamasında etkili olabilmenin olanaklarının olabileceğini düşünmekteler. Buna bir de ABD egemenliğinin Irak devletine bırakılmasını eklemek gerekiyor.
Türk devletinin Güney Kürdistan ile ilgili sinsi planları, programları ve düşündükleri şimdiye kadar gerçekleşmedi, hep yanıldılar. Başarılı olamadılar. Bundan sonra da sorun yaratmaya devam edecekler..,
Sorunu değişik yönleriyle değerlendirmeye tabi tutarak ortaya koyalım.
Irak halkının yüzde seksene yakını Irak federal anayasasını onayladı. Ama, bunun kapsamında olan 140.maddesini savunanlar, yalniz Güney Kürdistanlılar. Arapların ezici çöğunluğu, bu anayasal maddeye sıcak bakmıyorlar. Türkmenlerin küçük bir kısmıda buna dahil.
140.maddenin uygulanması sağlanırsa, Kerkük’ün Kürdistan yönetimine dahil edilmesi söz konusu. Böyle bir durumda, yeni sorunların ortaya çıkacağı değerlendirilmesi yapılıyor.
Iraklı arapların bir kesiminin pasif, diğer -Saddamcı, milliyetçi radikal- kesimlerin aktif olarak ve hatta silahlı çatışmalara girişebilecekleri ileri sürülüyor. Burada bilinçli olarak, çıkabilecek sorunlar çok abartılıyor. Bazı kıpırdamalar olabilir, olacaktır da. Ama, Türk devlet yetkililerinin ileri sürdüğü gibi kıyamet kopmayacaktır. Tam tersi Kerkük daha da istikrarlı olacaktır. Kürdlerin gücü –bilinçli olarak- görmezlikten geliniyor. Kürdler bugün olduğu gibi gelecek gelişmeler karşısında da, Kerkük dahil Güney Kürdistan’ın bütününde, asayışı, istikrari koruma gücüne sahiptır.
Türk, Iran, Suriye ve diğer Arap devletleri ise, şimdiye kadar olan karşı tavırlarını biraz daha sertleştirerek devam edeceklerdır. Hepsi bu...
Sorunun diğer bir yanı da var: Kerkük Kürdistan’a dahil edilmezse, Kürdler kabullenmeyecektır. Asayış istikrarda olmayacaktır. Büyük olasılıkla, silahlı çatışmaların başlayacağı bir sürecin zeminini hazırlayacaktır. Kürdler kendi topraklarına sahipleninceye kadar mücadelelerini sürdüreceklerdır. Bu bilinmekte.
Uluslararası boyutu
Bölgeyi de aşan uluslararası boyutu var. Uluslararası alanda bölgenin geleceğine nasıl bakıldığı önem taşıyor. Geleceğin bölgesinde Kürd ulusunun konumu nasıl değerlendiriliyor? Kerkük’ün Kürdistan yönetimine bağlanması ile ilgili sürecin nasıl bir yol izleyeceği, biraz da bu soruların yanıtında saklıdır.
Kerkük’ün Kürd yönetimine bağlanması, sorunun çözümünü getireceği gibi, bağımsız Kürdistan’ın zeminini de yaratacaktır. Bu da, en azından geride kalan üç devletin yapısını değişime uğratarak, demokratikleşmesinde önemli rol üstlenecektir.
Ayrıca, Kürdistan yönetiminin gelişmelere açık, liberal demokratik dinamik yapısı, bölgedeki gelişmelere katkıda bulunacaktır.
Bağdat yönetimine bağlandığını varsayalım, sorun çözümsüz kalacaktır, belkide, uzun süreye yayılan silahlı çatışmaların olabileceği bir sürecin başlamasına neden olacaktır.
Diğer yanıyla, Bağdat’ta merkezi şii bir yönetimin güçlenebileceğini, zemini hazır olan ikinci bir İran’ın oluşmasına neden olacağı büyük olasılık. Bu da, bölgede güçlenen siyası radikal islami hareketleri güçlendirecektır. Uluslararası güçler böyle bir olasığı değerlendirecekleri kanısındayım.
Kürdlerin zayıf konumu, çözümü geciktirmekte
Kürdlerin içte ve dışta imkanlarının, olanaklarının az olduğu, yeteri kadar yararlanamadıkları gerçeği var. Kendi içinde ki parçalı durumu, eksiklikleri, yetersizlikleri, PKK sorunu, Bağdat yönetimi ile olan problemleri var. PDK ile YNK arasında farklı yaklaşımlar var. PDK, 140.maddenin uygulanmasından yana ve bunda ısrar ederken, YNK ise, 140. maddeye karşı olmamakla birlikte, Kerkük’e özel statü verilmesine yeşil ışık yakıtığı işaretleri gözleniyor. Tüm bunlar, Kerkük’ün Kürdistan yönetimine bağlanmasında olumsuz yönde etkilemekte.
Kerkük’teki ulusal topluluklar
Kürdler, Türkmenler, Araplar, Suryaniler, Kıldaniler birlikte barış içerisinde yaşıyorlar. Aralarında sorun yok. Sorunları yaratan küçük bir azınlık: Türkmen cephesi ve Saddam yanlısı araplardır.
Kürdler, ulusal, dinsel, mezhepsel toplulukların, grupların ve tek tek şahısların demokratik yöntemlerle, Kerkük yönetiminde temsil edilmeleri, görev ve sorumluluklar yüklenerek yönetimi paylaşmaları, en tabii demokratik hakları olarak görüyor. Kürd tarafı bu hakların gerçekleşmesini talep ediyor.
Buna karşı olan, Türk devletinin güdümünde varlığını sürdüren Türkmen cephesi ve Saddam yanlısı olan –Saddam döneminde yerleştirilen- Araplardır.
Bu kesimler, 140.maddeye dahil olan, Kerkük yerli halkının, kendi özgür iradesini referamduma yansıtarak, gelecekleriyle ilgili tercihlerinin yapmasına karşıdırlar. Kerkük’ün Kürdistan yönetimine bağlandığı taktırde, kabul etmeyeceklerini, sorun yaratacakları yönde tehditler savurmaktalar.
Kerkük’te, görev ve sorumluluk paylaşımında, azınlık oldukları halde, çoğunluk olan Kürdlerle eşit paylaşımı dayatıyorlar. Kürdler, Araplar, Türkmenler eşit düzeyde her biri yüzde 32 oranında ve geriye kalan yüzde 4 ise, Süryanilere bırakılarak paylaşımı talep etmekteler. Böyle bir varsayım da, Kerkük’te bütün resmi kurum ve kuruluşlarda yönetme, yönlendirme de, yetki, görev ve sorumlulukların yüzde 64 Türkmen cephesi ve Saddamcı Araplara bırakılması anlamına geliyor. Çoğunlukta olan Kürdler ise, azınlık durumuna düşüyor. Kerkük’ü paylaşma tehlikesini beraberinde getirmesiyle birlikte, eşit paylaşım olmadığı gibi, seçilen yöntemde yanlıştır.
Türkmen cephesi ve Saddamcı yandaşları, nüfus sayımıyla, seçimlerde aldıkları/alacakları oy oranıyla belirlenen azınlık konumlarını kabullenmeyerek, çoğunluğun haklarına sahip olmalarını ve çöğunluk gibi kabul edilmelerini dayatmaktalar. Bunu da, şiddeti içeren tehditvari yöntemle kabul ettirmeye çalışmaktalar. Şiddetle, terör eylemleriyle başkalarının malına topraklarına sahiplenme, Türk tarihsel yaşamından kalan mirastır. Bu kez kafalarını sert kayaya vurarak, zamanın çok gerisinde kaldıklarını ve kanlı mirasın beş para etmedini göreceklerdır.
Bu arada bunu da belirtelim ki, Türkmen cephesi, Türkmen azınlığını temsil etmemektedır. Türkmenlerin geniş kesimi 140.maddenin uygulanmasından yana olduklarını belirtiyorlar.
Karmaşık, hassas ve çıkarların çatıştığı böyle bir tablo karşısında, BM Irak Temsilcisinin, silahlı çatışmalara zemin hazırlamaktan kaçınacağı, gerginliği artırmayacak, en az sorun yaratabilecek çözüm alternatiflerine yöneleceğinden hareket edersek, tablo daki belirtiklerimiz değerlendirildiğinde, sorunun kalıcı çözümünü sağlayacak olan 140.maddeden uzaklaşılacağıdır. Başka çözüm alternatiflerine yöneleceğidır.
Bakınız, BM Irak Temsilcisinden,140. madde ile ilgili atılacak gerekli adımlar beklenirken, tersi yapıldı. 140. madde bir tarafa bırakıldı.Yine üç aşamalı yeni çözüm önerileri sunuldu.
Birinci aşamadaki önerileri kapsayan rapor, kürdlerde şok etkisi yaptı.
Basına yansıdığı kadarıyla, rapor da Kürdleri daha zayıf duruma düşürecek –gerçeği yasıtmayan- maddeler var.
Ezidi, Şebek, Feyli, Kakayi gibi dinsel ve mezhepsel topluluklar Kürd toplumun dışında tutuluyor.
Bu da kaderi belirlenecek bölgelerde yapılacak nüfus sayımında, Kürdleri olduğundan daha az gösterilmesini getirecektır.
Bildiğim kadarıyla, belirtiğimiz değişik din ve mezhebe sahip olan Kürdlerin çoğunluğu, -kerkük dışında- 140.madde ile ilgili olan yerleşim alanlarında yaşıyor.
Eğer BM Irak Temsilcisi Kürd toplumunu din ve mezheplere ayırarak her birinin Irak federal parlamentosunda temsilini sağlayarak, Bağdat yönetimine bağlamayı çözüm önerisi olarak düşünülüyorsa, Kürdlerin bunu kabul etmeyeceği açık.
Kürdler BM’in Irak temsilcisinin ilk raporuna itiraz ettiler.
Gelecek ikinci raporu beklediler. İkinci raporda bazı düzeltmelerin olacağını belirtiler. İkinci rapor açıklanmadı.
BM Irak Temsilcisinin 29/11/2008 tarihinde basına yaptığı açıklamada, ikinci raporun, yerel seçimlerde sorunların yaşanmaması için, seçimlerden sonraya ertelendiği açıklandı. Raporun ne zaman açıklanacağı ile ilgili, net bir tarih verilmedi.
BM Irak Temsilcisinin çözüm önerileri neler olabilir?
Yeni çözüm alternatiflerin neler olacağı bilinmemekle birlikte, bazı olasılıkları ileri sürmek mümkün.
*Kerkük’te yaşayan ulusal azınlıklar arasında uzlaşmaya yönellik, iç yönetim de yeni hukusal düzenlemeler yapılarak, görev ve sorumlulukların paylaşımı ve yasalara bağlanılması olasılığı var. Bu da Kerkük’te özel bir statünün oluşmasını gündeme getirebilir. Bu özel statünün, sınırlandırılmış ilişkilerle Kürdistan yönetimine bırakılması. Tarafların uzlaşması içinde, Bağdat yönetiminin bu özel statü ile ilişkilerinde, bazı hakların, yetki ve sorumlulukların tanınması.
*Yukarıdaki önermenin tam tersi de olabilir. özel statüye sahip olacak Kerkük’ün, sınırlı ilişkilerle Bağdat yönetimine bırakılması ve aynı şekilde, Kürdistan yönetiminin, özel statüyle olan ilişkilerinde, bir kısım hak, yetki ve sorumluluğun verilmesi. Böyle bir önerinin kürdler tarafından kabul görmesi mümküm değil.
*Kerkük özel statüyle –koşulsuz- Kürdistan yönetimine bağlanması.
*BM’in gözetiminde, Kerkük’ün bugün içinde bulunduğu konum korunarak, sorunun çözümünü geleceğe ertelenmesi.
*Uluslararası Kriz Grubu’un (İ.C.G) “Petrol karşılığı toprak alma” önerisi var. Kürdleri aşağılayan, rencide eden bu önerinin gündeme gelmeyeceğini sanıyorum.
BM Temsilcisinin sunacağı çözüm önermelerin kabullenmediği taktirde, 140.maddeye yöneleceği de bir olasılık.
Elbetteki, BM Temsilcisinin sunacağı çözüm önerilerine son noktayı koyacak olan Kürd ve Arap taraflardır.
SONUÇ
Kerkük Kürdistan’ın bir parçasıdır. Kalıcı çözüm; parçanın bütünle birleşmesidir. Bunun dışındaki bütün önermeler çözümü sağlamayacaktır ve yalnızca sorunun ertelenmesine yönelik olacaktır.
BM Irak Temsilcisi, Kerkük’ün Kürdistan yönetimine bağlanmasını sağlayacak olan 140.maddenin gerektirdiği biçimde bir çalışmanın içersine girmeyeceği ve başka öneriler sunacağı açık. Bu nedenle Güneyli Kürdler, BM Temsilcisinin çalışmalarına paralel olarak, kendileri de soruna muhatap olan güçlerle 140.maddenin uygulanması için çalışmalar içerisinde olmaları gerekiyor.
Kürdleri azınlık duruma düşüren, Kerkük’ü adaletsiz bir şekilde paylaştıran, gelecekte çok tehlikeli sorunları yaratacak olan “yüzde 32” paylaşım red edilmeli.
Sorunun çözümünün kolay olmadığı açık.Taraflardan biri Kürdler, diğeri Iraklı Arapların direk muhatap olduğu, özellikle Türk devletinin bütün gücünü seferber ettiği, Iran, Suriye ve diğer arap devletlerinin desteklediği geniş bir cephe. Bunların bir kesiminin uzantıları olan örgütlerin Kerkük’te faliyetlerini sürdürdüklerini de hesaba katmak gerekiyor. Bunların arkasında uluslararası alanda etkinliği olan güçlerde var.
Kürdlerin böylesi çok yönlü güçlere karşı kendini koruması, sorunu kendi lehinde çözmesi, göründüğü kadar kolay geğil. Bu cephe de bulunanlarla karşılıklı çıkarlar gözetilerek, tek tek ilişkiye geçme, uzlaşma noktaları arama kolay olmadığı gibi, mümkün değil. Kerkük’te yaşayan ulusal azınlıklar dişinda kalan güçlerle ortak çıkarlar yok. Kürdlerin kendi topraklarını geri alma, sahiplenme sorunudur. Barışın dışında, diğer güçlerle paylaşılacak ortak çıkara dayalı pay yok.
Kürdistan yönetimin azınlıklarla ilgili yaklaşımı olumlu olmakla birlikte, eksiklikler taşıyor. Kerkük’te yaşayan azınlıkların Kürdlerle çıkarları ortaktır. Aynı geleceği paylaşıyorlar. Bu ortak geleceğin yasalarla güvence altına alınması gerekiyor. Azınlıkların, Kürdistan yönetiminden, güvenceye alınacak haklarını net olarak göremeyince, kendilerini güvence altına alabilme arayışları, onları dış güçlerin oyunlarına malzeme edebiliyor.
Bu bakımdan, Kürdistan anayasası hazırlanarak onaylanması çok önemli. Ne yazık ki, çok gecikti. Ulusal, dinsel, mezhepsel azınlıkların doğal demokratik hakları açık olarak anayasada belirlenerek, garanti altına alınması ve yasalara bağlanması gereklidır. Kendi geleceklerini güvenceye alma ve haklarına sahiplenme en tabii haklarıdır.
Azınlıkların geleceklerini garanti altına alan, doğal demokratik haklarını belirleyen onaylanmış Kürdistan anayasası yok. Bu da Kerkük sorunun çözümüne olumsuz etki etmekte. Kürdlerin manevra alanını daraltmakta.
Toprakların bir kısmının hala Kürdistan yönetiminin dışında kalması, hukuksal nedenlerden ötürü, bu bölgelerde anayasanın halka sunma ve onaylanma koşulları olmadığı nedeniyle, anayasa taslağı bekletiliyorsa, halk onayına sunulmadan, parlamentoda geçici anayasa olarak onaylanma imkanı var.
Kerkük için çok bedel ödendi, devrimler feda edildi, Kürdlerin lehinde olmayan çözüm önermeleri öyle kolay kabul edilmeyecektır. Kürdler, geleceğine yön verecek olan vatan roprak parçasını başkasına kaptırmayacaktır. Artık Kürdler kendi topraklarına sahiplenecek kadar gerekli güçleri var.
Kerkük Kürdistan yönetimine dahil edilecek. Burası açık. Bulanık olan; ne zaman ve nasıl? Özel statü almadan 140.maddeye göre mi? Kerkük’e özel statü verilecek mi? Verilecekse, nasıl?
Kürdlere çok iş düşmekte. Kırk milyondan fazla Kürdün kaderini ilgilendiren Kerkük sorunu çözüm beklemekte. Başta Güney Kürd liderler olmak üzere bütün kürdlere ağır sorumluluklar düşmekte. Çok zor koşullarda mücadele veriliyor. Düşmanlar çok, dostlar az. İçte ve dışta olanaklar ve imkanlar kısıtlı. Sömürge konumundan kaynaklanan yetersizlikler var. Bütün bu saydıklarımıza rağmen, Kürdler bunu başarmak zorundadır. Başaracaktır. Başka çare yok.
H.Çakırbey
BM Irak Temsilcisi De Mistura’nın 140.maddenin gerektirdiği biçimde çalışmalarını sürdürmesi gerekiyordu. Bunu yapmadı. Sorunu yeniden değerlendirme ve yeni çözümler arama peşinde.
BM Irak Temsilcisinin, bölgede, Irak’ta ve özellikle Kerkük’te varolan ortamın daha da istikrarsızlaşmaması, yeni sorunların çıkmaması, gerginliğin artırılmamasını neden göstererek, adilane çözüm olan 140.maddenin uygulanmasından uzaklaşarak, Kürdlerin lehine olmayan başka çözüm alternatiflerine yöneleceğini sanıyorum.
Bölgede var olan “istikrarı” bozabilecek, Irak’ta tekrar silahlı çatışmaları gündeme getirebilecek gelişmelere zemin hazırlatacak girişimleri, ne BM. ne ABD, ve ne de uluslararası diğer güçler arzu etmekte.
BM’in ilgilendiği uluslararası sorunlar genellikle uzun zamana yayılıyor. Büyük bir kısmı da sonuçsuz kalıyor. Bu da sorunun diğer yanı...
Türk devlet yetkilileri, sorunun BM’e bırakılmasından memnun oldular. Kanımca üç nedenle: Birincisi: BM. Irak Temsilcisinin, yeni sorunlar getirebileceği sandığı çözüm alternatiflerine yaklaşım göstermeyeceği, başka bir anlatımla, 140.maddenin uygulanmasına uzak duracağı hatırlanırsa, bu konuda, Türk devlet yetkilileri her gittikleri yerde, Kerkük Kürdistan yönetimine bağlanırsa iç savaşın çıkabileceğini ileri sürerek kara bir tablo çiziyorlardı.
İkincisi; Türk devlet güçleri, düşündükleri özel statüye kavuşacak Kerkük’ün BM ve uluslararası diğer güçlerin gözetiminde ve garantörlüğünde olacağını hesaplamaktalar.
Üçüncüsü; Sorunun uzun vadeye yayılacağını sanıyorlar. Böyle olunca da, Türk devletinin manevra alanı daha da genişleyeceği, Irak devletiyle ilişkilerinin güçlenebileceği ve böylece Kerkük’ün Kürdistan yönetimine bırakılmamasında etkili olabilmenin olanaklarının olabileceğini düşünmekteler. Buna bir de ABD egemenliğinin Irak devletine bırakılmasını eklemek gerekiyor.
Türk devletinin Güney Kürdistan ile ilgili sinsi planları, programları ve düşündükleri şimdiye kadar gerçekleşmedi, hep yanıldılar. Başarılı olamadılar. Bundan sonra da sorun yaratmaya devam edecekler..,
Sorunu değişik yönleriyle değerlendirmeye tabi tutarak ortaya koyalım.
Irak halkının yüzde seksene yakını Irak federal anayasasını onayladı. Ama, bunun kapsamında olan 140.maddesini savunanlar, yalniz Güney Kürdistanlılar. Arapların ezici çöğunluğu, bu anayasal maddeye sıcak bakmıyorlar. Türkmenlerin küçük bir kısmıda buna dahil.
140.maddenin uygulanması sağlanırsa, Kerkük’ün Kürdistan yönetimine dahil edilmesi söz konusu. Böyle bir durumda, yeni sorunların ortaya çıkacağı değerlendirilmesi yapılıyor.
Iraklı arapların bir kesiminin pasif, diğer -Saddamcı, milliyetçi radikal- kesimlerin aktif olarak ve hatta silahlı çatışmalara girişebilecekleri ileri sürülüyor. Burada bilinçli olarak, çıkabilecek sorunlar çok abartılıyor. Bazı kıpırdamalar olabilir, olacaktır da. Ama, Türk devlet yetkililerinin ileri sürdüğü gibi kıyamet kopmayacaktır. Tam tersi Kerkük daha da istikrarlı olacaktır. Kürdlerin gücü –bilinçli olarak- görmezlikten geliniyor. Kürdler bugün olduğu gibi gelecek gelişmeler karşısında da, Kerkük dahil Güney Kürdistan’ın bütününde, asayışı, istikrari koruma gücüne sahiptır.
Türk, Iran, Suriye ve diğer Arap devletleri ise, şimdiye kadar olan karşı tavırlarını biraz daha sertleştirerek devam edeceklerdır. Hepsi bu...
Sorunun diğer bir yanı da var: Kerkük Kürdistan’a dahil edilmezse, Kürdler kabullenmeyecektır. Asayış istikrarda olmayacaktır. Büyük olasılıkla, silahlı çatışmaların başlayacağı bir sürecin zeminini hazırlayacaktır. Kürdler kendi topraklarına sahipleninceye kadar mücadelelerini sürdüreceklerdır. Bu bilinmekte.
Uluslararası boyutu
Bölgeyi de aşan uluslararası boyutu var. Uluslararası alanda bölgenin geleceğine nasıl bakıldığı önem taşıyor. Geleceğin bölgesinde Kürd ulusunun konumu nasıl değerlendiriliyor? Kerkük’ün Kürdistan yönetimine bağlanması ile ilgili sürecin nasıl bir yol izleyeceği, biraz da bu soruların yanıtında saklıdır.
Kerkük’ün Kürd yönetimine bağlanması, sorunun çözümünü getireceği gibi, bağımsız Kürdistan’ın zeminini de yaratacaktır. Bu da, en azından geride kalan üç devletin yapısını değişime uğratarak, demokratikleşmesinde önemli rol üstlenecektir.
Ayrıca, Kürdistan yönetiminin gelişmelere açık, liberal demokratik dinamik yapısı, bölgedeki gelişmelere katkıda bulunacaktır.
Bağdat yönetimine bağlandığını varsayalım, sorun çözümsüz kalacaktır, belkide, uzun süreye yayılan silahlı çatışmaların olabileceği bir sürecin başlamasına neden olacaktır.
Diğer yanıyla, Bağdat’ta merkezi şii bir yönetimin güçlenebileceğini, zemini hazır olan ikinci bir İran’ın oluşmasına neden olacağı büyük olasılık. Bu da, bölgede güçlenen siyası radikal islami hareketleri güçlendirecektır. Uluslararası güçler böyle bir olasığı değerlendirecekleri kanısındayım.
Kürdlerin zayıf konumu, çözümü geciktirmekte
Kürdlerin içte ve dışta imkanlarının, olanaklarının az olduğu, yeteri kadar yararlanamadıkları gerçeği var. Kendi içinde ki parçalı durumu, eksiklikleri, yetersizlikleri, PKK sorunu, Bağdat yönetimi ile olan problemleri var. PDK ile YNK arasında farklı yaklaşımlar var. PDK, 140.maddenin uygulanmasından yana ve bunda ısrar ederken, YNK ise, 140. maddeye karşı olmamakla birlikte, Kerkük’e özel statü verilmesine yeşil ışık yakıtığı işaretleri gözleniyor. Tüm bunlar, Kerkük’ün Kürdistan yönetimine bağlanmasında olumsuz yönde etkilemekte.
Kerkük’teki ulusal topluluklar
Kürdler, Türkmenler, Araplar, Suryaniler, Kıldaniler birlikte barış içerisinde yaşıyorlar. Aralarında sorun yok. Sorunları yaratan küçük bir azınlık: Türkmen cephesi ve Saddam yanlısı araplardır.
Kürdler, ulusal, dinsel, mezhepsel toplulukların, grupların ve tek tek şahısların demokratik yöntemlerle, Kerkük yönetiminde temsil edilmeleri, görev ve sorumluluklar yüklenerek yönetimi paylaşmaları, en tabii demokratik hakları olarak görüyor. Kürd tarafı bu hakların gerçekleşmesini talep ediyor.
Buna karşı olan, Türk devletinin güdümünde varlığını sürdüren Türkmen cephesi ve Saddam yanlısı olan –Saddam döneminde yerleştirilen- Araplardır.
Bu kesimler, 140.maddeye dahil olan, Kerkük yerli halkının, kendi özgür iradesini referamduma yansıtarak, gelecekleriyle ilgili tercihlerinin yapmasına karşıdırlar. Kerkük’ün Kürdistan yönetimine bağlandığı taktırde, kabul etmeyeceklerini, sorun yaratacakları yönde tehditler savurmaktalar.
Kerkük’te, görev ve sorumluluk paylaşımında, azınlık oldukları halde, çoğunluk olan Kürdlerle eşit paylaşımı dayatıyorlar. Kürdler, Araplar, Türkmenler eşit düzeyde her biri yüzde 32 oranında ve geriye kalan yüzde 4 ise, Süryanilere bırakılarak paylaşımı talep etmekteler. Böyle bir varsayım da, Kerkük’te bütün resmi kurum ve kuruluşlarda yönetme, yönlendirme de, yetki, görev ve sorumlulukların yüzde 64 Türkmen cephesi ve Saddamcı Araplara bırakılması anlamına geliyor. Çoğunlukta olan Kürdler ise, azınlık durumuna düşüyor. Kerkük’ü paylaşma tehlikesini beraberinde getirmesiyle birlikte, eşit paylaşım olmadığı gibi, seçilen yöntemde yanlıştır.
Türkmen cephesi ve Saddamcı yandaşları, nüfus sayımıyla, seçimlerde aldıkları/alacakları oy oranıyla belirlenen azınlık konumlarını kabullenmeyerek, çoğunluğun haklarına sahip olmalarını ve çöğunluk gibi kabul edilmelerini dayatmaktalar. Bunu da, şiddeti içeren tehditvari yöntemle kabul ettirmeye çalışmaktalar. Şiddetle, terör eylemleriyle başkalarının malına topraklarına sahiplenme, Türk tarihsel yaşamından kalan mirastır. Bu kez kafalarını sert kayaya vurarak, zamanın çok gerisinde kaldıklarını ve kanlı mirasın beş para etmedini göreceklerdır.
Bu arada bunu da belirtelim ki, Türkmen cephesi, Türkmen azınlığını temsil etmemektedır. Türkmenlerin geniş kesimi 140.maddenin uygulanmasından yana olduklarını belirtiyorlar.
Karmaşık, hassas ve çıkarların çatıştığı böyle bir tablo karşısında, BM Irak Temsilcisinin, silahlı çatışmalara zemin hazırlamaktan kaçınacağı, gerginliği artırmayacak, en az sorun yaratabilecek çözüm alternatiflerine yöneleceğinden hareket edersek, tablo daki belirtiklerimiz değerlendirildiğinde, sorunun kalıcı çözümünü sağlayacak olan 140.maddeden uzaklaşılacağıdır. Başka çözüm alternatiflerine yöneleceğidır.
Bakınız, BM Irak Temsilcisinden,140. madde ile ilgili atılacak gerekli adımlar beklenirken, tersi yapıldı. 140. madde bir tarafa bırakıldı.Yine üç aşamalı yeni çözüm önerileri sunuldu.
Birinci aşamadaki önerileri kapsayan rapor, kürdlerde şok etkisi yaptı.
Basına yansıdığı kadarıyla, rapor da Kürdleri daha zayıf duruma düşürecek –gerçeği yasıtmayan- maddeler var.
Ezidi, Şebek, Feyli, Kakayi gibi dinsel ve mezhepsel topluluklar Kürd toplumun dışında tutuluyor.
Bu da kaderi belirlenecek bölgelerde yapılacak nüfus sayımında, Kürdleri olduğundan daha az gösterilmesini getirecektır.
Bildiğim kadarıyla, belirtiğimiz değişik din ve mezhebe sahip olan Kürdlerin çoğunluğu, -kerkük dışında- 140.madde ile ilgili olan yerleşim alanlarında yaşıyor.
Eğer BM Irak Temsilcisi Kürd toplumunu din ve mezheplere ayırarak her birinin Irak federal parlamentosunda temsilini sağlayarak, Bağdat yönetimine bağlamayı çözüm önerisi olarak düşünülüyorsa, Kürdlerin bunu kabul etmeyeceği açık.
Kürdler BM’in Irak temsilcisinin ilk raporuna itiraz ettiler.
Gelecek ikinci raporu beklediler. İkinci raporda bazı düzeltmelerin olacağını belirtiler. İkinci rapor açıklanmadı.
BM Irak Temsilcisinin 29/11/2008 tarihinde basına yaptığı açıklamada, ikinci raporun, yerel seçimlerde sorunların yaşanmaması için, seçimlerden sonraya ertelendiği açıklandı. Raporun ne zaman açıklanacağı ile ilgili, net bir tarih verilmedi.
BM Irak Temsilcisinin çözüm önerileri neler olabilir?
Yeni çözüm alternatiflerin neler olacağı bilinmemekle birlikte, bazı olasılıkları ileri sürmek mümkün.
*Kerkük’te yaşayan ulusal azınlıklar arasında uzlaşmaya yönellik, iç yönetim de yeni hukusal düzenlemeler yapılarak, görev ve sorumlulukların paylaşımı ve yasalara bağlanılması olasılığı var. Bu da Kerkük’te özel bir statünün oluşmasını gündeme getirebilir. Bu özel statünün, sınırlandırılmış ilişkilerle Kürdistan yönetimine bırakılması. Tarafların uzlaşması içinde, Bağdat yönetiminin bu özel statü ile ilişkilerinde, bazı hakların, yetki ve sorumlulukların tanınması.
*Yukarıdaki önermenin tam tersi de olabilir. özel statüye sahip olacak Kerkük’ün, sınırlı ilişkilerle Bağdat yönetimine bırakılması ve aynı şekilde, Kürdistan yönetiminin, özel statüyle olan ilişkilerinde, bir kısım hak, yetki ve sorumluluğun verilmesi. Böyle bir önerinin kürdler tarafından kabul görmesi mümküm değil.
*Kerkük özel statüyle –koşulsuz- Kürdistan yönetimine bağlanması.
*BM’in gözetiminde, Kerkük’ün bugün içinde bulunduğu konum korunarak, sorunun çözümünü geleceğe ertelenmesi.
*Uluslararası Kriz Grubu’un (İ.C.G) “Petrol karşılığı toprak alma” önerisi var. Kürdleri aşağılayan, rencide eden bu önerinin gündeme gelmeyeceğini sanıyorum.
BM Temsilcisinin sunacağı çözüm önermelerin kabullenmediği taktirde, 140.maddeye yöneleceği de bir olasılık.
Elbetteki, BM Temsilcisinin sunacağı çözüm önerilerine son noktayı koyacak olan Kürd ve Arap taraflardır.
SONUÇ
Kerkük Kürdistan’ın bir parçasıdır. Kalıcı çözüm; parçanın bütünle birleşmesidir. Bunun dışındaki bütün önermeler çözümü sağlamayacaktır ve yalnızca sorunun ertelenmesine yönelik olacaktır.
BM Irak Temsilcisi, Kerkük’ün Kürdistan yönetimine bağlanmasını sağlayacak olan 140.maddenin gerektirdiği biçimde bir çalışmanın içersine girmeyeceği ve başka öneriler sunacağı açık. Bu nedenle Güneyli Kürdler, BM Temsilcisinin çalışmalarına paralel olarak, kendileri de soruna muhatap olan güçlerle 140.maddenin uygulanması için çalışmalar içerisinde olmaları gerekiyor.
Kürdleri azınlık duruma düşüren, Kerkük’ü adaletsiz bir şekilde paylaştıran, gelecekte çok tehlikeli sorunları yaratacak olan “yüzde 32” paylaşım red edilmeli.
Sorunun çözümünün kolay olmadığı açık.Taraflardan biri Kürdler, diğeri Iraklı Arapların direk muhatap olduğu, özellikle Türk devletinin bütün gücünü seferber ettiği, Iran, Suriye ve diğer arap devletlerinin desteklediği geniş bir cephe. Bunların bir kesiminin uzantıları olan örgütlerin Kerkük’te faliyetlerini sürdürdüklerini de hesaba katmak gerekiyor. Bunların arkasında uluslararası alanda etkinliği olan güçlerde var.
Kürdlerin böylesi çok yönlü güçlere karşı kendini koruması, sorunu kendi lehinde çözmesi, göründüğü kadar kolay geğil. Bu cephe de bulunanlarla karşılıklı çıkarlar gözetilerek, tek tek ilişkiye geçme, uzlaşma noktaları arama kolay olmadığı gibi, mümkün değil. Kerkük’te yaşayan ulusal azınlıklar dişinda kalan güçlerle ortak çıkarlar yok. Kürdlerin kendi topraklarını geri alma, sahiplenme sorunudur. Barışın dışında, diğer güçlerle paylaşılacak ortak çıkara dayalı pay yok.
Kürdistan yönetimin azınlıklarla ilgili yaklaşımı olumlu olmakla birlikte, eksiklikler taşıyor. Kerkük’te yaşayan azınlıkların Kürdlerle çıkarları ortaktır. Aynı geleceği paylaşıyorlar. Bu ortak geleceğin yasalarla güvence altına alınması gerekiyor. Azınlıkların, Kürdistan yönetiminden, güvenceye alınacak haklarını net olarak göremeyince, kendilerini güvence altına alabilme arayışları, onları dış güçlerin oyunlarına malzeme edebiliyor.
Bu bakımdan, Kürdistan anayasası hazırlanarak onaylanması çok önemli. Ne yazık ki, çok gecikti. Ulusal, dinsel, mezhepsel azınlıkların doğal demokratik hakları açık olarak anayasada belirlenerek, garanti altına alınması ve yasalara bağlanması gereklidır. Kendi geleceklerini güvenceye alma ve haklarına sahiplenme en tabii haklarıdır.
Azınlıkların geleceklerini garanti altına alan, doğal demokratik haklarını belirleyen onaylanmış Kürdistan anayasası yok. Bu da Kerkük sorunun çözümüne olumsuz etki etmekte. Kürdlerin manevra alanını daraltmakta.
Toprakların bir kısmının hala Kürdistan yönetiminin dışında kalması, hukuksal nedenlerden ötürü, bu bölgelerde anayasanın halka sunma ve onaylanma koşulları olmadığı nedeniyle, anayasa taslağı bekletiliyorsa, halk onayına sunulmadan, parlamentoda geçici anayasa olarak onaylanma imkanı var.
Kerkük için çok bedel ödendi, devrimler feda edildi, Kürdlerin lehinde olmayan çözüm önermeleri öyle kolay kabul edilmeyecektır. Kürdler, geleceğine yön verecek olan vatan roprak parçasını başkasına kaptırmayacaktır. Artık Kürdler kendi topraklarına sahiplenecek kadar gerekli güçleri var.
Kerkük Kürdistan yönetimine dahil edilecek. Burası açık. Bulanık olan; ne zaman ve nasıl? Özel statü almadan 140.maddeye göre mi? Kerkük’e özel statü verilecek mi? Verilecekse, nasıl?
Kürdlere çok iş düşmekte. Kırk milyondan fazla Kürdün kaderini ilgilendiren Kerkük sorunu çözüm beklemekte. Başta Güney Kürd liderler olmak üzere bütün kürdlere ağır sorumluluklar düşmekte. Çok zor koşullarda mücadele veriliyor. Düşmanlar çok, dostlar az. İçte ve dışta olanaklar ve imkanlar kısıtlı. Sömürge konumundan kaynaklanan yetersizlikler var. Bütün bu saydıklarımıza rağmen, Kürdler bunu başarmak zorundadır. Başaracaktır. Başka çare yok.
H.Çakırbey
Fikret YAŞAR GEWERİ
SAYIN FİKRET YAŞARIN KONUYLA İLGİLİ YAZISINI AŞAĞIDA OKUYABİLİRSİNİZ.
DTP ve KADIN KOTASI
Birkaç yazımda, siyaset üreten Kürt elitlerinin sistem, töre ve ümmet sarmalındaki halka -hassasiyetlerini dikkate almadan- politika dayattıklarını vurguladım.
Egemenlik gücünü kadına devretmeye hazır olmayan erkek egemen toplumumuzda parti düzeyinde kadın kotası uygulamasıyla kadını egemen hale getirme girişimi fayda sağlar elbette. Ama Kürt coğrafyası henüz kadın egemenliğine hazır değildir, diye düşünüyorum.
Sadece Kürt coğrafyası değil, ülke bile bu değişime kapalı olduğunu gösterdi!
Türbanlı kadını okula ve meclise sokmayan bir zihniyet egemenliğini kadınla paylaşmaya hazır değildir.
Örneğin: Başbakan Erdoğan, KA-DER başkanına kadın kotasıyla ilgili talepleri için:” Raunda mı olmak istiyorsun, buyur ol ! diyerek tepki gösterdi.
Erkek egemen bir toplumun başbakanından beklenen tepki de böyle olmalıdır, zaten.
Raunda –orta Afrika ülkesi-. 2000 yılında yaptığı yeni anayasaya kadın kotasını koyarak, 2003 yılındaki seçimlerde meclisteki kadın oranını %48 ‘e yükselti .
2000 yılı öncesinde soykırım yaşayan ve sürekli kabile çatışmasına sahne olan bu toplumda kadınlar için hayatın pek bir anlamı yoktu.
Geri kalmış erkek egemen Afrika toplumda kadının tek hakkı erkeğine ve çocuğuna hizmet üretmektir, yani evlilik hakkıdır sahip olduğu tek şey.
Ancak seçimlerden sonra kadın elinin deydiği pek çok şey değişti ve kadının toplum hayatında evlilikten başka, eğitimden adalete kadar her alanda değişim yaşandı ve kadının ne kadar önemli bir faktör olduğu anlaşıldı.
Kısacası Raunda bir devrimi gerçekleştirdi.
Bizde de olur mu ?
Neden olmasın?
Öncelikle bu konudaki yanlış düşüncelerimizi değiştirmek gerekmektedir. Şöyle ki; Kadını siyasal bir kategoriye sokarak, kotanın kadınların siyasal temsil sorununu çözeceğini düşünüyorsak yanlıştır.
Çünkü bu bir haktır.
Eğer demokraside ortak çıkarlar ortak katılımla belirleniyorsa, kadınların kendi sorunlarını kadın düşüncesi ile değerlendirip ifade etmelerine fırsat verilmelidir. Bu, kadını siyasal yönden kategorize etmek ya da temsil sorunu gibi görmekten daha çok insani bir haktır.
Ancak kadına özgü kafamıza kazınan olumsuzluğu bertaraf etmemiz kolay gözükmüyor!
-Yeri gelince kadını dövüyor muyuz?
-Saçı uzun aklı kısa diyor muyuz?
-Kadının karnında sıpası, sırtında sopası eksik olmasın, diyor muyuz?
-Töre olayında erkeği pas edip kadını cezalandırıyor muyuz?
Görüldüğü gibi; Söz ve pratiğimizde kadının yeri pek hoş değildir!
Ama bu sadece bize özgü bir durum değil.
Tevrat, İncil ve Kuranda da kadının mağdur edildiğini duyuyoruz.
Kutsal kitapları tefsir eden erkekler, kendi egemenliklerini pekiştirmek için bu kutsal kitapları bile kullanmışlardır, diyebiliriz.
Anlaşılan o ki, geçmişimizden gelen yanlışları terk etmeden kadına hak ettiği rolü veremeyiz.
Aslında sadece kadın değildir değersiz kılınan !
Üretime katılmayan, yani üretmeyen erkek de değersizdir toplumda!
O halde kadın üretim ve yönetim dengelerinde yerini bulmalı ki değer bulsun ve topluma yön versin.
Nitekim pek çok yetenekli kadın her türlü toplumsal koşullandırmaya ve geleneksel rollere rağmen doktor, avukat yönetici hatta vekil bile olabiliyor ama, erkeklerin oluşturduğu siyasi kulislerin içinde yer almadığı için, siyasal hayatta belirleyici rol oynayamıyorlar.
Sonuç: kadın pasif bir rol seçince, erkek egemenliğini dayatıyor.
Neyse sadede gelelim: Önümüzdeki yerel seçimlerde kadın kotasına yönelen DTP’NİN uygulaması iyi sonuçlar doğurursa, yani kotayla seçilen kadınlar toplumsal dönüşümü sağlayabilir ve önemli uygulamalara imza atarlarsa eğer, kotaya gereksinim haklı bulunur ve diğer partilerde de bu uygulama kabul görür.
Kim bilir, bakarsınız kadın eliyle Kürdisan belediyeleri bir devrim yaratarak siyasi ve fiziki kalkınma ile bu ülke değişime zorlanır.
Ancak şu gerçeği de göz ardı etmemeliyiz!
Kürt kadını henüz yönetim düzeyinde deneyim kazanmadığı gibi, Kürt coğrafyasında kadın yöneticiye erkeğin bakış açısı da henüz olumlulaşmadı.
Salt siyasi bir simge olarak kategorize ediliyor ve sunuluyorsa eğer, zamanlama hatası yapılıyor diyeceğim.
Nitekim seçilenlerin düş kırıklığı yaratması ve beklentileri karşılayacak aktif siyasi reaksiyonu gösterememesi bu endişeleri doğrular niteliktedir.
Erkeklik iç güdüsü müdür bilmiyorum ama, içimden hala bu konuda eksiğimiz var, ya da erkendir diyorum! Yetişmiş eleman konusunda endişeliyim.
Çünkü, milletvekili olmakla belediye başkanı olmak arasında bir fark vardır ve bu fark sorumluluklardan kaynaklanmaktadır.
Siz milletvekili koltuğunda oturup edilgen bir duruşla genel siyaset şemsiyesi altında kaybolabilirsiniz ama belediye başkanlığı makamı edilgenliği kabul etmez..
Dolayısıyla belediye başkanlığına yetişmiş, deneyimi, projesi ve cesareti olanların seçilmesi önem kazanmaktadır.
Kurdistan-post yazarlarından sayın Hasan Bildirici bir yazısında Diyarbakır’a Leyla Zana Belediye başkanı olmalı diyordu. Gerekçesi ise; Leyla Zana’nın Kürt gerçeğini meclise taşıdığını, korkmadan “Kürdistan” diyebileceğini ve bu süreçte bize Zana gibi korkusuz siyasilerin gerektiği yönündeydi.
Eğer hizmeti ikinci plana alıp, kadını kategorize ederek sırf siyaset diyorsak, elbette bu kriter öncelikli olmalıdır. Zaten Kürt açılımıyla ilgili ülke koşulları göz önüne alındığında Hasan Bildiriciye hak vermemek elde değildir. Ancak seçtiğimiz kadın vekillerden ya da kadın belediye başkanlarından kaçı bu yönde tepki geliştirebildi ki…
Sözün kısası Kürt coğrafyası kadın milletvekillerinden umduğunu bulamadığı için, kadın belediye başkanına fazla iltifat etmez.
Mevcutların koltukta oturuyor olması bir şey değiştirmiyor.
İstanbul, İzmir veya Mersin gibi metropollerde kadın belediye başkanına kimse itiraz etmez. Hatta oralarda çok daha iyi sonuçlar doğduracaktır. Ama, Gever (Yüksekova) gibi benzer yerlerde bu uygulama risk faktörü taşır.
Özellikle cemaatler, sistem partileri ve yerli işbirlikçi feodaller DTP’ ye karşı güç birliği yapıyorsa…!
Meydanlardaki kalabalıklara aldanıp “ odun koyarsak kazanırız” yanıltmasın yine!!!
Mevcutlar başarılı ise devam edilmelidir.
DTP ve KADIN KOTASI
Birkaç yazımda, siyaset üreten Kürt elitlerinin sistem, töre ve ümmet sarmalındaki halka -hassasiyetlerini dikkate almadan- politika dayattıklarını vurguladım.
Egemenlik gücünü kadına devretmeye hazır olmayan erkek egemen toplumumuzda parti düzeyinde kadın kotası uygulamasıyla kadını egemen hale getirme girişimi fayda sağlar elbette. Ama Kürt coğrafyası henüz kadın egemenliğine hazır değildir, diye düşünüyorum.
Sadece Kürt coğrafyası değil, ülke bile bu değişime kapalı olduğunu gösterdi!
Türbanlı kadını okula ve meclise sokmayan bir zihniyet egemenliğini kadınla paylaşmaya hazır değildir.
Örneğin: Başbakan Erdoğan, KA-DER başkanına kadın kotasıyla ilgili talepleri için:” Raunda mı olmak istiyorsun, buyur ol ! diyerek tepki gösterdi.
Erkek egemen bir toplumun başbakanından beklenen tepki de böyle olmalıdır, zaten.
Raunda –orta Afrika ülkesi-. 2000 yılında yaptığı yeni anayasaya kadın kotasını koyarak, 2003 yılındaki seçimlerde meclisteki kadın oranını %48 ‘e yükselti .
2000 yılı öncesinde soykırım yaşayan ve sürekli kabile çatışmasına sahne olan bu toplumda kadınlar için hayatın pek bir anlamı yoktu.
Geri kalmış erkek egemen Afrika toplumda kadının tek hakkı erkeğine ve çocuğuna hizmet üretmektir, yani evlilik hakkıdır sahip olduğu tek şey.
Ancak seçimlerden sonra kadın elinin deydiği pek çok şey değişti ve kadının toplum hayatında evlilikten başka, eğitimden adalete kadar her alanda değişim yaşandı ve kadının ne kadar önemli bir faktör olduğu anlaşıldı.
Kısacası Raunda bir devrimi gerçekleştirdi.
Bizde de olur mu ?
Neden olmasın?
Öncelikle bu konudaki yanlış düşüncelerimizi değiştirmek gerekmektedir. Şöyle ki; Kadını siyasal bir kategoriye sokarak, kotanın kadınların siyasal temsil sorununu çözeceğini düşünüyorsak yanlıştır.
Çünkü bu bir haktır.
Eğer demokraside ortak çıkarlar ortak katılımla belirleniyorsa, kadınların kendi sorunlarını kadın düşüncesi ile değerlendirip ifade etmelerine fırsat verilmelidir. Bu, kadını siyasal yönden kategorize etmek ya da temsil sorunu gibi görmekten daha çok insani bir haktır.
Ancak kadına özgü kafamıza kazınan olumsuzluğu bertaraf etmemiz kolay gözükmüyor!
-Yeri gelince kadını dövüyor muyuz?
-Saçı uzun aklı kısa diyor muyuz?
-Kadının karnında sıpası, sırtında sopası eksik olmasın, diyor muyuz?
-Töre olayında erkeği pas edip kadını cezalandırıyor muyuz?
Görüldüğü gibi; Söz ve pratiğimizde kadının yeri pek hoş değildir!
Ama bu sadece bize özgü bir durum değil.
Tevrat, İncil ve Kuranda da kadının mağdur edildiğini duyuyoruz.
Kutsal kitapları tefsir eden erkekler, kendi egemenliklerini pekiştirmek için bu kutsal kitapları bile kullanmışlardır, diyebiliriz.
Anlaşılan o ki, geçmişimizden gelen yanlışları terk etmeden kadına hak ettiği rolü veremeyiz.
Aslında sadece kadın değildir değersiz kılınan !
Üretime katılmayan, yani üretmeyen erkek de değersizdir toplumda!
O halde kadın üretim ve yönetim dengelerinde yerini bulmalı ki değer bulsun ve topluma yön versin.
Nitekim pek çok yetenekli kadın her türlü toplumsal koşullandırmaya ve geleneksel rollere rağmen doktor, avukat yönetici hatta vekil bile olabiliyor ama, erkeklerin oluşturduğu siyasi kulislerin içinde yer almadığı için, siyasal hayatta belirleyici rol oynayamıyorlar.
Sonuç: kadın pasif bir rol seçince, erkek egemenliğini dayatıyor.
Neyse sadede gelelim: Önümüzdeki yerel seçimlerde kadın kotasına yönelen DTP’NİN uygulaması iyi sonuçlar doğurursa, yani kotayla seçilen kadınlar toplumsal dönüşümü sağlayabilir ve önemli uygulamalara imza atarlarsa eğer, kotaya gereksinim haklı bulunur ve diğer partilerde de bu uygulama kabul görür.
Kim bilir, bakarsınız kadın eliyle Kürdisan belediyeleri bir devrim yaratarak siyasi ve fiziki kalkınma ile bu ülke değişime zorlanır.
Ancak şu gerçeği de göz ardı etmemeliyiz!
Kürt kadını henüz yönetim düzeyinde deneyim kazanmadığı gibi, Kürt coğrafyasında kadın yöneticiye erkeğin bakış açısı da henüz olumlulaşmadı.
Salt siyasi bir simge olarak kategorize ediliyor ve sunuluyorsa eğer, zamanlama hatası yapılıyor diyeceğim.
Nitekim seçilenlerin düş kırıklığı yaratması ve beklentileri karşılayacak aktif siyasi reaksiyonu gösterememesi bu endişeleri doğrular niteliktedir.
Erkeklik iç güdüsü müdür bilmiyorum ama, içimden hala bu konuda eksiğimiz var, ya da erkendir diyorum! Yetişmiş eleman konusunda endişeliyim.
Çünkü, milletvekili olmakla belediye başkanı olmak arasında bir fark vardır ve bu fark sorumluluklardan kaynaklanmaktadır.
Siz milletvekili koltuğunda oturup edilgen bir duruşla genel siyaset şemsiyesi altında kaybolabilirsiniz ama belediye başkanlığı makamı edilgenliği kabul etmez..
Dolayısıyla belediye başkanlığına yetişmiş, deneyimi, projesi ve cesareti olanların seçilmesi önem kazanmaktadır.
Kurdistan-post yazarlarından sayın Hasan Bildirici bir yazısında Diyarbakır’a Leyla Zana Belediye başkanı olmalı diyordu. Gerekçesi ise; Leyla Zana’nın Kürt gerçeğini meclise taşıdığını, korkmadan “Kürdistan” diyebileceğini ve bu süreçte bize Zana gibi korkusuz siyasilerin gerektiği yönündeydi.
Eğer hizmeti ikinci plana alıp, kadını kategorize ederek sırf siyaset diyorsak, elbette bu kriter öncelikli olmalıdır. Zaten Kürt açılımıyla ilgili ülke koşulları göz önüne alındığında Hasan Bildiriciye hak vermemek elde değildir. Ancak seçtiğimiz kadın vekillerden ya da kadın belediye başkanlarından kaçı bu yönde tepki geliştirebildi ki…
Sözün kısası Kürt coğrafyası kadın milletvekillerinden umduğunu bulamadığı için, kadın belediye başkanına fazla iltifat etmez.
Mevcutların koltukta oturuyor olması bir şey değiştirmiyor.
İstanbul, İzmir veya Mersin gibi metropollerde kadın belediye başkanına kimse itiraz etmez. Hatta oralarda çok daha iyi sonuçlar doğduracaktır. Ama, Gever (Yüksekova) gibi benzer yerlerde bu uygulama risk faktörü taşır.
Özellikle cemaatler, sistem partileri ve yerli işbirlikçi feodaller DTP’ ye karşı güç birliği yapıyorsa…!
Meydanlardaki kalabalıklara aldanıp “ odun koyarsak kazanırız” yanıltmasın yine!!!
Mevcutlar başarılı ise devam edilmelidir.
dinsdag 2 december 2008
Amed Türk Jandarma Bölge Komutanı Tuğgeneral Bahtiyar Aydın
Türk Jandarma Bölge Komutanı Tuğgeneral Bahtiyar Aydın, 22 Ekim 1993 tarihinde "operasyon için" çağrıldıgı Lice'de tek kurşunla öldürülmüştü."Terörün silahla bitirilemeyeceğini" savunan Aydın, karakol binasının kapısında alnından vurulmuştu.
Amed Türk Jandarma Bölge Komutanı Tuğgeneral Bahtiyar Aydın suikastinde yeni gelişmeler... Türk Jandarma Bölge Komutanı Tuğgeneral Bahtiyar Aydın, 22 Ekim 1993 tarihinde "operasyon için" çağrıldıgı Lice'de tek kurşunla öldürülmüştü."Terörün silahla bitirilemeyeceğini" savunan Aydın, karakol binasının kapısında alnından vurulmuştu. Olay, resmi makamlarca ilk gün "kör kurşun" başlığıyla gazetelere yansıtıldı. Ardından "çatışmada şehit düştü" haberleri piyasaya sürüldü.Yine TC`nin resmî kayıtlarına da "PKK ile çatışmada şehit düşen en yüksek rütbeli asker" olarak geçti.
Olayın ardından ele geçirildigi belirtilen Kanas suikast silahı ise daha sonra ortadan kayboldu ve Tıpkı aynı dönemde öldürülen Eşref Bitlis ve Rıdvan Özden gibi Bahtiyar Aydın dosyası da "devlete zarar vermemek" adına kapatıldı.
"Yüksekova Çetesi" ni ortaya çıkaran Türk eski Jandarma İstihbarat Astsubayı Hüseyin Oğuz, Bahtiyar Aydın suikastıyla ilgili Türk madyasına yaptığı yeni açıklamalarda: Aydın'ın, JİTEM içindeki PKK itirafçıları tarafından öldürüldüğünü söyledi.
Oğuz, Bahtiyar Aydın'ın JİTEM'de çalışan PKK itirafçıları tarafından öldürüldüğünü ölüm tarihinden beri bildiklerini, ancak nasıl öldüğü konusunda bilgileri olmadığını anlattı. 'Nasıl?' sorusunun cevabını ise başka bir soruşturmada öğrendi. 1996'da Hakkari'de görev yaparken Yüksekova'da adam kaçırma, uyuşturucu ve silah kaçakçılığı ile ilgili yürüttükleri bir soruşturma kapsamında gözaltına alınan K.B. isimli bir PKK itirafçısının Bahtiyar Aydın suikastı ile ilgili bilgiler verdiğini aktardı: "Ben sorguladım. Bu itirafçı PKK'nın içinde bir dönem tabur komutanlığına kadar yükselmiş. Teslim olduktan sonra da JİTEM'in eylemlerine katılmış. Bahtiyar Aydın'ı öldürdüklerini itiraf etti. Generali vurmak için Yüksekova'dan Lice'ye kendilerini Albay Hamdi P.'nin helikopterle götürdüğünü söyledi."
Hüseyin Oğuz, Bahtiyar Aydın suikastı ile ilgili bilgilerin de yar aldığı dosyayı hazırlayıp bir üst komutanı Albay Hamdi Çakır'a iletiyor. İddialar üzerine hemen bir toplantı düzenleniyor.
Hüseyin Oğuz bu süreçte yaşananları şöyle anlatıyor: "Yapılması gereken yapılmadı. Toplantıda çok olumsuz ortam oluştu. 'Devlet zarar görür' dendi. İşin içinde devletin bir albayı var. O toplantıda işler koptu. Ve bu olayın kapatılarak, ifadelerin sil baştan yeniden alınmasına karar verildi. Sadece Mecit Baskın'ın kaçırma olayına dönüştü soruşturma. Beni de hemen anında soruşturmadan el çektirdiler, görevden aldılar.
Devletin içine girmiş, şahsi menfaatleri için çalışan tipler. Bunlar vatansever de değil, milliyetçi de değil." diye konuştu.
Olayda kullanılan silahın daha sonra Diyarbakır DGM'ye kadar gittiğini ifade etti: "Sonra o silaha ne oldu bilmiyorum. İzini kaybettik.TSK'nın envanterinde olan bir silah değildi. Bu kaçakçılar kanalıyla alınmış bir Kanas'tı."
Zaman gazetesine göre, JİTEM içindeki itirafçıların devletin imkanlarını kullanarak PKK lehine işler yaptığını belirten Hüseyin Oğuz,"bunların çoğunun örgütle ilişkilerini sürdürdüğünü" söylüyor. "Terörün bitmesini istemeyen JİTEM ve PKK'nin ortak eylemler yaptığını" anlatıyor.
Uyuşturucu ve silah sevkiyatının arama noktalarından rahatça geçen JİTEM arabalarıyla yapıldığını belirtiyor: "Bahtiyar Aydın'ı da bu yüzden öldürdüler. PKK itirafçısı ifadesinde, paşayı, olayların çözülmesini istediği, insanların dağa çıkmaması için uğraştığı ve vatandaşa doğruları anlatıp ikna etmeye çalıştığı için öldürüldüğünü söyledi."
Bahtiyar Aydın suikastı, Ergenekon iddianamesinde de kısaca yer alıyor. 4 Haziran 2008'de ifadesine başvurulan, uzun yıllar PKK içinde yer almış gizli tanık (PKK itirafçısı) "Deniz", dönemin Türk Jandarma İstihbarat Astsubayı Hüseyin Oğuz'un söylediklerini doğruluyor. Aydın'ın manipülatif bir ihbarla Lice'ye çekildiğini anlatan tanık, şunları söylüyor: "1993'te operasyonlar sürerken askerlerin telsiz konuşmalarında 'geri çekiliyoruz, paşa vuruldu' şeklinde haberler duyduk. Lice'de PKK militanlarının büyük bir baskın yaptığı söylenerek paşanın Lice'ye gelmesi sağlanmış. Helikopterden iner inmez bir asker tarafından öldürüldüğünü, o askerin de başka bir asker tarafından vurulduğunu öğrendim. Kesinlikle bu olayı PKK örgütü yapmadı. Paşanın ne amaçla ve kim tarafından öldürüldüğünü bilmiyorum. Bu konunun Ergenekon soruşturması kapsamında ele alınmasının uygun olacağını düşünüyorum."
Amed Türk Jandarma Bölge Komutanı Tuğgeneral Bahtiyar Aydın suikastinde yeni gelişmeler... Türk Jandarma Bölge Komutanı Tuğgeneral Bahtiyar Aydın, 22 Ekim 1993 tarihinde "operasyon için" çağrıldıgı Lice'de tek kurşunla öldürülmüştü."Terörün silahla bitirilemeyeceğini" savunan Aydın, karakol binasının kapısında alnından vurulmuştu. Olay, resmi makamlarca ilk gün "kör kurşun" başlığıyla gazetelere yansıtıldı. Ardından "çatışmada şehit düştü" haberleri piyasaya sürüldü.Yine TC`nin resmî kayıtlarına da "PKK ile çatışmada şehit düşen en yüksek rütbeli asker" olarak geçti.
Olayın ardından ele geçirildigi belirtilen Kanas suikast silahı ise daha sonra ortadan kayboldu ve Tıpkı aynı dönemde öldürülen Eşref Bitlis ve Rıdvan Özden gibi Bahtiyar Aydın dosyası da "devlete zarar vermemek" adına kapatıldı.
"Yüksekova Çetesi" ni ortaya çıkaran Türk eski Jandarma İstihbarat Astsubayı Hüseyin Oğuz, Bahtiyar Aydın suikastıyla ilgili Türk madyasına yaptığı yeni açıklamalarda: Aydın'ın, JİTEM içindeki PKK itirafçıları tarafından öldürüldüğünü söyledi.
Oğuz, Bahtiyar Aydın'ın JİTEM'de çalışan PKK itirafçıları tarafından öldürüldüğünü ölüm tarihinden beri bildiklerini, ancak nasıl öldüğü konusunda bilgileri olmadığını anlattı. 'Nasıl?' sorusunun cevabını ise başka bir soruşturmada öğrendi. 1996'da Hakkari'de görev yaparken Yüksekova'da adam kaçırma, uyuşturucu ve silah kaçakçılığı ile ilgili yürüttükleri bir soruşturma kapsamında gözaltına alınan K.B. isimli bir PKK itirafçısının Bahtiyar Aydın suikastı ile ilgili bilgiler verdiğini aktardı: "Ben sorguladım. Bu itirafçı PKK'nın içinde bir dönem tabur komutanlığına kadar yükselmiş. Teslim olduktan sonra da JİTEM'in eylemlerine katılmış. Bahtiyar Aydın'ı öldürdüklerini itiraf etti. Generali vurmak için Yüksekova'dan Lice'ye kendilerini Albay Hamdi P.'nin helikopterle götürdüğünü söyledi."
Hüseyin Oğuz, Bahtiyar Aydın suikastı ile ilgili bilgilerin de yar aldığı dosyayı hazırlayıp bir üst komutanı Albay Hamdi Çakır'a iletiyor. İddialar üzerine hemen bir toplantı düzenleniyor.
Hüseyin Oğuz bu süreçte yaşananları şöyle anlatıyor: "Yapılması gereken yapılmadı. Toplantıda çok olumsuz ortam oluştu. 'Devlet zarar görür' dendi. İşin içinde devletin bir albayı var. O toplantıda işler koptu. Ve bu olayın kapatılarak, ifadelerin sil baştan yeniden alınmasına karar verildi. Sadece Mecit Baskın'ın kaçırma olayına dönüştü soruşturma. Beni de hemen anında soruşturmadan el çektirdiler, görevden aldılar.
Devletin içine girmiş, şahsi menfaatleri için çalışan tipler. Bunlar vatansever de değil, milliyetçi de değil." diye konuştu.
Olayda kullanılan silahın daha sonra Diyarbakır DGM'ye kadar gittiğini ifade etti: "Sonra o silaha ne oldu bilmiyorum. İzini kaybettik.TSK'nın envanterinde olan bir silah değildi. Bu kaçakçılar kanalıyla alınmış bir Kanas'tı."
Zaman gazetesine göre, JİTEM içindeki itirafçıların devletin imkanlarını kullanarak PKK lehine işler yaptığını belirten Hüseyin Oğuz,"bunların çoğunun örgütle ilişkilerini sürdürdüğünü" söylüyor. "Terörün bitmesini istemeyen JİTEM ve PKK'nin ortak eylemler yaptığını" anlatıyor.
Uyuşturucu ve silah sevkiyatının arama noktalarından rahatça geçen JİTEM arabalarıyla yapıldığını belirtiyor: "Bahtiyar Aydın'ı da bu yüzden öldürdüler. PKK itirafçısı ifadesinde, paşayı, olayların çözülmesini istediği, insanların dağa çıkmaması için uğraştığı ve vatandaşa doğruları anlatıp ikna etmeye çalıştığı için öldürüldüğünü söyledi."
Bahtiyar Aydın suikastı, Ergenekon iddianamesinde de kısaca yer alıyor. 4 Haziran 2008'de ifadesine başvurulan, uzun yıllar PKK içinde yer almış gizli tanık (PKK itirafçısı) "Deniz", dönemin Türk Jandarma İstihbarat Astsubayı Hüseyin Oğuz'un söylediklerini doğruluyor. Aydın'ın manipülatif bir ihbarla Lice'ye çekildiğini anlatan tanık, şunları söylüyor: "1993'te operasyonlar sürerken askerlerin telsiz konuşmalarında 'geri çekiliyoruz, paşa vuruldu' şeklinde haberler duyduk. Lice'de PKK militanlarının büyük bir baskın yaptığı söylenerek paşanın Lice'ye gelmesi sağlanmış. Helikopterden iner inmez bir asker tarafından öldürüldüğünü, o askerin de başka bir asker tarafından vurulduğunu öğrendim. Kesinlikle bu olayı PKK örgütü yapmadı. Paşanın ne amaçla ve kim tarafından öldürüldüğünü bilmiyorum. Bu konunun Ergenekon soruşturması kapsamında ele alınmasının uygun olacağını düşünüyorum."
Hasan Bildirici
Kürt sorunu zor şey, karmaşık şey; Kürt sorunu bir değil, elli gönüllü tüccar kişiliklerin tanınmaz hale getirdiği bir acayip şey...
Tüccar dedimse öyle tüccar millet olduğumuz havalarına kapılmayın hemen. Bizim tüccarlığımız, üçüncü sınıf ülke egemenlerinin çanta taşıyıcısı gibi bir tüccarlık. Yani bu çağda, bu zamanda, bu ileri dünyada yeri olmayan; en kıytırık tüccarlık...
Aslında bu tüccarlık türüne, binlerce metre derinlikteki okyanus diplerinde ilk kez keşfedilmiş canlı türleri olur ya, hani karanlıklarda yaşarlar, hani o güne kadar hiç gören olmamıştır, hani şöyle ağızları ve gözleri bir tuhaftır... Hiçbir şeye benzetemezsiniz... Her ne ise, bizim tüccarlığımız yeni keşfedilmiş bu yaratıklara benziyor...
Tüccarlık diyince izninizle size bir ticari anımı anlatayım. İ993 yılında İstanbul’da birkaç gün ara ile kaldığım tüm evler basılmıştı. Polislik bir nedenden dolayı değil; kaçırılıp Sakarya-İstanbul-Kocaeli üçgeninde öldürülmek için basılmıştı. Çünkü avukatım, evlerin basıldığı karakollara gidip polis tarafından evlerin aranıp aranmadığını sormuştu. Karakollardaki komiserler, söylenen tarihte evlerin polisler tarafından basılıp aranmadığını söylemişti. Mesajı almıştık.
Çember daralınca bir süre Anadolu yakasında Mardinli bir ailenin evinde kaldım. Param yoktu, yardım eden de yoktu, Ankara’da 25 yaşından ölen kardeşimin tabut parasını bile bir arkadaştan borç almıştım. Paramın olmadığını anlayan hastane imamı, kardeşimi yıkama parasının yarısını almıştı, sağ olsun...
Neyse, Kartal’da kaldığım evde tedirgin oldum. Ev, geleni gideni bol bir evdi. O gece başıma bir şey geleceğine dair kötü bir his vardı içimde. Mardinli yurtsever aile ile vedalaşıp sokağa çıktım. Onlar bırakmak istemedi, ama çıkmak zorundaydım. Hemen aşağısı oto yoldu. Gidebileceğim tek yer vardı aklımda. Otobüse atlayıp İzmir’deki ablama gidip sığınmak. Zaten hapishanede bana o bakmıştı.
Ne kadar bekledimse İzmir otobüsü geçmedi. El kaldırdığımda duran otobüslerin hepsi Ankara istikametini gösteriyordu. Otobüs şoförlerinden biri, bu saatte İzmir otobüsü bulamayacağımı, fakat ilerideki Yalova yol ayrımında bulunan benzincide beklersem diğer yönden gelen otobüslerle İzmir şansımın artacağını söyledi.
Bu ara saat gecenin biri olmuş. Yerler buz. İnanılmaz bir soğuk var dışarıda. Cebimdeki parayı hesaplayarak pazarlık yaptım. İzmir yolculuğu için param çok değil. Neyse, ürkütücü bir rakam söylemedi. Otobüse bindim. Yalova yol ayrımındaki benzincide indim. Saat gecenin ikisi. Benzinci de açık değil. Benzincinin girişinde ışıkları yanan bir taksi bekliyor sadece. Bir de o soğukta kısa kol gömlek giymiş bir genç. Yol kenarında, benzin tankları arasında amaçsız gezinirken kısa kollu genç yanıma geldi. Korkuyorum. Öylesine titriyor ki, sadece üstümdeki kabanı almak için bile bana kötülük edebilir.
Merhabalaştık gençle. Dişleri birbirine vurduğu için konuşmasını anlayamıyorum. Hiç olmazsa kabanım altındaki hırkayı ona vermeye niyetlenmiştim ki:
“Abi bir derdim var,” dedi.
Konuşmasındaki aksana bakarak gencin Kürt olduğunu hemen anladım.
“Buyur, söyle,” dedim.
“Abi sen gelmeden az önce geçen otobüsten indim. Bir hata yaptım. Otobüste çok zengin bir adam vardı. Diyarbakır’dan kilolarca altın götürüyordu İstanbul’a. Yoksulluğuma yenik düşüp yedi tane bilezik çaldım. Ama o bilezikleri bozduracağım, satacağım bir yer yok.”
Altın diyince parasızlığım aklıma geldi. Bir de içimde bir yerlerde küllenmiş kalmış tüccarlığımdaki kıvılcımlar çaktı:
“Göster şu altınları,” dedim.
Bir kutu açtı, pırıl pırıl bilezikler. Görünüşü altından da güzel. Kutu, mücevher kutusu. Bileziklerin kuyumcu fiyatını sordum. O zamanın parası tanesi 250 YTL falan olduğunu söyledi. Ama kendisinin satma şansı olmadığı için topuna 300 YTL verirsem bilezikleri bana bırakıp gideceğini söyledi. İnanılmaz bir fiyat. Bir bilezik parasına yedi bilezik alacağım. Gence, o kadar paramın olmadığını, götürüp karşı taraftaki taksiciye satmasını söyledim:
“Taksici kararsız,” dedi genç
Taksiciyle gencin aynı şebekeden olma ihtimaline düşünerek taksinin yanına gittim. Taksici, efendi birine benziyordu. Bilezikleri gösterdim, altından anlayıp anlamadığını sordum. Taksi şoförü, gencin altınları kendisine de gösterdiğini, fakat hem korktuğu hem de sahte olabileceğini düşündüğü için bilezikleri almaya cesaret edemediğini söyledi.
Bileziklerin sahte olabileceği lafı, genci üzdü. Sicim gibi buzlu gözyaşları indirdi. Zaten eksi beş derecede kısa kollu gömleğiyle içimizi yakmıştı. Bir ara ağlamasına ara verdi.
“Abi altın bellidir,” dedi. “Dişinle ısır, yumuşaksa altındır.”
Benim bildiğim başka metaller de yumuşaktı. Taksi şoförü niyet değiştirdi:
“Alalım,” dedi. “Üçünü ben alayım, dördünü sen. Bu genç harbi birine benziyor.”
Taksi şoförü üçünün parasını verdi. Üç bilezik parası da ben verdim. Dördüncüye param çıkışmadı zaten. Sadece ufak yol parası kalmıştı. Genç, kalan son bilezik karşılığında üstümdeki kabanı istedi. Baktım mantıklı, bir bilezikle üstümdeki kabandan üç tane alırdım. Hem genç soğuktan kıvranıyor.
Kabanı verdim, bileziği alıp cebime koydum. Bu sefer soğuktan ben titriyorum. Bize bilezik satan genç ilk otobüsle çekip gitti. Biz taksi şoförüyle bilezik ticaretini konuşuyoruz. Gece üç sıralarında yorgun bir İzmir otobüsüne pazarlık sonucu binip gittim. Yolda her molada tuvalete giriyor, pırıl pırıl parlayan bileziklere bakıyorum. Dişlerimle yokluyorum. Neyse, otobüs ancak sekiz saat sonra İzmir’e vardı. Dolmuş ve taksi param olmadığı için ablamların oturduğu semte olan en az beş kilometrelik uzaklığı soğuktan donarak yürüdüm. Olsun. İyi bir ticaret yapmıştım. Eve vardığımda garibe yakalandığımı fark ettim. Ablam ve enişteme geceki ticaret hikayesini anlattım. O zaman kabansızlığımın nedenini anladılar. Ama hala masa üstüne bıraktığım bileziklere kuşku ile bakıyoruz. Eniştem, tanıdık bir kuyumcu olduğunu, ona gösterebileceğimizi söyledi.
Kalkıp kuyumcuya gittik. Adam tezgahta.
“Bu bilezikleri bir tanıdık bize borcu yerine verdi. Lütfen altın olup olmadığına bakın,” dedim.
Kuyumcu güldü:
“Bu bilezikler altın değil,” dedi.
Eline bile almadan böyle demesi zoruma gitti. Rica ederim, elinize alın, öyle değerlendirme yapın dedim. Çünkü bu şiddette bir ticari kazığı kaldıracak durumda değildim. Üstelik kabanımı da almıştı elimden. Kuyumcu gene kendinden emin konuştu:
“Kardeşim, şu bileziğin altın olup olmadığını bir bakışta anlayamıyorsam batsın benim kuyumculuğum.”
*****
Aslında Kürt sorununa bakışımız ve Kürtlükle ilişki biçimimiz yukarıda anlattığım ticarete çok benziyor. Kimi kaçıyor, kimi ölüyor, kimi dolandırıyor, kimi kazık yiyor, fakat kuyumcu teşhisi net koyup perdeyi kapatıyor:
“Onlar altın değil!”
Sahte kişiliklerin sahte bilezikler sattığı, kimi safların da o bilezikleri altın diye satın aldığı bir acayip şeydir Kürt sorunu.
Fakat Kuyumcu net konuşuyor:
“Sahtelerini asıllardan ayırın!”
Hasan Bildirici
Tüccar dedimse öyle tüccar millet olduğumuz havalarına kapılmayın hemen. Bizim tüccarlığımız, üçüncü sınıf ülke egemenlerinin çanta taşıyıcısı gibi bir tüccarlık. Yani bu çağda, bu zamanda, bu ileri dünyada yeri olmayan; en kıytırık tüccarlık...
Aslında bu tüccarlık türüne, binlerce metre derinlikteki okyanus diplerinde ilk kez keşfedilmiş canlı türleri olur ya, hani karanlıklarda yaşarlar, hani o güne kadar hiç gören olmamıştır, hani şöyle ağızları ve gözleri bir tuhaftır... Hiçbir şeye benzetemezsiniz... Her ne ise, bizim tüccarlığımız yeni keşfedilmiş bu yaratıklara benziyor...
Tüccarlık diyince izninizle size bir ticari anımı anlatayım. İ993 yılında İstanbul’da birkaç gün ara ile kaldığım tüm evler basılmıştı. Polislik bir nedenden dolayı değil; kaçırılıp Sakarya-İstanbul-Kocaeli üçgeninde öldürülmek için basılmıştı. Çünkü avukatım, evlerin basıldığı karakollara gidip polis tarafından evlerin aranıp aranmadığını sormuştu. Karakollardaki komiserler, söylenen tarihte evlerin polisler tarafından basılıp aranmadığını söylemişti. Mesajı almıştık.
Çember daralınca bir süre Anadolu yakasında Mardinli bir ailenin evinde kaldım. Param yoktu, yardım eden de yoktu, Ankara’da 25 yaşından ölen kardeşimin tabut parasını bile bir arkadaştan borç almıştım. Paramın olmadığını anlayan hastane imamı, kardeşimi yıkama parasının yarısını almıştı, sağ olsun...
Neyse, Kartal’da kaldığım evde tedirgin oldum. Ev, geleni gideni bol bir evdi. O gece başıma bir şey geleceğine dair kötü bir his vardı içimde. Mardinli yurtsever aile ile vedalaşıp sokağa çıktım. Onlar bırakmak istemedi, ama çıkmak zorundaydım. Hemen aşağısı oto yoldu. Gidebileceğim tek yer vardı aklımda. Otobüse atlayıp İzmir’deki ablama gidip sığınmak. Zaten hapishanede bana o bakmıştı.
Ne kadar bekledimse İzmir otobüsü geçmedi. El kaldırdığımda duran otobüslerin hepsi Ankara istikametini gösteriyordu. Otobüs şoförlerinden biri, bu saatte İzmir otobüsü bulamayacağımı, fakat ilerideki Yalova yol ayrımında bulunan benzincide beklersem diğer yönden gelen otobüslerle İzmir şansımın artacağını söyledi.
Bu ara saat gecenin biri olmuş. Yerler buz. İnanılmaz bir soğuk var dışarıda. Cebimdeki parayı hesaplayarak pazarlık yaptım. İzmir yolculuğu için param çok değil. Neyse, ürkütücü bir rakam söylemedi. Otobüse bindim. Yalova yol ayrımındaki benzincide indim. Saat gecenin ikisi. Benzinci de açık değil. Benzincinin girişinde ışıkları yanan bir taksi bekliyor sadece. Bir de o soğukta kısa kol gömlek giymiş bir genç. Yol kenarında, benzin tankları arasında amaçsız gezinirken kısa kollu genç yanıma geldi. Korkuyorum. Öylesine titriyor ki, sadece üstümdeki kabanı almak için bile bana kötülük edebilir.
Merhabalaştık gençle. Dişleri birbirine vurduğu için konuşmasını anlayamıyorum. Hiç olmazsa kabanım altındaki hırkayı ona vermeye niyetlenmiştim ki:
“Abi bir derdim var,” dedi.
Konuşmasındaki aksana bakarak gencin Kürt olduğunu hemen anladım.
“Buyur, söyle,” dedim.
“Abi sen gelmeden az önce geçen otobüsten indim. Bir hata yaptım. Otobüste çok zengin bir adam vardı. Diyarbakır’dan kilolarca altın götürüyordu İstanbul’a. Yoksulluğuma yenik düşüp yedi tane bilezik çaldım. Ama o bilezikleri bozduracağım, satacağım bir yer yok.”
Altın diyince parasızlığım aklıma geldi. Bir de içimde bir yerlerde küllenmiş kalmış tüccarlığımdaki kıvılcımlar çaktı:
“Göster şu altınları,” dedim.
Bir kutu açtı, pırıl pırıl bilezikler. Görünüşü altından da güzel. Kutu, mücevher kutusu. Bileziklerin kuyumcu fiyatını sordum. O zamanın parası tanesi 250 YTL falan olduğunu söyledi. Ama kendisinin satma şansı olmadığı için topuna 300 YTL verirsem bilezikleri bana bırakıp gideceğini söyledi. İnanılmaz bir fiyat. Bir bilezik parasına yedi bilezik alacağım. Gence, o kadar paramın olmadığını, götürüp karşı taraftaki taksiciye satmasını söyledim:
“Taksici kararsız,” dedi genç
Taksiciyle gencin aynı şebekeden olma ihtimaline düşünerek taksinin yanına gittim. Taksici, efendi birine benziyordu. Bilezikleri gösterdim, altından anlayıp anlamadığını sordum. Taksi şoförü, gencin altınları kendisine de gösterdiğini, fakat hem korktuğu hem de sahte olabileceğini düşündüğü için bilezikleri almaya cesaret edemediğini söyledi.
Bileziklerin sahte olabileceği lafı, genci üzdü. Sicim gibi buzlu gözyaşları indirdi. Zaten eksi beş derecede kısa kollu gömleğiyle içimizi yakmıştı. Bir ara ağlamasına ara verdi.
“Abi altın bellidir,” dedi. “Dişinle ısır, yumuşaksa altındır.”
Benim bildiğim başka metaller de yumuşaktı. Taksi şoförü niyet değiştirdi:
“Alalım,” dedi. “Üçünü ben alayım, dördünü sen. Bu genç harbi birine benziyor.”
Taksi şoförü üçünün parasını verdi. Üç bilezik parası da ben verdim. Dördüncüye param çıkışmadı zaten. Sadece ufak yol parası kalmıştı. Genç, kalan son bilezik karşılığında üstümdeki kabanı istedi. Baktım mantıklı, bir bilezikle üstümdeki kabandan üç tane alırdım. Hem genç soğuktan kıvranıyor.
Kabanı verdim, bileziği alıp cebime koydum. Bu sefer soğuktan ben titriyorum. Bize bilezik satan genç ilk otobüsle çekip gitti. Biz taksi şoförüyle bilezik ticaretini konuşuyoruz. Gece üç sıralarında yorgun bir İzmir otobüsüne pazarlık sonucu binip gittim. Yolda her molada tuvalete giriyor, pırıl pırıl parlayan bileziklere bakıyorum. Dişlerimle yokluyorum. Neyse, otobüs ancak sekiz saat sonra İzmir’e vardı. Dolmuş ve taksi param olmadığı için ablamların oturduğu semte olan en az beş kilometrelik uzaklığı soğuktan donarak yürüdüm. Olsun. İyi bir ticaret yapmıştım. Eve vardığımda garibe yakalandığımı fark ettim. Ablam ve enişteme geceki ticaret hikayesini anlattım. O zaman kabansızlığımın nedenini anladılar. Ama hala masa üstüne bıraktığım bileziklere kuşku ile bakıyoruz. Eniştem, tanıdık bir kuyumcu olduğunu, ona gösterebileceğimizi söyledi.
Kalkıp kuyumcuya gittik. Adam tezgahta.
“Bu bilezikleri bir tanıdık bize borcu yerine verdi. Lütfen altın olup olmadığına bakın,” dedim.
Kuyumcu güldü:
“Bu bilezikler altın değil,” dedi.
Eline bile almadan böyle demesi zoruma gitti. Rica ederim, elinize alın, öyle değerlendirme yapın dedim. Çünkü bu şiddette bir ticari kazığı kaldıracak durumda değildim. Üstelik kabanımı da almıştı elimden. Kuyumcu gene kendinden emin konuştu:
“Kardeşim, şu bileziğin altın olup olmadığını bir bakışta anlayamıyorsam batsın benim kuyumculuğum.”
*****
Aslında Kürt sorununa bakışımız ve Kürtlükle ilişki biçimimiz yukarıda anlattığım ticarete çok benziyor. Kimi kaçıyor, kimi ölüyor, kimi dolandırıyor, kimi kazık yiyor, fakat kuyumcu teşhisi net koyup perdeyi kapatıyor:
“Onlar altın değil!”
Sahte kişiliklerin sahte bilezikler sattığı, kimi safların da o bilezikleri altın diye satın aldığı bir acayip şeydir Kürt sorunu.
Fakat Kuyumcu net konuşuyor:
“Sahtelerini asıllardan ayırın!”
Hasan Bildirici
Abonneren op:
Posts (Atom)