woensdag 19 december 2012

HAYDAR ISIK

AKP, İslamist partidir. AKP, Hanefi mezhepli Sunni İslam diktatörlüğüdür. AKP, neo Osmanlıcı, yayılmacı, İslamist emperyalist hegemonya düşünceli siyasettir. AKP, cami avlusundan yükselip devlet olanaklarını ele geçiren bir zümrenin partisidir. Bu parti kendisini dünya Kürtlerinin en büyük partisi görüyor. Hatta laf gelişi Kürdü kandırmak için „kardeşim" diyen Türk-İslam partisidir. AKP, çiftleştiğini öldürüp yiyen „kara dul kadın" denen örümcektir. AKP, „Kürt kardeşleri" dışarda üşümesin, soğuk yellere maruz kalmasın diye, neredeyse tümünü zindana dolduran partidir. AKP, Kemalistleri çok gerilerde bırakan Kürt soykırımını nihai hedefe götürmeye çalışan Türk-İslam partisidir. AKP, şimdi dinci Kürtleri köklerine saldırtmak için örgütleyen İslamist partidir. AKP, Diyarbakır'ı zapteden İslam kumandanı edasında Kürdü Fis kayalıklarından Dicleye atmasa da, muazzam tarzda hazırladığı F-Tipi zindanlarına doldurarak „Müslüman kardeşliğini" gösteriyor. AKP, zulmün en büyük kalesidir. AKP, gelmiş geçmiş sömürgeci ırkçı partilerin Kürde en büyük tarihi düşmanıdır. AKP, Kemalin partisinden daha vahşi, Baas Partisin'den daha katliamcı , Molla rejiminden daha geri bir rejimdir. AKP, Dersim'de Kürdün soykırımını yapan Kemal Atatürk'ün partisi CHP'yi sağdan soldan geçerek, onların beceremediğini en mümtaz tarzda hayata geçiriyor. Nato'nun ikinci büyük ordusu yine Nato'nun silahlarıyla her gün dağlarımızı bombalıyor, fareler gibi Kürdü zehirliyor. Baraj yaparak, Kürdü yerleşim alanlarından köklerinden kopararak erimeleri için batıya sürüyor. AKP, Kürde hakaret eden partileri geride bıraktı. Filistinli kardeşi için İsrail'e savaş açmayı düşünen, Kürde özgürlüğün kırıntısını bile çok gören siyaset güdüyor. AKP, yaman bir partidir. Helal olsun. Almanların köpeklerine otur dedikleri zaman oturan, yürü dedikleri zaman yürüyen tarzda hazırladıkları Kürtlerle, Kürtleri bitirmek için fevkalade modern yöntem buldular. Kürt hareketine karşı sözde Kürt geçinenleri diasporadan çağırıp anlı şanlı karşıladılar, TRT 6 ve kanal kanal dolaştırıp alternatif yapmak istediler. Tutmadı. AKP, akıllı bir Türko-İslam partisi olunca Osmanlı oyunu boldur. Yeni önlemler aradılar. Şimdilerde Kürtçe Allah anlamında bir parti kurulmasına çalışılıyormuş. Bir zamanlar Hizbullah kurdurmuşlardı. Binlerce Kürt yurtseverini bu katillere işkence ile öldürttüler. „İti ite kırdırmak" demekti devlet için. Eh Kürdün iti de ihaneti de boldur. Bakalım bu kez Allah'ın partisi ne yapacak? Birlikte zikir çektiği AKP'den uzaklaşıp soyuna sopuna sahip çıkacağını sanıyorsanız, yanılırsınız. Allah Partisi hiç bir zaman ulus partisi olmaz. Kaldı ki, dinci partilerin sosyal, demokrat, sivil anlayışları gözlerimizin önünde. Bakın AKP'ye, Mursi'nin Müslüman Biraderlerine, Tunus ve Libya İslamcılarına sonra beğenin içinden birini. Şunu iyi bilmek gerekir. Cami avlusundan sivil düşünce çıkmaz. Cami avlusundan demokrasi hiç çıkmaz. Cami avlusundan iktidar olanlar ne yapmış bakınız. Yırtık ayakkabı ile cami avlusundan siyasete giren Erdoğan kısa sürede Karun kadar zengin oldu. Yetmedi, oğlu, kızı, damadı, velhasıl hanımına selam verip elpençe divan duran herkes zengin oldu. Daha doğrusu, devletin milli hasılasını kendisi gibi düşünenlere peşkeş çektirdi. Bunların içinde Kürtler de var. Ensarioğlu, Çelik ve diğerleri... Yani şu AKP Kürtleri, istisnalar hariç, hemen hepsi çıkar birliği içindeler. Cami avlusundan ekonomik bağımlılığa, birbirlerine sıkı sıkıya bağımlı bir yüzde elli yaratıldı. AKP, Kürdü inkar ve imhada ilerleme yapsa da Kürdün özgürlükçü sesini kısamadı. Sözde Kürt aydınları üzerinden uğraştılar, olmadı. Zindan politikası geliştirdiler, olmadı. „Kardeş" dediler, tutmadı. Şimdi HUDA Partisi kuruluşu yapılacakmış. Tabii yazdığımızı kanıtlama olanağımız olmasa da, yani subjektif olsa da, hani görülen köye klavuz gerekmez derler, cami avlusundan gelenlerin ne yaptıklarını gördük. Kenan Evren faşisti, bir yandan domuz eti yerken, öbür yandan Kürdistan'a Kur'an ayaetleri yağdırıyordu. Hani o ayetler ki, Kemal Atatürk, Türke uygun tefsirini buyurmuştu... O sıralar bu Akıncılar, Erdoğan ve arkadaşları kimden yanaydı? Devleti Ali'den. Şimdi devleti ali ellerinde. Bu durumda Kürde hak hukuk verirler mi? Vereceklerini düşünmek bile abes kaçıyor. Eh bu cami avlusu zihniyeti böyle olunca Kürt cami avlusu zihniyeti farklı mı olur? Ulusal demokratik hakları mı savunur bunlar? İslam, Kürdü köleleştirmede araç yapılmıştır. Bütün sömürgeci, işgalci güçler İslamı Kürde karşı kullanmışlardır. İslam Kürdün prangasıdır. Düşürülüp kimliksizleştirilmesidir. Bizim Allah'ın partisine değil, Kürdün partisine BDP'ye ağırlık vermemiz gerekir. AKP, Kürdistan'da oy kaybedeceğini bildiğinden Kürde karşı yeni oyunlar tezgahlıyor. Kürt halkının uyanan özgürlükçü aydın kesimi, düşüneni, halkı için elini taşın altına koyanı hemen hemen ya içerde, ya dağda, ya da diasporada. Ancak AKP tüm devlet olanaklarıyla korkunç bir dezenformasyon yaratırken, biz onun nasıl ırkçı ve faşist olduğunu dünya kamuoyuna anlatamadık. AKP, dışarda Kürt bırakmadı, ama ABD ve AB onu oldukça demokratik hatta laik görüyor. Avrupa'nın Hıristiyan demokratlarına eşit görüyorlar. AKP, ne yaparsa yapsın, dışarda kendisini temiz gösteriyor. Bütün mesele „terör" diyor. Yani PKK buharlaşsa başka bir sebep bulup Kürdü haksız hukusuz bırakınca, demoktratik iş yaptığını dünyaya kanıtlıyor. Avrupa'da 2 milyon Kürt var diyoruz. Bir azınlık hariç, gerisi gerçekte yaşıyor mu bilinmez. Fetullah'ın Zaman Gazetesi ve AKP-devleti ABD ve AB'de korkunç dezenformasyon, Almanın dediği „getürkt" sahteleştirilmiş enformasyonlar verirken, Kürtler yaşıyor mu? Herkes kendisini ve bağlı olduğu kurumu bir test etsin. Kürtlük için maddi ve manevi bir özveride bulunuyor mu? Sanal alemde palavra atıp kendini tatminden öte ne yapılıyor? Ayrıca Kürdün bir hastalığı var, kendini küçük görür, efendinin söylediğine daima inanır. Bu mentalitede bizim gibi ömrünü halkının özgürlüğüne veren insanı dinlemez. Bizim yazıp çizdiklerimizi okunmaz. Efendiye hayranlık besler. Bir meseleyi anlatmak isteyince mutlaka onun görüşünü getirir. Halkını beğenmez. AKP ve onun terörü anlatılması gerekirken, kendi şahsiyetlerini kötüler. Bu efendilerden biri de Mihri Belli'ydi. Rahmetlik olmadan önce Zaman gazetesine uğramış, siz Müslümanlar, biz komunistler birlik olalım, güneyde feodal Kürtler devlet olmasınlar. Eh bizim özgürlükçü Kürtler de Vallahi Billahi devlet istemiyoruz deyince, bazen ne için bir ömrü harcadığımızı düşünürüm. Devlet olmayan Kürtle herkes oynar. S.S. Önder; Kürtlerle orangutan gibi oynanıyor, demesi yerden göğe kadar haklıdır. Eğer 21.YY yakalayacaksak, bu ırkçı faşist devletlerden kurtulmamız gerekecek. Devleti istemek ve savunmak birincil görev olmalı. Bunun altında bir anlaşma olursa o da tartışılır. Şimdi çok iyi anlaşılıyor ki, AKP, Oslo'ya sadece zaman kazanmak için gitmiş.

Güneybatı Kurdistan icin yardim istenmelidir

Güneybatı'da bir türlü kendinden emin olamayan Kürd siyaseti Türklere karşı bir uluslararası güvence umuduyla sağına soluna bakmaktan vazgeçemiyor. Sağda bir 'hami' bulsa çok mutlu olunacak ama ondan ümit olmadığından acaba uluslararası yardım kuruluşları vasıtasıyla solda benzeri bir imkan olabilir mi arayışına gidiliyor. Böylesi pragmatist ve oportunist (faydacı ve fırsatçı) bir esneklik belki marksist / sol doktriner literatürde terstir, ama Kürd siyaseti açısından ulusal bağımsızlık ilkesine ters düşülmediği sürece doğrudur. Yardım kuruluşları bahsi ise boş, bir kere çemberine girildiği takdirde mahvedici bir bağımlılık ilişkisidir. Bu yazıda buna değinmek istiyorum. Uluslararası yardım işinin kuruluşlar ve çalışanları seviyesinde bir iş sektörü olduğu konusunu bilmekte fayda var. Tüm bu kuruluşların Batılı devletler tarafından finanse edildikleri ise uluorta bilgidir. Finanse edense elbette objektif değil subjektif kriterlerine, çıkarlarına göre finanse eder. Bu sektörde hangi bölgede hangi projenin ne kadar finanse edileceğini donör, bağış yapan belirler. Kurumlar ve çalışanları da finanse edilen yerde, maaş edinilecek yerde yürütürler faaliyetlerini. Tekrarla vurgulayayım: bu sektörde ihtiyaç olunan yerde değil, finanse edilen yerde; donörlerin parasını ödediği yerlerdeki projelerde faaliyet gösterilir. ANF'de çıkan bir yazıda Güneybatı'da çatışma olmadığı için yardım faaliyeti ulaştırılmadığı iddiası vardı. Ya bilmezlikten ya da köylü kurnazlığından dile getirilmiş bir iddia. Herhangi bir donör tarafından finanse edilecek olsa, hadi Şam üzeri olmadı diyelim, Erbil üzeri en az elli tane i-NGO (International non-Governmental Organization: Uluslararası Sivil toplum Örgütü) birbirinden farklı elli projeyle balıklama dalış yaparlardı bölgeye. "Yardım faaliyeti" sektörü rekabetin öylesine yüksek olduğu bir sektördür. PYD'nin çağrısı yardımın neden yapılmadığı üzerine düşünülmediğini gösteriyor. Bu yazıda buna değinmeyeceğim. Neticede uluslararası strateji oyununun bir parçasıdır; o başlık altında yorumlamak, değerlendirmek gerekir. Genel olarak siyaset ve toplum bağlamında uluslararası yardım meselesine biraz değinip yazıyı kapatayım. Yardım gelse ne olur? Kötü ihtimalle Afrika olunur. Yardımlarla yaşamaya alışmış, kendine yeterliğini bu yardımlarla yavaş yavaş ama emin bir şekilde yitirmiş tembel bir toplum oluşur. Kolaycılıktır. Tükeniştir. Yardıma bağlanmak tükenişin kültürüne el değil, kol değil, gövdeyi kaptırmaktır. Bu konuda piyasadan hemen temin edilebilecek onlarca kitap bulunabilir. Kötü ihtimali budur. İyi ihtimal ise, Tamil Kaplanları örneğidir. Güya yardım kuruluşlarından 'çok iyi' faydalanılıyordu. Kurtulmak istediği devletin devlet aygıtlarının sundukları ve uluslararası yardım kuruluşlarının yardımlarıyla ihtiyaçlarına yetişemediği halka temel hizmetleri güya kendi kontrolüyle veren LTTE Sinhalalardan kurtardığı her karış Tamil İlam toprağında her idare işini yüzüne gözüne bulaştırmıştı. Ders: kendi kontrolün altında olmayan kaynaklarla ne kadar akıllı olursan ol manipüle edilirsin. Vanayı tutan hortumdan akan suyu kontrol eder. Eder yani. Kimse boşuna ucu elinde olmayan hortuma su pompalamaz. Kimse anasının, babasının hayrına Tamillere, Kürdlere yardım ulaştırmaz. "Ben onları dolandırırım" diyen de en fazla kendini kandırır, düşeceği kuyuyu kazar. Eğer PKK – PYD bugünkü çatışmalı dönemde bir örnek arıyorsa bunu Afrika'nın ortasında İsviçre benzeri örnek bir yönetim oluşturmuş olan Paul Kagame yönetimindeki Ruanda'da bulabilir. Kagame'nin politik doğru – yanlışına; ABD tarafından Uganda'da yetiştirilip, eğitilip, gönderilip Ruanda'da iktidarı ele aldığına girmeden / değinmeden ülkesini yerel kaynakların doğru yönlendirilmesi ile nasıl kalkındırdığı üzerinde durulabilir. Hem savunma (hatta Kongo örneği, genişleme) hem iç güvenlik, hem sanayi yatırımları ve hem de diplomasi becerisidir Kagame'ninki. Hırstır aynı zamanda. Bu konuda kitaplar piyasada var mıdır bilmiyorum ama internette aranırsa konuya değinen makaleler bulunacaktır (Aramızda öyle okumalar yapanlar olur mu? Uyduruk ve gerçekle alakası hiç olmamış ve olmayacak ideoloji saçmalıkları yerine gerçek politika üzerine okuyanlar?) Qandil'de herhalde ingilizce bilen kadrolar vardır bahsini ettiğimiz alanlarda araştırma yapabilecek; yaşlanmış kadrolara da aktarabilecek. Yazının özü: Biz Kürdlere kolay kurtuluş olmayacak. Kolay olursa o bir kurtuluş olmayacak. Bunu baştan böyle kabul etmeliyiz. Hırsımız öyle bilenmeli. Bu minvalde düşülmüş bir not, kendini öz-yeterlilikle tanımlayanlara da dostça bir eleştiri olmuş olsun. M. Husedin (@MHusedin) mhusedin@yahoo.com
Güney Kürdistan; Tarihi Fırsat, Batı Kürdistan; Tehlikeli Gidişat Kerkük problemi Kürdistan’ın geleceğini belirleyecek düzeyde stratejik bir konu olmasına rağmen; PDK ve YNK işin ciddiyetini kavramaktan uzak ve hala basit çıkarlar uğruna didişmekten, kendilerini boşa çıkartmaktan başka bir sonuç yaratmayan çift başlı yönetim tarzını tamamen bırakmış değildir. Güney Kürdistan; Tarihi Fırsat Batı Kürdistan; Tehlikeli Gidişat -1- Açlık grevlerinin can kaybı yaşanmadan bitirilmesi, son derece önemli bir gelişmedir. Bu arada, Kürt kamuoyunun aylardır açlık grevlerine kilitlenmesi yüzünden gözden kaçırdığı, fakat yol açtığı-açacağı tehlikeler bakımından çok daha duyarlı davranılması gereken Güney ve Batı Kürdistan?daki gelişmeler üzerinde durmak istiyorum. Irak hükümetinin geçen yaz asker gönderdiği Şengal bölgesinde yaşanan tehlikeli gerilimden sonra güçlerini çekmek zorunda kalması, geçmişe göre nispeten daha sakin bir dönemin yaşanmasına neden olmuştu. Fakat birkaç aylık sükunetin ardından, Dicle Kuvvetlerinin yeniden Kürdistan?a konumlandırılmak istenmesi ve bunun ilk ayağı olarak Kerkük mıntıkasına kaydırılması, şayet yakında bir anlaşma sağlanmazsa, eninde sonunda ve kaçınılmaz olarak bir Kürt- Arap savaşına yol açacaktır. Şimdilik, Kürtlerin kararlı davranması ve Amerika?nın bastırması yüzünden Irak hükümeti Dicle kuvvetlerini geriye çekmek zorunda kalmıştır. Lakin cin bir kere şişeden çıkmış ve Irak hükümetinin gerçek niyeti, bütün çıplaklığıyla ortaya çıkmıştır. Kürtlerin bu saatten sonra Maliki?nin kandırmalarına kulak vererek tedbirsiz davranması ve Kerkük sorununu geçmişte olduğu gibi yıllara yayarak sürüncemede bırakması intihar etmekten başka bir manaya gelmeyecektir. Kürtlerin, Kerkük sorununu -söz verdikleri halde çözmekten ısrarla kaçınan- Merkezi Irak hükümetinin insafına terk etmesi, başından itibaren izledikleri yanlış ve ikircillikli politikanın sonucudur. Kerkük problemi Kürdistan?ın geleceğini belirleyecek düzeyde stratejik bir konu olmasına rağmen; PDK ve YNK işin ciddiyetini kavramaktan uzak ve hala basit çıkarlar uğruna didişmekten, kendilerini boşa çıkartmaktan başka bir sonuç yaratmayan çift başlı yönetim tarzını tamamen bırakmış değildir. Özellikle peşmerge güçlerinin merkezi komuta sistemine kavuşturulmaktan uzak olması, sadece Irak devletine cesaret vermekle kalmamış, aynı zamanda Kürtlerin savaşa hazırlık düzeyini oldukça olumsuz etkilemiştir. Daha önce hemen tüm çevrelerden ısrarla peşmerge güçlerinin mutlaka merkezi komuta sistemine kavuşturulması gerektiği konusunda sürekli uyarı ve dayatmalarda bulunulmasına rağmen, her iki partinin sorumlu bir davranış gösterdiğini söylemek zordur. Her işte bir hayır vardır derler. Beliren tehlike karşısında hiç olmazsa şimdi her iki partinin gerekli sorumlu davranışı göstererek en kısa zamanda peşmerge güçlerini merkezi bir ordu biçiminde örgütleyecekleri ve böylece içinde bulundukları hazırlıksız durumu fazla zorlanmadan aşacaklarını tahmin ediyoruz. Mevcut durumda Kürtlerin en büyük zaafı her iki partinin çelişkili duruşu ve peşmerge güçlerinin merkezi komuta sistemine kavuşturulmamasıdır. Gerekli iradenin gösterilmesi halinde peşmerge güçlerinin düzenli orduya dönüştürülmesi, geçmişten çok daha kolay başarılacak bir görevdir. Çünkü zaten geçen seneden beri peşmerge, polis ve istihbaratın birleştirilmesi konusunda bir karara varılmış ve yetersiz de olsa bazı adımlar atılmıştı. Ayrıca peşmergelerin sahip olduğu silah ve cephane durumu Irak ordusundan ileri olmasa dahi kötü değildir. Buna karşılık Irak ordusu peşmergelere göre daha eğitimsiz ve halktan gerekli desteği almaktan yoksun bir yapıya sahiptir. Maliki yönetimini İran dışında destekleyen bir devlet yoktur. Geçmişte, Saddam döneminde tüm Araplar birlik halinde Kürtlere karşı savaşırken, mevcut durumda Maliki yönetimini hiçbir Sünni Arap partisi desteklememektedir. Aslında Maliki, mensubu bulunduğu Şiilerin bile tam desteğini almaktan yoksun hareket etmektedir. Her an iktidardan düşürülme korkusu içerisinde bulunan Maliki Hükümeti, bir taraftan Kürtlere sataşarak Arapların desteğini arkasına almaya çalışırken, diğer taraftan İran devletinin dayatmalarına boyun eğerek Suriye devletinin ömrünü uzatmak amacıyla problem yaratmaya uğraşmaktadır. Malikinin Kürt- Arap savaşını çıkartmaya dönük çabalarına Amerika?nın sıcak baktığını söylemek güçtür. Kürtler hata yapmazsa, bu gerginliğin sonunda Maliki hükümetinin düşme olasılığı hayli yüksek görünmektedir. Bu aşamadan sonra Amerika?nın Kürtleri geçmişte olduğu gibi feda etmesi hayli zordur. Fakat Kürt yönetimin Amerika?ya güvenmek yerine kendi gücünü esas alması ve buna göre mevzilenmesi daha doğru bir yaklaşımdır. Kaldı ki Kürtlerin sadece Amerika?nın değil, ayrıca Sünni Arap kesiminin desteğini alması dahi mümkündür. Savaşın patlak vermesi halinde Kürtlerin daha avantajlı pozisyonda olduğunu ileri sürmek abartılı bir değerlendirme değildir. Kürt yönetimi hem kendini savunmak ve hem de başta Kerkük olmak üzere ihtilaflı tüm bölgeleri ele geçirmek için gerek duyduğu her türlü argümana sahiptir ve bu sefer eline geçirdiği şansı kesinlikle basit hesaplar uğruna harcamaktan özenle kaçınmalıdır. Daha önce defalarca eline geçen şansı değerlendiremeyen Kürt yönetimi gelinen aşamada ya Kerkük?teki hakimiyetini kaybedecek ya da ebediyen Kürdistan topraklarına resmen bağlayacaktır. Kürt tarafını bundan alıkoyacak Malikinin gücü değil, sadece kendi hata ve yetersizlikleri olabilir. Barzani?nin dediği gibi Kerkük Kürdistan?ın kalbidir. Kürdistan?ın kalbini savunmak sadece Güneyin değil, her dört parçanın görevidir. 19- 11- 2012Nizamettin TAŞ ( Botan Ropjhılat)

donderdag 23 augustus 2012

(Değerli arkadaşlar. Üzerinde yaşadığımız coğrafyada,süregelen trajedi,katliam ve kıyımların,Türk toplum vicdanınıda yeterince karşılık bulamamasının ve "ortadoğuda 40 milyona varan nüfusuyla en temel haklarından mahrum bıraktırılmlş Kürd toplumu" söyleminin Kürd lerde nasıl algılandığı konusundaki sosyolojik tesbitlerimi sizlerle paylaşmak istedim.Katkı ve eleştirilerinizi bekliyorum.(Not:bu yazı,daha önce Gelawej sitesinde yayınlanmıştı) "Türk toplumu" dendiğinde saf bir Türk etnisitesi akla gelmemelidir.Şu an anadolu coğrafyasının batı, güney ve kuzey kesiminde yaşayan toplumun büyükçe bir dilimi, süreç içinde devşirilmiş ve asimile edilmiş başka din,ırk ve etnisitelerden(sonradan müslümanlaşmış/müslümanlaştırılmış; Ermeni,Rum,Yahudi, sırp, Gürcü veya müslüman halklardan; Boşnak,Arnavut,Pomak, Laz,Çeçen,Çerkez)oluşmaktadır.Bu, çok ilginç olduğu kadar, bir o kadar da çelişkili olan durumun; Gerek Osmanlı döneminde ve gerekse Cumhuriyet dönemi boyunca,imparatorluk ve anadolu çoğrafyalarında yaşanan soykırım ve katliamların etkisi büyük olmuştur.Zaman,zaman katliam ve soykırımlarla savunmasız ve aciz kalmış topluluk ve bireyler, kendi çocukların geleceklerini güvenceye almak için, bütün kimliklerinden(dinsel ve etnik) sıyrılarak, Hakim ve muktedir kimliğe(Türk-Müslüman-Sünni) rücu etmişlerdir.Bir topluluğun veya bireyin, dinsel veya etnik kimliğini gizlemek zorunda kalarak, yok sayarak yadsımış olması, bu dram ve trajedilerin psikososyal analizleri, sosyologlar ve sosyal antropologlara mükemmel bir materyal sunmaktadır. (İsmail Beşikçi'nin kulakları çınlasın) Bu sosyal ve etnik analizlere çok özet değinmemin nedeni, özellikle Cumhuriyeti kuran elit tabakanın ve onları takip eden iktidar erklerinin, ezici çoğunluğu anadolu topraklarına ait olamamalarıdır.Osmanlı bakiyesi topraklardan kopup, iktidara yerleşmiş ve burayı kendilerine yurt yapmış, elbise olarak, üzerlerine geçirdiği "Türk" kimliğini, aşırı ırkçı ve milliyetçi bir resmiyet kazandırması yanında, farklılıklara dışlayıcı ve ötekileştirici bir muhteva kazandırmış, (faşizan ve ırkçı eğitim sistemi vasıtasıyla, yalana dayalı resmi tarih ezberlerinin dayatmalarıyla ) ve buna birde düşmanlık ve nefret duygusu kazandırmış, gerçek biyolojik Türkleri de baskı altına almış, karşı çıkışları, her türlü araçlarla sindirmiş ve susturmuşlardır.(Topal Osman ve benzer tetikçiler vasıtasıyla)Bu sosyolojik yapı tam analiz edilmediği içinde, ülke içinde yaşanmış ve yaşanmakta olan kırım, katliam ve toplumsal acıların neden Türk toplum vicdanında karşılık bulamadığı soruların cevabını da bu tesbitlerin içinde bulacaksınız.Bilimsel olduğu iddia edilen bir araştırmaya göre Türkiyede trajik ve dramatik olayların toplum hafızasında, sadece 35 gün kadar canlı kaldığıdır.Almanyada, Amerikada ve Norveç gibi ülkelerde bu tür olaylar toplumda şok etkisi yaratırken, Türkiyede belli başlı rejim borazanı basın yayın kuruluşlarının gerçekleri tersyüz etme marifetiyle bu kıyımları önemsizleştirmesi yanında, doğal afet gibi ülkenin büyük bir kentini ve çevresini (Van depremi gibi) yerle bir eden depremde bile Türk Toplumunun çoğunluğunu fazla etkilememiş hatta, bir kısım insanda memnuniyet belirten sosyal medya paylaşımlarında "oh olmuş", "beter olsunlar" şeklindeki yaklaşımlarının bir kaç haddini bilmez züppelerin işi olmadığı, epey bir duygudaş kitlesine sahip olduğu gün gibi ortadadır.Acıları ayrıştırarak, mağduriyet ve haksızlıklara, kendinden olana(rejimin "bizden" ve makul diye bellettiği guruplar) yardımı ve gözyaşlarını akıtan Türk toplumu, farklıya ve kendi devletinden hak talep edildiği zaman bunları esirgeyen ve tepki gösteren vicdan yoksunu konuma düşmeside bundandır.(ki aynı devlet sürekli kendisinide madur ettiği halde) Bundan dolayıdırki, İsrail devletinin sivil Filistinlilere karşı sergilediği şiddet ve ölümlere (haklı olarak) gözyaşı dökerlerken, buna benzer muameleyi kendi devletleri Kürd çocuklarına, kadınlarına ve gençlerine uyguladığı mezalim karşısında kılı kıpırdamaz, hatta daha beterin olasını isteyen sayısız insan vardır.Osmanlının son döneminden,günümüze kadar süre gelen güç ve iktidar mücadelesinde iki akımın damgasını vurduğu biliniyor.Modernist İttihatçı-Kemalistler ve Osmanlıcı Muhafazakar-dindar kesim.Seçimle kemalistleri yenen ve bütün kalelerini ele geçiren muhafazakar ve dindar kesim, daha önce kendilerini de ezen rejimin kurumlarını demokratik değişim ve dönüşümden geçireceğini kamuoyuna deklere etmelerine rağmen hükümet olup daha sonra da tam iktidara yerleşirlerken, bu kurumları demokratikleştirmek bir yana, eski vesayet rejimini aratır hale getirmeleri şaşırtıcı bir durum değildir.Bu iki kesimin sıfır sorunlu ve demokratik bir ülke yaratma gibi hiç bir zaman çabalarının olmadığı, bütün bu "mücadele" ve "muhalif"liğin sadece kimin iktidarda olmasıyla ilgili olduğunu kanıtlamış oldu. Gerek Osmanlı padişahları ve diğer yöneticileri ve gerekse Cumhuriyet elitlerinin ,içini boşaltıp devletin çıkarlarına payanda durumuna düşürdükleri diyanet isimli bir din kurumu var.Türk toplumunun geneline sirayet eden anlayış devlete aşırı biat kültürüdür.Hala bazı sol ve sosyalist entelektüellerin anlamada güçlük çektikleri sorun da burada. Türk toplumu Batı toplumlarında olduğu gibi birey olmaya ve sekülariteye kapalı bir toplumdur.Devletine halel gelmemesi için işkenceyide adam öldürmeyide son tahlilde içine sindirebilir, sindiriyorda.Devletin, kimler tarafından ve nasıl yönetiliyor olmasıda çok önemli değildir.12 mart darbesinde ve 12 eylül de nice işkenceler ve haksızlıklar yaşamış "yol gösterici" ve "entellektüel" olarak öne çıkmış kişilerin, bizzat kendi köşelerinde yazdıkları devletin bekası için işkencecilerini afettiklerini unutmadık sanırım.Osmanlıda şeyhülislam, Cumhuriyet döneminde de diyanet kurumu sürekli olarak iktidarda olan padişah ve hükümetlere dini fetvalar vererek(kendi kardeşlerini ve çocuklarının ölüm fermanlarını dini kılıfa uydurmak suretiyle)iktidarlarının devamını sağlamışlardır.Kendilerinin seçip iktidara taşıdıkları hükümeti darbeyle devirip, sevdikleri ve saydıkları başbakanın idam edilmesinide (Adnan Menderes) üzülmenin dışında herhangi kitlesel bir tepkinin olmamasıda bu anlayışta yatıyor." kol kırılır yen içinde kalır" misali.Türk toplumunun ezici çoğunluğunun duygu ve inançlarına hitap etmiş olan Erbakanın 28 şubat postmodern darbesiyle iktidardan uzaklaştırılmasında da aynı şekilde kitlesel tepkilerin gösterilmemesi de, Devlete olan biat ve itaat kültürünün ne kadar güçlü olduğunun göstergesi değilmidir?.Güncelliği nedeniyle, devletin güvenlik birimlerinin en tepe noktalarına yapılan atamalarda daha önce işkence, kötü muamele ve tecavüzden suçlu bulunmuş, uluslararası insan hakları mahkemesinde bu konuda Türkiye yi mahkum etmiş karara rağmen adı geçen şahıs hakkında gerek ulusalcı, gerek muhafazakar-dindar kesimin ve gerekse milliyetçi cenahların basın ve yayın organlarında kayda değer eleştiri ve yorumların olmamasının temel nedenide yine bu anlayış ve kültürden kaynaklanmaktadır. Onun içindirki, bunu iyi okuyan Fethullah Gülen ve cemaati, darbecilere şirin görünmek için ,Evren ve şürekasını darbe yaptıklarından dolayı kutlamış, kendi taraftarlarını, sabırlı ve kararlı bir şekilde eğitim yoluyla kurumların başına yönetici olarak geçirtip devleti bu şekilde ele geçirmeyi seçmiş ve bu yolda büyük mesafeler katetmişlerdir.Şu an topluma devlet eliyle belletilen din,müslümanlığın sünni-hanefi yorumudur.Bu yorum, Emevilerden Abbasilere ve onlardanda Osmanlılara geçmiş devlet dinidir.(Özellikle iktidar dinidir).23.07.2012 tarihli taraf gazetesinde Neşe Düzel'in Yedi Tepe Ünv.Siyaset sosyoloji dersi veren Prf.Dr.Cemil Oktay ile yaptığı söyleşide kendisini "Türk" olarak gören büyük çoğunluğun devlet ve din algısını şöyle yorumluyor: "...sünnilik ortodoks bir mezheptir.Dinin nüanslarını fazla sorgulamaz.Sünnilik özellikle iktidarla beraber hareket eder.En önemli prensiplerinden biri iktidara itaattir...Sünnilikte biat kültürü çok güçlüdür...Huzur adına herşeyi kabul etmeye hazır bir anlayıştır sünnilik." 1915 te Ermenilere uyulanan soykırımı, 1920 ve 30 larda Kürd lere yapılan zülum ve katliamları, 1930 ile 55 lerde gayri müslimlere(Rum,Ermeni,Yahudi) uygulanan kaçırtma, mal ve mülklerinin talan edilmesini ve değişik zaman dilimlerinde, Maraş, Çorum, Malatya ve Sivas'ta Alevilere uygulanan katliamları ve nihayet son Kürd savaşında 40 binden fazla insanın öldürülmesi köylerinin yakılıp yıkılmasının Türk toplum vicdanında neden karşılık bulmadığını,bulamadığını şimdi anlayabildikmi? Dolaysıyla, Kürd sorunu ve diğer sorunların muhatabı (ilginç olacak ama gerçek bu) Türk halkı değil,direkt ikdidardır.Biat kültürünün birde olumlu olan bir yanıda var. Muktedirler isterse,basını ve diğer devlet kurumlarını harekete geçirtip,kısa süre toplumu hazır hale getirir, Türkiyenin bütün sorunlarını, isterlerse çok rahat bir şekilde çözebilirler. Birkaç milliyetçi-ırkçı ve ulusalcı kesimin cılız sesleri dışında hiç bir sorunda yaşanmaz.Türk halkı kitlesel olarak hiç bir zaman sokaklara çıkıp kendi devletinden mağduriyet yaşayan kesimlerin hak taleplerini dillendirmez.Devlet versede "niçin veriyorsun?" diye direnmez.İsrail,Fransız,İngiliz ve Alman toplumundan beklenen demokratik davranış, Türk toplumundan beklenemez.Umarım Türk halkı kendisi için söylediklerimin tersini yapar,beni mahcup çıkartır ve özür dilemek zorunda bırakır. Kürd toplumunun sosyolojik ve sosyal psikolojik çözümlenmesi ve analizi çok daha dramatik ve vahimdir.Tarafsız ve objektif tarihçilerin araştırmalarına bakıldığında, binlerce yıl şu an üzerinde bulundukları topraklar üzerinde yaşamış oldukları tesbitleri vardır.Anadolu ve Mezopotamyanın verimli toprakları,barbar ve istilacı imparatorlukların(Makedon,Roma,İslam,Moğol, Haçlılar,Selçuklu ve Osmanlı) iştahını kabartmış, her saldırılarda güçlü olan kavimlerin boyunduruğuna,gerek katliamlarla ve gerekse gönüllü olarak boyun eğmişler.Halife Ömer döneminde, islam ordularının Amed'i almasıyla, gerek zora dayalı ve gerekse zaman içinde de gönüllü olarak Zerdüştlükten islama geçiş yaşanmış, 20 yy'ın başlarına kadar,hakim güç ve impartorlukların gölgesinde, sancak beylikleri ve lokal devletciklerle hayatlarını idame ettirmişlerdir.20.yy'a gelindiğinde,kapitalizmin ve kapitalist üretim ilişkileri toplumsal davranışları değiştirip dönüştürürken, diğer yandan düşünsel ve entellektüel alanda yaşanan devrimsel hareketler,merkezi imparatorlukların yıkılmasına ve yerine ulusal devletlerin kurulmasına yolaçmıştır.Osmanlı imparatorluk coğrafyasında,yaşanan ulusal kurtuluş hareketleri ile kopan etnik topluluklar kendi ulusal devletlerini kurup koparken,merkezi coğrafyada,Ermenilerin bu talepleri,kanlı bir soykırım ile bastırılırken,bu süreci ıskalayan Kürtler, ümmetçi reflekslerle ve tam anlamıyla ne istediklerini kendi toplumuna anlatamadıklarından veya anlatmaya yetersiz kaldıklarından 1919, 1925 ve diğer isyanlar lokal kalarak başarısızlığa uğramıştır.(bu konu çok tartışmalı bir konu olduğu için özet olarak bütün inançlara(Aleviler ve Ezidiler) ve sınıfsal farklılıkları ulusal birlik çatısı altında ikna edemediğinden veya inandıramadığından başarısızlığa mahkum olması kaçınılmazdı.Konumuzun ana teması bu olmadığı için teğet geçmemiz gerekiyor.)Kendi yaşadıkları topraklarda süregelen istilalar ve kanlı savaşlarda, kavimler arasında sürekli değişen "efendiler"in değişik istek ve mizacları, Kürdlerin duygu ve davranışlarını alt üst etmiş, Yılların biriktirdiği bu travmalar,Kürd toplumunun şimdiki kişilik davranışlarının şekillenmesine zemin hazırlamıştır.Türk toplumunda kendini gösteren devlete biat ve itaat kültürü,Kürdlerin devleti olmadığı içinde,azılı ve despot güce ve otoriter yapı ve kişilere boyun eğme ve biat şeklinde kendini göstermiştir.Kürd toplumunun bu eğilim ve zaafını Öcalan çok iyi analiz ederek bütün söylem ve eylemlerinde bunu gözetleyerek diğer tüm Kürd örgütlerini sollamış ve şu anki kitlesel konuma ulaşmıştır.Bu tesbitleri, somut olarak Kürdlerin, stran, kılam ve duygu dünyalarında da gözlemleyebiliriz.Evinde yattığı, yemeğini yediği insanları öldürmüş, eşkiyalıkla insanların mallarını gaspetmiş, onlarca adamı gözünü kırpmadan öldürmüş, zalim katilleri kutsayan ve hayranlık duyan bu kanıksamalar bile Kürd toplumunun güce ve güçlüye ne kadar taptığının kanıtı değilmidir? (her nekadar bu 30 yıllık savaşta biraz değişmiş olsada bu hastalıklı davranış,yer,yer devam etmektedir.) Sık vurgulanan konuların başında "Ortadoğuda 40 milyona ulaşan nüfusuyla bütün temel haklarından mahrum bırakılmış halk" tabiri sık kullanılır.Evet öyledir.Sayın Beşikçi, bunu sömürgeci devletler, emperyalizm ile işbirliği ve çıkarları konusunda çok güzel bilimsel sosyolojik analizlerle izah etmektedir, fakat bunun neden böyle sürüp gittiğini,bu toplumun iç dinamiklerinden kaynaklı yalnış ve anormalliklerin olup olmadığını, Kürd toplum gerçeği konusunda bilimsel sosyolojik analizlerle değerli fikirlerini bekleriz.Acaba "bu kadar mağduriyet yaşayan bir toplumun, hatalarını yüzüne vurmayalım" diyemi düşünüyor?.Kürd toplumunun bu esaretin müsebbiplerinin kendi bünyesine enjekte ettiği, bu kötülük ve yetmezlikleri dahil bütün çıplaklığı ile eleştirilmeli ve sorgulanmalıdır.Biz kürdlerin buna şiddetle ihtiyacı var. Kendisini esaret altında tutan inkarcı,asimilasyoncu, baskıcı yapı ve onların temsilcilerine boyun eğici ve "kuzu" olan Kürd toplumu, Kendi içinde soydaşlarına son derece acımasız, zalim ve güvensiz bir toplumun, bu haliyle esaretten kurtulması mümkünmüdür?.Dünya tarihinde sayısız hak gaspı, katliam ve mezalimler olmuştur.Hakları gasp edilen toplumların mücadelesinde,o toplumun bireylerinde çıkarsal ve mevkisel saiklerle sömürgeci veya baskıcı devletlerle işbirliğine giriştikleride olmuştur fakat,dünyanın hiç bir yerinde mağdur toplumun bir kesimi örgütlenerek, sömürgeci ve baskıcı devlet ile işbirliği halinde hak ve özgürlük talep eden kendi soydaşlarını en vahşi yöntemlerle katlettiği görülmemiştir(Hizbullah örneği).Burnunun dibinde,kendisininde mensubu olduğu soydaşlarını katleden, köylerini yakan, hayvanlarinı telef eden, insan dışkısını yediren, işkence ve tecavüzün alasını yapan,kendisininde yaşamış olduğu şehrin varoşlarına zorunlu göç ettirilmiş bu insanların, hayata tutunmak için, hırsızlık, kapkaççılık, fuhuş ve uyuşturucu batağına düşürülmüş sonderece trajik ve dramatik durumlarını görmezden gelerek, açtığı standlarda yüksek volümlü hoperlörlerle Filistin marşları eşliğinde "İsrail zülmündeki Filistinli din kardeşlerimize yardım yapalım" anonsları çeken(Kürt toplumunun bu kesimi bu kadar ulvi bir enternasyonalist dayanışma içindedirler..!) sayısı bir hayli abarık Kürdlerle bu toplumun neden özgürlüğünü kazanamadığının açık ve bariz kanıtı değilmidir? Çok daha vahimi, eğitimli ve önemli meslek edinmiş Kürdlerin büyük çoğunluğunda normal hayatlarını sürdürüyor iken, kendi vicdanlarında bu durumu çokta dert edinmedikleri görünür bir durum iken, sergiledikleri bu umursamaz tavırları, hangi bilimsel sosyolojik kavramlara açıklanabilir?.Kendi halkı abluka ve açlık altında iken, başka coğrafyalarda mağduriyet yaşayan insanların din hanesine sırf "islam" yazıldığı için,yaşanan acılarda ve mağduriyetlerde ayrımcılık ve çifte standart gözeterek,ölümü göze alıp deniz aşırı yolculuğa çıkıp,baskıcı devletin operasyonuyla hayatını kaybeden (Mavi marmarada İsrail komandoları tarafından öldürülenler) Kürdlerin bu vahim durumunu ve bu kadar büyük bir nüfusa sahip bir topluluğun neden hala esaret altında kıvrandığını yeterince açıklamıyormu? Kürd yerel yönetimlerin fiili olarak uygulamaya koydukları,Kürdçe mahalle bulvar ve caddelere verilen isimlerin,sözde yargı kararlarıyla iptalinden sonra, hükümet partisi içinde yer alan kürd siyasetçi ve millevekillerinin ciddi bir tepki gösteriminde bulunmayıp, gerekirse istifa edeceklerini de deklere etmediklerine göre, bu mağduriyetlerin neden böyle devam ettiğinin yeterince kanıtı değilmidir? Şunu kimse görmüyor:Kürdlerin temel ulusal haklarının iadesi için yapılması gereken mücadelede Kürd toplumunda ciddi algı farklılığı vardır.Kürdlerin halihazır önemli bir kısmının ümmetçi bir yaklaşım içinde olduğu bir vakıadır. Kürd dili, kültürü ve farklılıktan kaynaklanan duygu ve davranişların asimilasyoncu ve inkarcı bir sistem tarafından ezildiği ve aşağılandığı gerçeği bu kesimin halihazırdaki büyük çoğunluğu için çok fazla bir anlam ifade etmiyor.(Vicdanlı ve samamimi müslüman kürtleri tenzih ederim).Onların hayatına anlam katan şey,inandığı dini ve mezhebidir.Onun İçin Kürd sorunu, laik, seküler, solcu ve sosyalist Kürtlerin sorunu olarak algılanıyor(Son zamanlarda bu algı yavaş yavaş değişiyor olmasına rağmen).Peki seküler Kürdlerin (PKK-BDP çizgisi)30 yıllık savaşta toplumun bu şekilde ayrışmasında hiçmi günahları yok? Elbette bu süreçte çokça hatalar,haksız infazlar ve çokça günahlar işlenmiştir.Bu hareketin otoriter ve baskıcı yanlarının yanısıra, kendi içinde yaşadıkları infazlarla da acilen yüzleşmelerinin zamanı gelmiş ve geçiyordur.(bu başlı başına bir araştırma ve yazı konusudur) Ortadoğuda ve bölgemizde, yeni toplumsal yapılanmalar ve harita değişimleri kapıdadır ve gündemi zorluyor.Suriye Kürdleri şimdilik ileri öngürülerini ortaya koyarak ulusal birliklerini kurmuş gözüküyorlar.Türkiye Kürdleri de özgürlüklerine kavuşmak istiyorlarsa, kendi içindeki farklılıklara saygı ve hoşgörü temelinde demokratik yaklaşımlar gösterilmeli, birlik sağlanmalıdır.Bu en başta PKK-BDP yöneticilerine büyük görevler düşüyor.Denizdeki balık kuyruğuna benzer bir şekilde gelen fırsatı Kürdler yine ıskalayacakmıdır? yoksa bu özgürlüğe kavuşacakmıdır? bunu hep beraber yaşayıp göreceğiz.Op.Dr.Gencettin ÖNER Diyarbakır.24.07.2012

maandag 20 augustus 2012

Ortadoğudaki yeni yapılanmalar incelendiğinde bağımsız bir Kürt devletinin kuruluşu için ilk önce akan kanın, katliam ve vahşetin durdurulması hayati derecede elzemdir. Irak'ın ve Suriye'nin Kürt bölgesini içine alacak yeni bir federasyon kurulabilmelidir. İç savaşa sürüklenen Suriye’de tarafsız olduklarını açıklayan Kürtler - fırsatı değerlendirerek - Kobani, Afrin, Amude, Derika Hemko ve Kamışlı’da idareyi hâkimiyetleri altına aldılar. Halk tıpkı Irak’da olduğu gibi özgürleşiyor. Kendi öz yönetimiyle kendi idaresini oluşturmaya çalışıyor. Kim ne derse desin korku bulutları dağılıyor. Ele geçirdikleri bölgelerde idareyi ve giriş çıkışları denetim altına alan Kürtler adım adım devletleşmeye doğru gidiyor. Türk tarafı, bu durumu “beklenmedik gelişme” olarak görüyor. Aslında Suriye'de karışıklık çıktı çıkalı böyle bir risk vardı. Batı Kürdistan halkımız aktuel Suriye siyasetinden olumsuz etkilense, örneğin Suriye'ye yapılan devletler ambargosunu katmerli yaşasa, olası bir savaşta Türk ırkçı sisteminin başat hedefi olsa da, Arap ve Türk ırkçılığını yakından tanıdıkları için kalıcı bir Kürt statüsüne kavuşabilme şansları da vardır. Türk devletinin korkusu bu durumdur. Savaşın boyutlanacağı Suriye'de Kürtlerin ayrılmalarının olanağı artar. Baas sisteminin on yıllardır vatandaş bile görmediği, kendi ülkesinde hüviyetsiz yapılan Kürtlerin Zerdüşt güneşi altına çıkmaları olanağı var. Hatta savaş çıkmasa da Güney halkımız iyi bir örgütlülük yakalamış konumdadır. Pek çok Kürt siyasi partisinin karıştırdığı politik ve toplumsal kaosu PYD düzeltmeye çalışmaktadır. Güney halkının kazanımları iki başlılık nedeniyle, uluslaşmada bilinçsizlik nedeniyle heba edildi. Görünen o ki, Batı Kürdistan halkı birlik olmanın gereğini anlamış durumdadır. PKK ve Barzani bu güçleri ulusal bazda bir anlaşmaya yönelttiğine göre, Türkiye, İran ve Irak'a rağmen, bu parça; ya özgür Batı Kürdistan olur, ya Suriye'den kopup Güney Kürdistan'a bağlanır, ya da Güney değerinde bir federatif kazanıma ulaşabilir. Bağımsız bir Kürdistan kurmaları bu siyasal konjönktürde olanak dahilindedir. Burada sorun düşman değil, Kürtlerdir. Kürtlerin birliği düşmanlarımızı geriletir. Bir de dost ve düşman seçmede düştüğümüz hatalardan ders çıkarabilsek. Örneğin seksenli yıllarda Filistinlerin safında İsrail'e karşı savaşan Kürtler, sonradan Arafat'ın Saddam Hüseyin'i nasıl öpüp sevdiğini görmüş olmalılar. İsrail düşman yapılırken, FKO Saddam cephesinde Kürtlere saldırdı. Benim inancıma göre, Ortadoğu'da bir Kürt-İsrail işbirliği en doğru olanıdır.

vrijdag 17 augustus 2012

Günay Aslan / Özgur Politika: >>>Kürtlerin dönüşü

25 Temmuz 2012 Çarşamba 08:19gunayaslan@hotmail.deBunca mücadele ve bedel ödenerek gelinen bu aşamadan sonra Kürt halkını yeniden karanlığa gömmek artık mümkün değildir. Kürt halkı deyim yerindeyse artık kefeni yırtmış, dünya uluslar ailesi sahnesine çıkmıştır. Kürt siyasetinin bundan sonra yapması gereken Kürt halkını uluslararası demokratik toplumun ayrılmaz bir parçası haline getirecek olan kurumları yaratmak, bu yolda yaratılmış kurumlara da nitelik kazandırmaktır. Henüz bıçak sırtında yürüse de Kürt siyaseti yaşamsal önemi olan tarihi bir zaafiyeti aşmış, birliğini sağlamıştır. Kürt birliğinin toplumsal bir kesimleri içine alacak şekilde yaygınlaşması ve kalıcı olarak kurumlaşması için Ulusal Konferans’ın da behemahal toplanması kaçınılmazdır. Koşullar bunu zorunlu kılmaktadır. Kürt halkı önce kendi iç birliğini tam anlamıyla sağlamalı, ardından da bölge halklarıyla eşitliğe, kardeşliğe, özgürlüğe ve gönüllü birlikteliğe dayalı yeni ilişkiler kurmalıdır. Kürtlerin inkarı ve imhasına dayanan eski statüko artık parçalanmıştır. Ortadoğu’da yeni statüko oluşmakta ve yeni dengeler kurulmaktadır. Kürt halkı ve Kürdistan ülkesi bu dengelerin odağındadır. Bundan böyle herkesin hesabını- kitabını Kürtlerin varlığı ve kendi ülkelerinde söz ve karar sahibi oldukları gerçeğine göre yapmalıdır. Bu saatten sonra buradan geri gitmek,özgürlükten vaz geçmek mümkün değildir. Aksine özgür yaşamın gerekleri hızla yerine getirilecektir. İç ve dış koşullar bağımsız bir devletin kurulmasına izin veriyorsa (bana göre vermiyor) bu değerlendirilecektir. Vermiyorsa şayet, başka bir yol izlenecektir; izlenmektedir. Kürtlerle Türklerin birarada yaşama koşulları Türk devletinin izlediği ırkçı, acımasız ve aşağılayıcı politikalar nedeniyle epey bir aşındı ancak, yine de nesnel süreç Kürtlerle Türkleri federatif bir çözüm modeli etrafında ‘ortak vatanda’ biraraya gelmeye zorluyor. Elbette bu, bu aşamadan sonra Kürtlerden çok Türklerin bir meselesidir. Biraz da onlar düşünmelidir. Kürtlerle eşitlik ve özgürlük temelinde birarada yaşamak istiyorlarsa şayet bunun gereklerini yerine getirmelidirler. Kürt halkının son 10 yılda aldığı mesafe göz önündedir. Bundan 10 ya da 15 yıl sonrasında ortaya çıkacak tablonun nasıl olacağı da bugünden bellidir. 40 milyona varan nüfusu ve özgürlüğe olan susamışlığıyla Kürt halkını esaret altında tutmak artık kimsenin haddi değildir. Şimdi en azından Kerkük’ten Halep’e yeni bir Kürt devleti ortaya çıkmıştır. Biçimi ne olursa olsun; ister bağımsız, ister federal, ister otonom önemi yok; önemli olan Kürd’ün kendi ülkesinde özyönetimin belirginleşmesidir. Önemli olan demokratik Kürt iradesinin Kürdistan’da egemen hale gelmesidir. Dolayısıyla daha fazla kan dökülmeden ve çekilen bunca acıya yeni acılar eklenmeden bu sorunu adilane çözmek gerekmektedir. Kürt siyasetinin sık sık dile getirdiği gibi bu konuda top artık Türk devletinde, onun AKP Hükümeti’ndedir. Kaç gündür Ankara’da yoğun bir hareketlilik gözlenmektedir. Türklerin başkentinde zirve üstüne zirve düzenlenmektedir. Ankara’nın opsiyonlarını açık tuttuğu, askeri hazırlıklarını tamamladığı ve gelişmelere göre tavır alacağı anlaşılıyor. Türk basını Türk devletinin Suriye’deki gelişmelere hazırlıksız yakalandığını yazıyor ama, bu gerçeği yansıtmıyor. Zira, Suriye’nin bu hale geleceği en az iki yıl öncesinden belliydi. Türkiye’nin Suriye’yi Batı’yla uzlaştırma, Amerikan cephesine katma çabası sonuç vermeyince Esad’ın ipi çekildi. Esad sonrasının ne olacağı da tahmin edilmişti. Suriye Kürdistanı’nın da Kürtlerin, özellikle de PKK’nin öncülük ettiği hareketin eline geçeceği öncesinden belliydi. Tarih şimdi hızlı akıyor ama, nesnel süreç sürpriz yapmıyor. Olması gereken neyse o oluyor. Ayrıca tarihsel bir haksızlık gideriliyor. Dört parçaya bölünen ve ülkesi elinden alınan Kürdistan halkı şimdi parçalarını bir araya getiriyor, birleşiyor ve kendi ülkesinde söz sahibi oluyor. Türkiye’nin bunu kabul etmesi, buna saygı göstermesi ve bu ilkel ırkçı politikadan vaz geçerek, Kürtlerle ortak bir gelecek kurması her şeyden önce kendi menfaatinedir. Türkiye için Ortadoğu’da Kürtlerden ve Kürdistan başka sağlam bir müttefik de görünmemektir. Bütün sorun Türkiye’nin geçmişte izlediği ve halen terk etmediği Kürt karşıtı siyasetindedir. Ne ki Türkiye beş yıl kadar öncesinden başlayarak Güney Kürdistan özgülünde bu siyasetini yavaş yavaş terk etti ve orasıyla kalıcı ilişkiler geliştirdi. Güney Kürdistan liderliği şimdi Türkiye’nin bölgesindeki en sağlam müttefikidir. Güney Kürdistan-Türkiye ilişkileri de gittikçe gelişmektedir ve bu ilişkiler artık stratejik önemdedir. Fakat Güney liderliği, özellikle de Barzani aynı zamanda PKK’nin de müttefikkidir! Güney liderliğini bir eli Türkiye’de ama, diğer eli de Kürt siyasetindedir. Dolayısıyla Kürtlerle savaş Ankara açısından akıl karı değildir. Bölgenin ve dünyanın konjöktürü Türk devletine Kürtleri bir kez daha ‘tedip ve tenkil’e fırsat vermiyor. Türkiye’nin Kürtlerle uzlaşmaktan başka bir seçeneği bulunmuyor. Kürtlerle uzlaşmanın yoluysa köklü bir zihniyet değişikliğinden geçiyor. Kürdü köle, kendisini efendi gören ukala zihniyetin değişmesi, eşitlik ve özgürlük temelinde yeni bir ilişkinin kurulması gerekiyor.

vrijdag 10 augustus 2012

SEVR BARIS ANTLASMASI’NIN KURDISTAN DEVLETI’NIN KURULMASINI ÖNGÖREN;

Kürtler dünyaya yüzyıldır bu terör rejimlerinin gerçek yüzünü anlatıyor. Hem de bedel ödeyerek. Katledilerek. Sömürülerek. Tabi ki buna karşı direnerek, “ben de varım” diyerek, kendisine yapılan haksızlığı haykırıyordu. Ama dünya bu çığlığı pis çıkarları için duymazlıktan geliyor ve bu terör rejimlerini sürekli destekliyordu. Bu terör rejimlerinin kendi uluslarını, başka ulusları, insanları nasıl inim inim inlettiklerini bildikleri halde ses çıkarmadılar. Kendi eserleri olan bu zalim rejimlerle, içten gelişen demokratik muhalefeti elbirliğiyle sürekli ezdiler. Kuzey Kurdistana donersek: Kürdistan olmayan bu zorlama taslakta “Modelimiz, Türkiye’nin tüm diğer bölgelerinde de uygulanabilecek bir demokratikleşme modelidir. Türkiye ve Kürdistan’ı ortak vatan olarak görmekteyiz.” Denilerek tam anlamıyla kavramların genetiği de alt üst ediliyor. Kürd halkının Kürdistan´daki resmi devlet otoritesi ile ilişkileri ne olacak? Taslakta Türk ordusu, yargısı, bürokrasisi, il idaresi, valilik, kaymakamlık vb kurumlarına ilişkin herhangi bir değerlendirme bulunmamaktadır. Örneğin valileri kim seçecek, ordu polis gücü nasıl olacak… Bütün bunlara dair somut bir görüş belirtilmiyor.”Halk kendi savunmasını oluşturacak” türünden yuvarlak laflarla Kürd ulusunun statüsü belirlenmiş olmuyor. İki vatan nasıl oluyor? Kürdistan diye bir vatanları olan Kürdler, hangi ahlaki ve insani nedenle Türkiye´yi de ortak vatanları olarak görmeliler? Bu güne dek Dünyada hangi ezilen, sömürge Kürdler adına “dünya globalleşti, ulus-devlet dönemi geride kaldı, Kürdler için devlet gerekli değildir” sözleri de bu akıl tutulmasının sonucudur. Dünyanın bu üçüncü globalleşme dalgasında 10’dan fazla yeni devlet kuruldu. Hiç kimse “ulus-devlet dönemi kapanmıştır, bize yeni devlet gerekmiyor” demedi. Kürdlerin Kürdistan toprağında devletleşmesi mümkün ve gereklidir. Her Kürd siyasetçisi Kürdlerin kendi geleceklerini belirleme hakkını savunmalıdır. Sömürgecilerin Kerkük’ün Kürdistana katılmasını istememelerinin nedeni de Kürdlerin devlet olabilecekleri gerçeğidir. Kürdistan’ın birliği ve özgürlüğü bu nedenle sömürgecilerin korkulu rüyası, kabusudur. Kürdistan sömürgecilerinin Kürdistan’ı egemenliklerinde tutmak için yaptıkları işbirliğinin çok daha fazlasını Kürdler yaşama geçirmelidir. Sömürgecilerin Kerkük saldırganlığına karşı en iyi cevap, yurtsever güçlerin ortak akla dayanan mücadeleci, ulusal birliğini gerçekleştirmektir. Kürd ulusal haklarını kapsayan bir federasyon, şu siyasi koşulları içermek durumundadır: 1. Kürdistan coğrafyasının birliğinin zemini üzerinde ve siyasi ayrılma hakkına sahip olması. 2. Kürdistan federal parlamentosunun, özerk yasa çıkarma yetkisine sahip olması. 3. Kürdistan federal mahkemelerinin bağımsız olması. 4. Kürdistan federal coğrafyasının güvenliğinin, idari ve siyasi olarak Kürdistan Federasyonuna bağlı güvenlik güçleri tarafından sağlanması. 5. Kürdistan coğrafyasının zenginlik kaynaklarının tasarruf hakkına sahip olunması Güney Kürdistan deneyimi gösterdi ki ezen-ulus devletlerle siyasi federasyonlu yaşamak mümkün görünmemektedir. Irak totaliter Baas rejimi yıkıldı ve bu totaliter rejimin muhalifleri ile 1992’den beri oluşan Güney Kürdistan Federal Devletiyle birlikte yeni bir anayasa ile yeni bir Irak Federal Devletini kurdular. Kürdistan Federal Devleti, ortak ve eşit olarak siyasi egemenliği paylaşan ve kurucu bir öğesi olmakla birlikte, Irak Federal Devleti, anayasasına rağmen, Kerkük vb Kürdistan coğrafyası sorunu, Peşmerge, gaz, petrol vb sorunların çözümüne yaklaşmamakta ve hatta yeniden Kürdistan’ı işgale hazırlanmaktadır. Buna karşın bir federal devlete sahip Güney Kürdistan ulusal güçleri, kendi kaderini tayin hakkı ilkesini gündeme taşımıştır. Onun içindir ki demokratik ve ulusal haklar mücadele ile kazanılır ve savunabilecek kadar örgütlülüğü de söz konusu olabilirse kalıcı olabilir. Ancak kalıcı niteliğine sahip haklar demokratik ve ulusal haklardır. Ezen-ulus devletinin istediğinde rafa kaldırabileceği haklar ise demokratik ve ulusal haklar değil, burjuva demokrasisi haklarıdır. Güney Kürdistan deneyimini de akılda tutarak, yukarıda beş madde halinde belirtilen siyasi koşulları içermeyen bir federasyon talebi, bir ulusal/siyasi federasyon değil bir idari federasyondur. İdari federasyon, ulusal hakların değil ancak, kolektif azınlık hakların çözümünü sağlayan bir idari yapılanma olabilir. Ulusal/siyasal federasyon, ezen-ulus devletiyle egemenliği ve /veya iktidarı paylaşmaktır. İdari federasyon, ezen-ulus devletin bir organı ve/veya taşeronu olmaktır. SEVR BARIS ANTLASMASI’NIN KURDISTAN DEVLETI’NIN KURULMASINI ÖNGÖREN; 62, 63 ve 64. MADDELER: “Madde : 62 – Ingiltere, Fransa ve Italya hükümetlerin tayin edecekleri birer üyeden olusacak ve merkezi Istanbul’da olacak üc kisilik bir komisyon kurulacaktir. Bu komisyonun görevi bu antlasmanin imzalanmasindan sonra alti (6) ay icinde, Firat’in dogusunda bulunan ve sinirlari ileride saptanacak olan Ermenistan sinirinin güneyi ile Osmanlinin Suriye ile olan sinirinin kuzeyinde ve Mezopotamya’da yer alan ve halkinin cogu Kürt olan bölgeler icin, antlasmanin 27. Maddesinin II, 2 ve 3 derecelerine uygun olarak, dahili otonomi planini hazirlayacaktir. Herhangi bir sorun karsisinda oybirligine varilmamasi halinde, komisyon üyeleri durumu kendi hükümetlerine ileteceklerdir. Adi gecen plan, bu bölgeler icinde bulunan Süryani, Keldani ve diger etnik, dini topluluklarin tüm azinlik haklarini garanti altina almak zorundadir. Ve bu amacla Ingiliz, Fransiz, Italyan, Acem ve Kürtleri temsilen kurulacak bir komisyon, bizzat yerinde incelemelerde bulunulacak ve gerek Osmanli devleti dahilinde ve gerekse ayni sekilde Iran sinirinda yapilacak bir degisiklik sözkonusu olursa, bu degisiklikler, antlasmanin icerigine uygun bir sekilde gerceklestirilecektir. Madde : 63 – Osmanli hükümeti su andan itibaren, 62. maddesine göre kurulmus bulunan her iki komisyonun bildirecekleri kararlara alnen uymayi ve bu kararlari üc (3) ay icinde uygulamayi üstlenir. Madde : 64 – Eger Komisyonun saptadigi tarihten itibaren gececek en cok bir yillik sürec icerisinde, 62. maddenin kapsami icinde bulunan Kürt halki yani bu bölgede oturan halk cogunlugu, Osmanli devletinden ayrilarak tamamen ‘Bagimsiz’ olmak arzusunu belirtir ve Milletler Toplulugu Cemiyeti’ne basvurursa ve eger Cemiyet bu halkin bagimsizlik istegini gerceklestirebilecek kapasitede bulunduguna inanirsa ve bunun yerine getirilmesini tavsiye ederse, Osmanli devleti bu istege aynen uymayi ve bu bölgedeki bütün hak ve unvanlarindan vazgecmeyi ve kendisini buna göre ayarlamayi simdiden üstlenir. Bu vazgecme isleminin ayrintilari, baslica müttefik güclerle Osmanli devleti arasinda varilacak özel bir sözlesmeye baglanacaktir. Bu vazgecme isi tamamlandiktan ve Kürdistan devletinin bagimsizligi gerceklestirildikten sonra, bu bagimsiz Kürt devletiyle günümüze kadar Kürdistan’in bir parcasi olan Musul ilinde yasayan Kürtlerin kendi istekleriyle birlesmeyi istemeleri halinde müttefik gücler bu birlesmeye karsi hicbir itirazda bulunmayacaklardir.”

maandag 6 augustus 2012

KURDNAS

Syria’s Kurds Unite Defying Assad and the Opposition David Pollock, Senior Fellow at the Washington Institute for Near East Policy published today, an important commentary on the resolve of Syria’s Kurds seeking autonomy and unity defying both Assad and the opposition. Entitled, “Syria's Kurds Unite against Assad, but Not with Opposition” Pollock has thrown down the gauntlet to the Obama Administration to consider a Federated Syrian alternative protecting the mosaic of minorities in Syria: the Alawi, Kurds, Druze, Christians and secular Sunni. Given the agreements reached in mid-July by Syrian Kurds under the auspices of KRG President Masoud Barzani forming a Supreme Kurdish Council could set the stage for recognition of this alternative future for a post-Assad Syria. Presently an Islamist coalition composed of Turkey, Qatar and Saudi Arabia is supporting the fractious Syrian National Council and Free Syrian Army seeking to establish a Sunni Muslim Brotherhood dominated central state. The Obama Administration has given tacit support to this without recognizing the rights of minorities who would comprise a working majority in a Federated Syria. Pollock in his tag line for this WINEP report notes: A sudden political shift among Syria's three million Kurds, who now control much of the country's border with Turkey, provides an opportunity for the United States to better coordinate its policy with regional allies and to encourage the Syrian opposition to respect minority rights. He notes the significant developments that have overcome differences among Syria’s Kurds: In early July the president of the neighboring Kurdistan Regional Government (KRG) in Iraq, Masoud Barzani, summoned Syrian Kurdish leaders from both main rival factions to his headquarters in Salahaddin, Iraq, just outside Erbil, in yet another attempt to hammer out an accord. This time the attempt succeeded, despite reported opposition from die-hard PKK supporters both inside the PYD and among the Syrian Kurdish PKK fighters in the Qandil mountains near the Iraq-Turkey-Syria borders. Underlying this surprising success is the increasingly prevalent perception, even among his erstwhile allies, that Syria's President Assad is losing his grip on power. The PYD-KNC agreement signed July 11 has not been officially published, but its main points were read out to the author in Istanbul two days later by one of the senior participants in the negotiations. First, the PYD and the KNC will stop fighting each other, and instead join together in a new Supreme Kurdish Council for their region of Syria. Second, the PYD will henceforth focus exclusively on the Kurdish issue inside Syria, not across the border in Turkey -- clearly implying that the party now promises to cease any practical support to the PKK. Third, the newly unified Syrian Kurds will expel Syrian government officials and security forces from their area -- where, until just two weeks ago, many regime institutions had been operating almost normally, despite the turmoil elsewhere in the country. So far, against all previous expectations, this intra-Kurdish accord is largely holding. Syria's Kurds have stopped fighting against each other. The PYD's break with the PKK is not definitive, but events and interested onlookers are pushing in that direction. And within the past two weeks, Syrian regime forces withdrew or were expelled from one Kurdish town after another, although some skirmishes are still being reported in Qamishli and other eastern border areas. Some local Kurds are helping Aleppo resist the Syrian regime siege, though on the whole Syria's Kurds are now concentrating on securing their own areas. Pollock presents evidence of the fractious Syrian opposition views of this unified Kurdish minority. He concludes by suggesting that this development might lead to US and regional recognition of minority rights in the region. He notes: It is good news that Syria's Kurds are moving to patch up with each other and with two neighboring U.S. friends -- with the KRG, and even with Turkey -- while turning against Assad's regime. Ironically, however, this important positive shift is also raising tensions with the majority Arab groups inside the Syrian opposition . . . Ideally, Washington should advise Syrian opposition figures that, since they need to attract the country's minorities, their best course is to engage more creatively with those groups -- not try to impose on them some particular "vision" of a future Syria, however "pluralistic." . . . The price, well worth paying, is for Washington to adjust its policy by prodding the Syrian opposition toward greater recognition of Kurdish rights -- and offering increased U.S. support to the Syrian opposition as a crucial incentive. Looking further ahead, U.S. help in planning for a post-Assad transition should pay urgent attention to deconflicting Arab and Kurdish political claims and aspirations inside Syria. This is every bit as acute an issue as the much more widely recognized Alawite one; the Kurds are about the same percentage of Syria's total population. We can assure Pollock that the Supreme Kurdish Council would welcome an opportunity to present in Washington, the case for a Federated Syria based on the demonstrated unity and resolve of minority Kurds he has attested to in his analysis. Since 2006, The Kurdistan National Assembly of Syria (KURDNAS) has been an effective advocate for both unity and Kurdish autonomy in a Federated Syria recognizing minority rights. This despite threats against KURDNAS from the Assad regime. It has developed a strong presence in the Kurdish Disapora in the US, Canada, Europe, Asia and the Syrian Kurdistan region. Perhaps the reason Kurdish unity in Syria emerged was that the street in the region has been behind the KURDNAS message that finally got through to the leaders of the various factions that formed the Supreme Council.
Kurdistan National Anthem…Long live Kurds! Hey enemy, the Kurdish nation is alive with its language Can not be defeated by the weapons of any time Let no one say Kurds are dead Kurds are living Kurds … March 21 A traditional holiday celebrating the deliverance of the Kurdish people from a mythical tyrant is under threat… It is Newroz festival today. Newroz means ‘new day’ in Kurdish. They say this ‘new day festival’ is being celebrated in all Eastern cultures but for Kurdish people it means a lot more than a new day that says spring is coming. Once upon a time, there was a cruel commander whose name was Dehak (Zuhak), in Mesopotamia. Maybe he wasn’t called cruel before, maybe he was a good man, but there was something which made him to do bad things. It was his illness. He was near death. A doctor said he could live longer if he would eat the brain of a young boy every day. He was afraid of death, ethe wanted to live longer but didn’t think that his victims might also want to live and was afraid. He began to execute them one-by-one everyday. He searched for new ones, and went on killing and living longer. Kurds around the world celebrating the New Kurdish year “NEWROZ’ Kawa a Kurd who was an ironworker, had a son too. He loved his son like every father but was brave. He decided to play a dangerous game. He preferred to be killed to seeing his son die at Dehak’s hand. He shared his plan with the citizens. He said: “I’m taking my son to (Zuhak) Dehak’s house. I will take my sledgehammer with me. I’m going to kill him and rescue my son. If I succeed, I will make a fire on the mountainside as a sign of victory, if I don’t, you will know both of us are dead.” Kawa and his dear son went to Dehak’s house. Dehak (Zuhak) was grinning, a new victim came and would give his life for Dehak that day. Kawa, for the sake of his son’s life, hit his sledgehammer on Dehak’s head, hit many times until sparks flew and those sparks became a big fire that could be seen from the mountain. Newroz then became a celebration of a new day, coming after the dark. The powerful commander lost his life by the hand of an ordinary ironworker to give life to those young innocent people. It was a sign of victory and hope for many generations since then. Today Kurdish people light fires everywhere to mark the occasion. It is not a sign of victory,www.ekurd.netbut the hope that victory will one day come. They want to be independent in their own country under the name of Kurdistan. They want to speak Kurdish everywhere, to learn and teach it to their children at schools, and learn Kurdish history and literature.. As it stands, they can’t even use their Kurdish names. The current injustice is bigger than Dehak’s. Although every Turkish national day is celebrated, and Newroz isn’t counted as a holiday. Students, teachers, doctors and nurses are not allowed leave to celebrate. If they do go, they will be questioned. People are being assimilated. Kurdish culture is dying. The cruelty is bigger now than it ever was before. There are Kawas but not many because courage is also dying. Newroz means ‘a new day’ but Kurdish people still hope for a real new day. Re-Published from eKurd.net archive 2007 http://ekurd.net/mismas/articles/misc2010/3/state3685.htm ….. The Kurds have no friends but the mountains
Sunday 5 August 2012 August 6, 2012 by sks Filed under News, Syrian Revolution Leave a Comment Syrian Observatory for Human Rights: More than 100 Syrians have been reported, and verified, as dead so far today (Sunday 5/8/2012). The dead include 65 unarmed civilians, 7 rebel fighters, 1 defected soldier, and no less than 29 members of the Syrian regular forces. 65 unarmed civilians: - In Reef Dimashq province 26 people have been killed. A father and son from Homs province were killed by the bombardment on Dahiyyat Qudseyya. 15 civilians were killed in the city of Irbeen from wounds they received during yesterday’s military operations. 2 civilians were killed by regime fire in the Shifouniya area. A woman died of wounds received a week ago by the bombardment of Dareyya. Another woman was killed by the regime bombardment on Ein Terma today. 3 civilians were killed by the violent bombardment on the town of Zamalka. 1 civilian was killed by a sniper in the city of Douma. The name of a civilian killed yesterday by the regime bombardment on Harasta was documented today by the SOHR. -In Aleppo province 6 civilians killed. 2 civilians from the town of Retyan, Reef Aleppo, were killed by regime forces stationed at the al-Kindi checkpoint after they were detained. 4 civilians, including a child, were killed by the bombardment on the neighbourhoods of al-Sha’ar, al-Marjeh and al-Muwasalat in the city of Aleppo. -In Idlib province 9 civilians were killed in the province. 8, including 2 children (boy, girl) and 3 women, were killed by the bombardment on the cities of Ariha and Ma’arat al-Nu’man and the town of Kafarsanjeh. 1 civilian was killed by regime forces on the road to the town of Saraqib, Reef Idlib. -In Dera’a province 7 civilians were killed. A man died after midnight from wounds he received in the town of Busr al-Harir. A civilian was killed after being shot by regime forces in the Tel Shihab border area. A civilian was killed by a sniper in the city of Busra al-Sham. 1 civilian was killed by the bombardment on the town of Nahta al-Ghab, Reef Dera’a. 1 civilian from Dera’a was killed by the bombardment on the town of al-Maliha. A civilian was killed when regime forces stormed the town of al-Yaduda. 1 civilian was killed by pro-regime fighters in the town of al-Sheikh Miskeen. -In Deir Izzor province 5 killed. 1 civilian died from wounds he received during gunfire in the Dummar neighbourhood of Damascus. 1 civilian was killed in the Tadamun neighbourhood of Damascus. 2 civilians were killed by the regime bombardment on the neighbourhoods of al-Jubeila, al-Ummal and al-Huweika in Deir Izzor city. A child was killed by the bombardment on the city of al-Mayadeen. A woman was killed by the bombardment on the town of Sheheil, Reef Deir Izzor. -In Homs province 3 civilians were killed. 1 by the regime bombardment on the Khaldiya neighbourhood. A young man was shot dead by a military checkpoint on the Damascus-Homs highway. A woman was killed by the bombardment on the city of Rastan. -In Hama province a child was killed by the regime bombardment on the village of Hurbinafseh. -In Damascus 4 civilians were killed by regime guns in the al-Tadamun neighbourhood. **4 unidentified bodies were found in the Tadamun neighbourhood of Damascus** —– 7 Rebel fighters: Aleppo prov: 4 rebel fighters were killed. 1 during clashes with pro regime gunmen in the Sayyed Ali area, 2 by regime fire in the Jam’iyat al-Zahra’, Aleppo city. 1 by clashes in the Heydariya neighbourhood. Homs prov: A rebel fighter was killed by an ambush set up for him in the city of Homs. Idlib prov: A rebel fighter was killed by the bombardment in the province. Deir Izzor prov: 1 rebel fighter killed by gunfire in the city of Deir Izzor. —– A defected soldier was killed during clashes in Deir Izzor. No less than 29 members of the Syrian armed forces were killed during clashes in Homs, Aleppo and Dera’a
AVESTA KURD - Hikûmeta Herêma Kurdistanê ji bo avakirina avahiya Konsulxaneya Emerîkî bi awayekî fermî perçek erd terxan kir. Hokûmeta Herêma Kurdistanê li paytextê li Hewlêr, di merasîmeke taybet de girêbesta dayîna perçek erd ji bo Emerîka di navbera Berpirsê Têkiliyên Derve yê Hikûmeta Herêma Kurdistanê Felah Mistefa û Konsulê Emerîka Aleks Laskrîs hat îmzekirin. Der barê dayîna perçek erd de, Konsulê Emerîkî Aleks Laskrîs axaftinek kir û got ku "Dayîna perçek erd ji bo avahiya Konsulxaneya Emerîka li Herêmê, pêngaveke dine ji bo pêşxistina têkiliyên dîplomatîk yên di navbera Emerîka, Herêma Kurdistanê û Îraqê ye." Konsolê Emerîkî ev pêngav weke pêngaveke bi girîng bi nav kir. http://www.avestakurd.net/nceyn-rojane/kurdistan-percek-erd-da-emerka-h974.html Nûçeyên dinNêçîrvan Barzanî: Em xizmeta gelê xwe dikin Kemal Burkay: "Qendîl guhdarî Ocalan nake" Hevdîtina serokê PYD Salih Mislim û serokê AZADÎ Mistefa Cuma li Hewlêrê PKKê êrîşa gund kir, 2 kes mirin 1 birîndar bû Ev zarok dinyayê nas dike (Vîdyo) Bazirganiya di navbera Tirkiyê û Kurdistanê de Dr. Fûad Hisîn serdana serokê PYD kir Ji vî sûretî wêdatir "îronî" dibe! Serokê PYD wê bi serok Barzanî re bicive Bûyera Efrînê ne Karê Kurdan e Tatlises televîzyon û otêlên xwe difroşe Can: Hevdîtina dewletê bi Ocalan re berdewam e Bihayê vî kevirî 2 milyon dolare Nizamettin Ariç bang li ciwanên Kurd kir Di nava 2 mehan de tê avakirin Hunermend Xalid Sofî zewicî Sedam Husên bûye bela serê Mihemed Beşer Esed: Buhayê derketina xwepêşandanê 100 dolare Divê Rûsya û Çîn bedel bidin Li kampa penaberên Sûriyê 2 kes mirin FIFA'yê laçik pejirand Li Kobanî bi hezaran derketin meşê Dewleta Kurdî dê bandorê li welatên din jî bike Karayilan, hevdîtina Zana û Erdogan nirxand Munaf Telas ji rêjîma Sûriyê perçe bû ye?

donderdag 26 april 2012

Kürd halkının ikinci ve önemli avantajı, uluslararası siyasi durum. Ankara hiç bir dönemde bu kadar sıkışmamıştı. TSK’nin yürüttüğü de facto savaş nedeniyle, hiç bir zaman bu kadar iç sorun yaşamamıştı. Kürd halkı hiç bir zaman, bu kadar uluslararası destek görmemişti. Görüldüğü gibi bütün veriler Kürd halkından yana. Kürd siyasetçiler bu avantajları çok iyi kullanmak mecburiyetindedirler. TC’nın 25 yıldan beri, Kürdistan’da yürüttüğü düşük yoğunluklu savaş, Kürdleri resmen taraf durumuna getirdi. Çünkü TSK 25 yıldan beri, Kürd halkına karşı, hiç bir kanuni dayanağı olmayan, gayri meşru bir savaşı yürütüyor. Ortada bir sıkıyönetim durumu yok. Parlamento kararı yok. Askeri bölgeye çağıran bir mülkü amir yok. Bu durumda TSK hiç bir kanuni dayanağı olmadan, savaşın bütün rizikosunu üstüne alarak, bu savaşı sürdürüyor. TSK’nın Kürdistan’da yürüttüğü savaşın, hiçbir kanuni ve hukuki durumu yoktur. Savaş kararlarını ancak parlamento alır. Parlamentonun da böyle bir kararı olmadığına göre, ortada de facto bir durum vardır. Parlamento sadece sınır ötesi hareketler için karar almakta, bunun dışında hiçbir savaş kararı yoktur

TSK ve lahey mahkemesi

Aslında TSK’nın son 25 yıllık de facto savaşı, 8 Eylül 1925 tarih ve 2536 sayılı, 28 maddelik Şark Islahat Planı’nın son aşaması olacaktı. Bu Plan Cumhurbaşkanı M. Kemal, Başbakan İ. İnönü ve CHP iktidarı döneminde hazırlandı. Bu Plan Kürdleri tarih sahnesinde, Kürdistan’ı da coğrafyadan silmeyi ön görüyor. TSK hiç bir şeyi hesaba katmadan, mümkün olduğu kadar kısa sürede, Kürdistanı terörize ederek, büyük tahribat yaratarak, burayı yaşanamaz duruma getirip, insanları göçe zorlamaktı. Böylece de sağ kalan Kürdleri Türkleştirip, Kürdistanı coğrafyadan silmek istedi. Son harekete başlarken, Varşova Paktı ‘nın dağılacağını ve körfez savaşını hesaba katmamıştı. Bu iki olay TSK’nin bütün planlarını altüst etti , güneydeki gelişmeler de Kürd halkına büyük moral destek oldu, böylece de TSK başaramadı. Başarısızlığın başlıca nedeni, Kürd halkının inatla direnişi, de facto savaş durumu ve derin devletin illegal güçleri. Bunların başında JİTEM ve ERGENEKON gelmektedir. Hiçbir yasal ve hukuki gerekçesi olmadan, TSK yürüttüğü bu savaşta, TSK’nin emrindeki bu güçler, olağanüstü büyük tahribatlar oluşturdular. Bu tahribatlar şimdi hem siyasetin ve hem de TSK’nin ayağına dolaşmaya başladı. Bu durum aynı zamanda Kürd halkı için, büyük bir avantaj oluşturuyor.
AVESTAKURD - Serokê Kurdistanê li bargeha xwe li Pîrmam-Hewlêr hevdîtinek ligel rojnamevanan pêk anî. Di vê hevdîtinê de Mesûd Barzanî cejna rojnamegeriya kurdî li rojnamevanên Kurd pîroz kir û ji bi ferehî li ser gera xwe ya Amerîka, Ewropa û Tirkiyê axifî. Barzanî got gera wî serkeftî bû. Serok Barzanî diyar kir ku ew li Tirkiyê li ser rewşa Kurdan û rewşa Sûriyê axifîne. Barzanî her wiha diyar kir ku ji bo çareseriya pirsa Kurd li Tirkiyê ew amade bi her awahî alîkariyê bikin. Mesûd Barzanî bal kişande ser wê yekê ku tu pirsgirêkeke şexsî di navbera wî û serokwezîrê Iraqê Malikî de tune ye, lê belê Malilî peymanên ku hatine îmzekirin pêk nayne. Barzanî got Kurd di xeterê de ne û divê ji bo vê yekê tedbîr werin standin. Mesûd Barzanî diyar kir ku ew ne amade ye ji xeynî serxwebûnê xwîna yek ciwanekî Kurd jî were rijandin. http://www.avestakurd.net/news_detail.php?id=18565

vrijdag 20 april 2012

KURDISTAN VE BAGIMSIZLIK

Hêjarê Şamil Bu yılki Newroz muhteşem oldu. Muhteşemlik, Newroz’a katılanların sayıları ile değil azimleri ile ölçülmelidir. Muhteşem olan azimdi. Sayı da zaten muhteşemdi; sadece Amed’de 1 milyon!!! Bu yıl halkımız PKK / KCK / BDP üzerinden dosta ve düşmana harika bir mesaj verdi. Elbette, Kuzey Kurdistan Newroz’larında Kurdistan’ın Milli / Ulusal Bayrağının dalgalandırılmaması sorunu gene yaşandı ama bu sorunun Kandil’deki üç-beş yöneticinin henüz ikna olmadıklarından kaynaklandığını bildiğimizden dolayı sorun yapmıyoruz. Onlar da ikna olacaklar. Geçi tezi var. Bu yılımız da Ulusal Bayraksız geçsin. Sorundur ancak temel sorun değil. Son yılların birkaç ‘izinli’ Newroz’undan sonra ‘izinsiz’ bir Newroz yaşadık. İzinsizliği delen halkımıza aşk olsun! Kuzey Kurdistan halkının işgalci, ırkçı ve yobaz TC devletine verdiği mesajlar hakkında yazıldı, çizildi, gene de yazılacak. Halkımız sadece ırkçı TC devletine, AKP devletine, devlet AKP’sine mesaj vermedi, kaderini teslim ettiği siyasetçilerine, bağrından çıkardığı gerilla-militan-peşmerge evlatlarına, siyasetçi geçinerek yan yatıp harman savuran aydınlarına da mesaj verdi. Düşman zaten düşmandır. Dün baş düşman CHP adlıydı, bugün AKP isimlidir. Ne fark eder ki?! Adlar, adlandırmalar önemli değil. Onlar elli bin isimli devşirme “Türklerdir” ve bize, ruhumuza, ırkımıza, doğulmuşlarımıza ve doğulacaklarımıza dahi düşmanlık yapıyorlar, yapacaklar. Bunu bileceğiz, bilmek zorundayız. Bunu bilerek, mutlaka bilerek kendimize, içimize döneceğiz tekrar ve tekrar. Bizim düşmanla BİR sorunumuz var, kendimizle BİN sorunumuz. Newroz alanlarında dalgalandırmak için beyaz bezlere sarı, kırmızı, yeşil iplerle işlemeler yapan anne ve bacılarımız haftalar boyunca neler düşündüler, neler hissettiler? Diyarbakır sokaklarında, İstanbul varoşlarında dolaşan, ne yapacaklarını bilmemeğe ve kararsızlığa mahkûm ettiğimiz gençlerimiz yılbaşından bu yana Newroz’a hazırlanırken ne çetrefilli sorunlar yaşadılar?! Babasından, annesinden, aydınından, siyasetçisinden umudu kesilen kardeşlerimiz toplumsal çaresizliğimizi ses getiren bireysel eylemlerle taçlandırmayı ağlaya ağlaya, gözyaşı döke döke düşünmediler mi dersiniz Newrozlu günlerde? Anne, bacılarımız, gençlerimiz ve bütün kardeşlerimizin Newroz’da düşmana verdikleri mesajdan çok, kendi başta gelenlerine verdikleri mesajlar daha ilgi çekicidir. Çok daha önemlidir. Newrozcular, biz Özgür ve Bağımsız Kurdistan’da yaşamak istiyoruz dediler en başta. Sonra dediler ki; Bize ‘Bağımsız, Birleşik Kurdistan’ deyin dediniz, dedik. ‘Özerk Kurdistan’ deyin dediniz, dedik! Önümüze ne koyduysanız yaptık, yapıyoruz!... Devamında ise dediler ki; Demokratik özerklik her neyse vebalı sizin boynunuza, bu işi adam akıllı yöneteceksiniz… Onlar K.Burkay ve İ.Güçlü gibi isim yapmışlara dediler ki, akıllı olun. Abdullah Öcalan’a dediler ki; ‘Sen öndersin, ama…’ Bunu da dediler. PKK’ye dediler ki; ‘Kredi tüketiyorsun, ama sana bir şans daha veriyoruz!”. Barzanilere ve Güneyli önde gelenlerimize dediler ki; ‘Arkandayız ama biz kaybedersek, siz de kaybedersiniz, siz kaybetseniz bizim de kazanma şansımız olmayacak’. Bir de şunu dediler Güneyli kardeşlere: ‘Bağımsızlığı bu gün, yarın yapacağım diye geçiştirmeyin, “Bağımsızlık müjdesini mutlaka vereceğiz” sözleri hoştur ama ‘vuran oğul babasına bakmaz!’ Mesela, İsrail! Yapacaksan bir gün önce yap, dedi Bakûr, Başûr’a. PKK, Kuzey Kurdistan’ın tartışmasız direniş gücüdür. Newroz’dan sonra PKK ne yapacak, nasıl yapacak? Günümüzün en önemli sorusu budur. Kaderimizi ve 2012 Kurdistan’ının kaderini belirleyecek güçlerin başında geliyor PKK. Eğer işe karakol basmak, asker öldürmek, Kurdistan’daki TC işgalci güçlerine darbe vurmakla başlarsak, yandık demektir. Ortada ‘gelişen türk ekonomisi’ varken, Newroz’u yasaklayan Naim Şahin gibi erdoğanın gözdesi durup dururken (ölüme, öldürmeye, yaralamaya kesinlikle karşıyız!) türk ordusu hedef alınır mı? Hiç ‘pragmatik’ olmuyor. Öncelikli hedef faşist türk devletinin çağdaş taşeronu olan AKP’nin yeşil sermayesidir. Çünkü bu yeşil sermaye öldürüyor! Basının verdiği haberlere göre, bugün Türk silahlı kuvvetlerinin Cudî dağına yönelik 3 ayrı noktaya yaptığı operasyonlarda TC’nin 4 harekat polisi öldürüldü. Bu, ne demektir? TC, yaz çatışmasını PKK’den önce başlattı ve bu yılı da gerilla-asker çatışması eksenine oturtmak istiyor. Bir de PKK’nin yazın gelişi ile Türk işgal ordusuna dönük saldırılarını yoğunlaştırma yemini var. KISIR DÖNGÜ’yü bir daha döndürmek istiyorlar! Bu oyuna gelmeyeceğiz. Gelmemek gerekir. Kürdleri seven bir İranlı arkadaşım şöyle demişti: “Türk ekonomisi hedef alınmadan Kürd sorunu çözülmez, Kürd sorunu çözülmeden Ortadoğu’ya barış gelmez”. Bir İranlı açısından tutarlı değerlendirme ancak Kürdler açısından eksiktir. Eksiklik şuradadır; Türkiye çözülmeden Kurdistan Sorunu çözülmez. Bunu akli başında her kes biliyor. Baskı, zulüm, işkence ile yapamadılar zaten. Şimdi sevgili Mehmet Altan’ların inanarak söyledikleri “hukukun üstünlüğü”, “demokratik haklar”, ‘demokrasi bilinci’, “devletten önce insan” gibi Avrupalılardan kopyalanmış tezleri ile uyutmaya çalışacaklar bizleri. Mesela, bugün AKP’nin “Star”dan kovduğu Mehmet Altan’a büyük ihtiyacı var. Her gün bir TV’sinde kendisine söz veriyor. Nedeni? Çünkü TC’nin Kürdleri ‘demokrasi’ lafları ile uyutmaya ihtiyacı var. Oysa bizim sorunumuz başkadır. Kurdistan sorunu yalnız ve yalnız “bölünme” (aslında bütünleşme), parçalanma (aslında bütünleşme) ile çözülebilir. Başka bir yol da yok. ‘Var’ diyenler, Vatan, Welat peşinde olanlar değil, oğlunun arabası, karısının doğum günü hediyesi, kızının çeyizinin peşinde olanlardır. Bizden olmayanlardır yani. “Bizler” de bayağı kalabalığız ha!... İşte bu kalabalığın yaptığı Newroz’u tartıştık bu gün. “Pîroz be!” desem mi? Demeyeceğim, henüz yürekten “pîroz” diyeceğimiz bir şey yok ortada. P.S.: Bazı arkadaşlar şöyle bir itirazda bulunacak; maşallah, bir çırpıda formül buldun. Formül filan bulan yok, formül verilidir ve sabittir. Dünyamızda 300’den fazla kurulu devlet var ve hepsinin kuruluş tarihi yazılıdır. Okumak yeterlidir. “Kardeşlikle” ve hoşgörü ‘silahı’ ile kurulan tek bir devlet yoktur. Eğer devlet istemiyorsak, sadece laftaki ne üdüğü belirsiz ‘demokrasi’yi istiyorsak o zaman silahlarımızı hemen teslim edeceğiz. Çünkü silahla inşa edilen tek bir demokrasi yoktur dünyada. Ve olmayacak. Bütün devletler zorun hükmü ile kurulmuştur. Hejarê Şamil hejare_shamil@hotmail.com
Avestakurd – Navê wî Mihemed Salih Qubat e, kurê malbateke Rojavayê Kurdistanê (Sûriyê) ye û ev nêzîkî 8 sal in weke penaber li Herêma Kurdistanê dimîin. Niha li devera Domîz-Duhok dijîn. Avestakurd çû serdana vê malbatê û guhdariya endamên malbatê kir. Li gor ku dê û bavê Mihemed dibêjin; Mihemedê 10 salî dema tê dinyayê dilê wî kunkirî ji dayîk dibe. Malbata Mihemed li gor derfetên xwe wî li ser gelek doktoran digerînin, ji Bexda ta Hewlêr û Duhok, lê her ku diçe dilê Mihemed biçûk dibe. Li gor raporên doktoran niha dilê wî piçûk bûye, ber bi pûçbûnê ve diçe û li dora dilê wî av kom bûye. Doktor didin diyarkirin ku pêdiviya Mihemed bi çandina dilekî nû heye û malbat bêçare maye. Dayîk û bavê Mihemed tenê dixwazin çareyek ji kurê wan re bê dîtin daku bikaribe jiyana xwe berdewam bike. Dayîk û bav bang li hemû Rêxistinên Mafê Mirovan, Rêxistinên Tendrusitiyê û kesên ku bikaribin çareyekê ji kurê wan re bibînin dikin. Haya Mihmed ji nexweşiya wî nîne, lê dide diyarkirin ku gelek diêşe. Ew bi xwe li pola 5'ê dixwîne û xwendevanekî zîrek e, her 5 salên xwendinê bi serkeftin derbas kiriye. Niha Mihemed bê ku haja wî ji nexweşiya wî hebe, gelek caran dema xwe bi komputerê derbas dike û carna daxwaza gerê ji bira û xwişkên xwe dike. Malbat hêvîdare, her çi rêxistin yan kesên bixwazin bibin çare ji Mihemedê 10 salî re, telefonî van hejmarên telefonê bikin: 009647504092496 009647504721786 Avestakurd

vrijdag 24 februari 2012

Nêçîrvan Barzanî

AVESTAKURD Nêçîrvan Barzanî ku ji aliyê parlamentoya Kurdistanê ve ji bo avakirina hikûmeta Kurdistanê hate erkdarkirin bi riya Facebook bang li gelê Kurd kir ku ji bo avakirina hikûmeta nû bîr ûa bawerî û rexneyên xwe li ser avakirina kabîneya nû bînin ziman. Nêçîrvan Barzanî bi riya Facebook bangek li gelê Kurd kir û got ewê bi sîngekî feref li rexne û nêrînên hemwelatiyan guhdarî bike. Barzanî di banga xwe de dibêje, „ezê şad û xweşhal bim eger hûn div ê rûpelê de (mebest Facebook) bîr, boçûn, pêşniyar û rexneyên xwe bînin ziman. Ezê bi sîngekî fereh pêşwaziya li her cure bîrûbaweriyên taze bikim…” Nêçîrvan Barzanî her wiha ji Kurdan daxwaz dike ku ew jî di nava kar de beşdar bibin û bi hev re bigihên ancama projeyan ji bo xizmetkirina herêma Kurdistanê…” Di peyama xwe de Barzanî diyar dike ku ew berjewendiya herêma Kurdistanê dixe pêşiya hemû berjewendiyên din. Serokwezîrê Kurdistanê yê pêşerojê di peyama xwe de dibêje, dive kabîneya 7. ya nû kar ji bo wan pirs û babetên girîng bike ku beşekin di jiyana vî gelî de…” Barzanî dibêje ew bi hêz û geşbînî, bi hemahengî li gel miletê xwe kar dikin. Peyama Nêçîrvan Barzanî bi temamî: Kurdistaniyên birêz, hemwelatiyên xoşwîst û hevalên ezîz Weke min di peyama berê de jî ji bo we birêzan ragehandibû ku kabîneya nû wê ji bo xizmetkirina tevaya pêkhatiyên gelê Kurdistanê bixebite û wê berjewendiyên herêma Kurdistanê di ser hemû berjewendiyên din re bigire. Niha em xwe ji bo pêkanîna kabîneya nû amade dikin. Divê kabîneya 7. kar ji bo wan pirs û babetên girîng bike yên ku, beşekin ji jiyana gelê me û dê di paşerojê jî de bibin bandorek ji bo asodeyî, jiyaneke xweş û dilrehetiyê. Em bi baweriyeke bihêz û ramanên geş bi hemahengî ligel miletê xwe kar dikin. Weke hêzeke xurt, we her demê parastina azadiyê û keramet û xweşiya jiyana gelê Kurdistanê kiriye. We qurbanî dane û ev ava kiriye. Her hûn bûn ku, we îspat kir hûn naxwazin prosesa demokratîk, geşepêdan û aramiya herêma Kurdistanê sist bibe. Hûn em in û em jî hûn in. Gel û desthilat hev temam dikin û ji yek çavkaniyê derketine û ji bo yek pêşerojê dixebitin. Ne mumkune ku, bîr û hizrên cuda bibine hokarê tevlîhevkirina ew hebûna ciwan ya ku herêma Kurdistanê şanaziyê pê dike. Ji ber vê yekê ezê şad û kêfxweş bim eger hûn jî di vê rûpelê de (mebest rûpela Facebook) dîtin, pêşniyar û rexneyên xwe pêşkêş bikin. Ez bi sîngekî fireh pêwaziya hemû fikir û hizrên nû dikim. Ez dixwazim hûn jî, ligel me, ji bo şêwaza karkirin û encamdana proje û awayê pêşkeşkirina xizmetên cuda ji bo herêma me beşdar bibin. Dibe ku ez nikarin bersiva hemû têbînî, dîtin, pêşniyar û rexneyên we bidim, lê belê ez hez dikim ku ji wê yekê dilrihet bin ku gelek bi hûrî hemû bîr û hizrên we dinirxînim û sûdê jê werdigirim. Di heman demê de hûn jî li pey hizr û pêşniyarên nû bigerin, ji bo ku di kabîneya nû de, bi piştgirya hemwelatiyên xwe yên birêz, li ser kar bikin. Hêvî dikim bi zelalî dîtinên xwe bişînin. Hûn dikarin bi çavên rexneyî têbîniyên xwe bibêjin. Ya girîng ewe ku ev kanal dikare me hemûyan bicivîne, em hemû jî bi hev re dikarin baştirîn û zêdetirîn sûdê bigihînin herêma Kurdistanê û pêşeroja gelê xwe ronahî bikin. Hûn jî her şad û serfiraz bin Ligel rêzên min. Nêçîrvan Barzanî Rûpela Nêçîrvan Barzanî li ser Facebook =====================================   Verein der Völkermordgegner e.V. Frankfurt / Main Soykirim Karsitlari Dernegi (SKD); Kontakt: Ali Ertem Tel.: 0049/69/5970813 E-Mail: skd@gmx.net Soykırım inkârcılarından Cezayir halklarına dost olmaz!   TC devleti yetkilileri, kendi insanlık suçlarını inkâr etmek için Cezayir halklarının kanını, masum kurbanlarının anılarını istismar etmeye kalkışmaları ters tepti. Sahte din kardeşliğini, sahte Cezayir dostluğunu gün ışığına çıkardı.  Neden?  1.  Türkiye Cumhuriyeti (TC) devleti genel anlamda soykırım kurbanlarını, özellikle de 1915 soykırımı kurbanlarını, onların geride kalan çocuklarını ve torunlarını hedef alan kin ve nefreti, sınırsız iftirayı, fiili saldırı önleyebilecek hiçbir engelle karşılaşmak istememektedir. Soykırım mağduru halkların, özellikle de Ermeni halkının, dünya çapında yürüttüğü onlarca yıllık mücadelenin harekete geçirdiği kamuoyu, tanınmış uluslar arası kurumları ve birçok devleti soykırımın inkârına karşı tavır almaya zorlamıştır. Fransa’nın bu konuda bir adım daha atarak, sadece Ermeni soykırımını tanımakla kalmayıp, inkârını da yasaklamayı kanunlaştırmak istemesi, TC yetkililerinin sadece başını değil, karnını da fazlasıyla ağrıttığı anlaşılmaktadır.    Tepkilerini ırkçı bir gövde gösterisine dönüştüren yetkililerin, Fransa’ya Ermeni soykırımı ile değil, sömürgeci geçmişindeki  “Cezayir soykırımı” ile ilgilenmesini “tavsiye” etmeleri de bundan ileri gelmektedir.    Fakat bunu yaparken,  Cezayir’in Fransa’ya “hibe” edilmesinde ve bağımsızlığın Cezayir halklarına bu kadar ağır bedellere mal olmasında, Osmanlı imparatorluğunun ve onun devamı olan Türkiye Cumhuriyeti’nin taşıdığı tarihi sorumluluğu ve suç ortaklığını, her ne hikmetse, hiç hatırlamak istememektedirler.   Eğer Osmanlı imparatorluğu, Balkanlar, Kuzey Afrika, Mezopotamya ve Kafkas halklarının bağımsızlık, hak ve özgürlük taleplerine uygarca cevap vermiş olsaydı, Cezayir’in Fransız sömürgesi olması mümkün olmayacaktı. Kendileri de tıpkı Fransız sömürgecileri gibi ezilen halkların bağımsızlıklarına ve özgürlüklerine düşman olduklarından, egemenlikleri altında bulunan halkların, her türlü hak ve özgürlük istemlerini kana buladıklarını, hatırlamak istememektedirler. Bin bir güçlük ve ağır bedellerle bağımsızlıklarını elde eden halklara karşı hala besledikleri intikam duygularını, her “uygun” ortamda açığa vuran, ilhakçı, fırsatçı (Antakya’nın ilhak edilerek Türkiye sınırları içine alınması ve Kıbrıs’ta TC kulası bir devletin kurulması gibi) politikalarını dün olduğu gibi bu günde devam ettirmelerine kimsenin ses çıkarmasını istememektedirler.   Demokrasiye, özgürlüklere, hiçbir yerde ve hiçbir koşul altında şans tanımadıklarını sanki kamuoyunun bilmediğini sanmaktadırlar.   Cezayir’den Yemen’e, Suudi Arabistan’dan Suriye’ye, yüz binlerce Arap yurtseverin, aydının kanına girdiklerini, kamuoyunun, özellikle de Müslüman kamuoyunun bilmediğini sanmaktadırlar. Müslüman Arap aleminin, genç dimağları zehirlemek için Türk tarih kitaplarına hala “Osmanlı’yı arkadan hançerleyen ihanetçiler” olarak işlendiğinin bilinmediğini sanmaktadırlar.   Fransa’yı Müslüman soykırımı ile suçlayanların, önce kendi ellerinin kanını temizlemeleri, yani kedi katliamcı geçmişleri ile yüzleşmeleri gerekir. Türkiye toplumunun tarihinin karanlık geçmişi ile yüzleşmesi önündeki bütün engelleri kaldırmaları gerekmektedir. Bu anlayışlarla taban tabana zıt Türk devlet politikasını bilen demokratik kamuoyu, kendi tarihleri ile yüzleşmekten kaçan soykırım inkârcılarının, Cezayir katliamını “ucuz” bir çıkar malzemesi yapmaya kalkışmalarından hiç şüphe duymayacaktır.   Nihayet Cezayir Başbakanı Ahmed Uyaha’nın, Türk devlet yetkililerini açıktan uyarması, Cezayir halklarının kanını istismar etmekten ve ucuz Cezayir dostluğundan vazgeçmeye davet etmesi, bunun en açık göstergesidir. (Bakınız: http://haberpan.com/haber/cezayir-soykirim-tartismalarinda-turkiyeyi-uyardi )   2.  Bir nebze etik kaygısı olan, vicdani sorumluluğu büsbütün terk etmeyen bir devlet yöneticisi, bir insanlık suçunu örtbas etmek için bir başka insanlık suçunu kullanmaya kalkışmaz. TC soykırım inkârcıları, yakın tarihimizde devlet egemenliği altındaki Ermenilere, Helenlere, Asuri-Süryanilere ve Ezidilere karşı işlemiş oldukları soykırım suçunun üstünü, Fransız sömürgecilerinin geçmişindeki insanlık suçları ile örtmeye kalkışıyorlar. Akılları sıra Fransa’ya “misilleme” yapıyorlar. Fransa Parlamentosu’nun, Holocaust inkârını yasaklayan „Loi Gayssot“ kanunun çerçevesini genişletme ve Ermeni soykırımının inkârını da aynı yasa kapsamında cezalandırma girişimine karşı “soğuk seferberlik” ilan ediyorlar.   Kanlı karanlık geçmişini inkâr etmeye alışmış ırkçı kalkışmanın sahipleri, dünyanın her yerinde soykırım mağdurlarına iftira atma, hakaret etme, takibat altında tutma, mabetlerine mezarlarına saldırma, fiili sataşma ve hatta mağdur halkların hak ve adalet için direnen aktif unsurlarını katletme özgürlüğü istiyorlar. Bir başka ifadeyle onlar, 1915’ten bu yana gündemde olan soykırım politikasının, devletin ihtiyaç duyduğu her zaman, her yerde istediği gibi uygulamasına, hiçbir gücün ve kamuoyunun, ses çıkarmamasını istiyorlar. Böylesine pervasız soykırımcı ırkçılığın çirkin yüzünü de “düşünce özgürlüğü” örtüsü ile maskelemek istiyorlar. Cezayir'i ise sadece kullanılacak bir malzeme olarak görüyorlar. Sahte Cezayir dostluğu bundan başka hiçbir amaç gütmemektedir.   Bu nedenle TC devlet yetkilileri, insanlık suçlarına karşı çıkmayı, ne ahlaki ne de vicdani bir sorun olarak görüyorlar.     3.  Cezayir halkları, Fransız sömürgeciliğine karşı farklı tarihi dönemlerde savaşmaya başladıklarında Türk egemenliği, ne Osmanlı devleti olarak, nede TC devleti olarak, Cezayir Ulusal Kurtuluş Hareketi’ne hiçbir destek vermemiştir. Tam tersine Türkiye, Cezayir halklarının bağımsızlık mücadelesinin bastırılması için Fransa’nın ihtiyaç duyduğu her türlü desteği sağlamakta hiçbir sorun görmemiştir. Özellikle de 1954’ten 1962 yılına kadar Fransa’nın Cezayir halklarının bağımsızlık mücadelesine karşı topyekûn bir imha savaşı başlattığında Türkiye, Fransa’ya her bakımdan (diplomatik, politik, lojistik) tam destek vermiştir.   ► Türkiye, Cezayir Bağımsızlık hareketinin imhası için sömürgeci Fransa’ya, lojistik (silah ve cephane ulaşımına) destek vermiştir.    ►Türkiye, Cezayir’in Birleşmiş Milletler Cemiyetinde bağımsızlık oylaması gündeme geldiğinde, Fransa lehine tavır belirlemişlerdir.   ►Türkiye, Cezayir Ulusal Bağımsızlık savaşının lideri olan Cezayir Ulusal Kurtuluş Cephesi’nin (FNL) meşruiyetini hiçbir zaman tanımamıştır. Türkiye, Cezayir’in bağımsızlığını Fransa’dan sonra tanımıştır.   ►Türkiye, Cezayir’in ebediyen Fransız sömürgesi kalmasını savunan sömürgeci güçlere bağlı, tescilli katillerden, dönemin “korucu başlarından”, Cezayir halkına ihanet etmiş lejyonerlerden kurduğu kukla hükümeti tanımıştır.   ►Türkiye, Fransa’nın Cezayir Sahrasını açık hava atom denemeleri ile bir radyoaktif çöplük haline getirmesine hiçbir zaman karşı çıkmamıştır.   Bütün bu gerçekler ortada iken TC yetkilileri meclisten “Cezayir soykırımı kararı” çıkarmanın “yaralarını” tartışıyor. Bu ne “yerinde” tavır; bu ne “parlak” zekâ! Bu ne “dahiyane” diplomatik atak! Kelimenin tam anlamı ile “kendi kendini rezil etmek”, bir başka ifade ile “kaldırdığı taşı ayağına düşürmek” buna derler.   TC devlet politikasının, 1915 soykırımını inkâr etmek için ne bayağı yöntemlere başvurduğu gün gibi ortadadır. Eğer ki, “dostluk” buysa, “düşmanlık” denen kavram neyi ifade eder?   4.  İflas Eden inkar Politıkası ve koparılan kof, kuru gürültü   TC devleti, hem ülke içinde hem de ülke dışında, soykırım mağduru halklara düşman ettiği ne kadar kalabalık varsa, ayağa kaldırmaya çalıştı. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, “Loi Gayssot” kanununun engellenmesi için ırkçı içgüdüleri kışkırtılmış öfkeli kalabalıklara, soykırımın inkarını sıradanlaştıran, popülist mesajlar sunarak, rolünü “iyi” bir şekilde oynamaya çalıştı. Başbakan, kendini öylesine kaybetti ki, Fransa Devlet Başkanı Nicolas Sarkozy’yi “tepelediği” gibi, hızını alamayıp birde baba Sarkozy’ye çarptı!  (Bakınız: http://www.ispartanews.com/haber/9018-soykirimi-bilmiyorsan-git-babana-sor.html )   Sarf edilen sözler, Başbakan’ın sadece bilgisizliğini değil aynı zamanda diplomatik nezaketten de yoksun olduğunu açığa vurdu.   Baba Sarkozy, Başbakana, hiç sinirlenmeden, kendini kaybetmeden, kibarca bir cevap verdi. (bakınız: http://www.hurriyet.com.tr/planet/19532102.asp ) O, sadece kendi elinin temiz olduğunu anlatmaya çalıştı. Başbakan Erdoğan’ın, “benim ecdadım soykırım yapmaz, yapmamıştır” diye Mehmet Talat, İsmail Enver, Dr. Bahattin Şakir ve daha nice soykırım katillerini aklamaya kalkıştığı gibi[1], Fransız sömürgecilerini aklamaya kalkışmadı.   Bu, meselenin bir yanı.   Fransa ile boy ölçüşmeye kalkışıldığında, meselenin çok daha farklı ve önemli başka boyutlarının da varlığı şüphe götürmez bir gerçektir. Bu açıklamanın çerçevesini fazla zorlamadan  da meselenin bu yanına da kısaca değinmekte yarar görüyoruz.   Fransa Cumhuriyeti: Avrupa, Avrupa olalı o topraklar üzerinde var olan, farklı çağların farklı koşullarında, bazen üzerlerine çöken kölelik boyunduruğunun zulmü altında, bazen orta çağ zorbalarının aç bıraktığı, uzadıkça uzayan savaşların getirdiği yıkımın, yoksullukların çıkmazında, yaşam mücadelesi veren, yenilgilerin acısını, zaferlerin sevincin birlikte paylaşan, çürümeye yüz tutmuş kendi despotlarını vakti geldiğinde tarihin çöplüğüne kendi elbirlikleri ile atan; “özgürlük, “eşitlik”, “kardeşlik” için bedel ödenmekte hiç imtina etmeyen; cumhuriyet sözleşmesini kendi aç gözlü ihtirasları uğruna bozan burjuvalarına haddini bildirme cüretini göstermekten çekinmeyen; her ne kadar Prusya militarizminin yardımı ile yenilmiş olsalar da, yine de insanlığın ortak tarihine mal olmuş Paris Komüncüleri geleneğini hala benliğinde, yüreğinde taşıyanları da içinde barındıran toplumsal taban üzerinde durur.   Eski sömürgecilikten, emperyalist yeni sömürgeciliğe evirilen sistem, hassas toplumsal dengeler üzerindedir. Eğer ki, iktidar sahipleri haddini aşar pervasızlaşırlarsa, cevapsız kalmayacağını bilirler. Cezayir meselesinde de Fransa halkının bir duruşu vardır.   Cezayir halklarına topyekûn savaş ilan eden Fransız burjuvazisi, Cezayir’e egemen olmak için her yolu denemiştir. Fakat çizmeyi aştığında yangın Paris sokaklarına sıçramıştır. 200 insanın hayatına mal olan 17 Ekim 1961 kanlı Paris protestosu, Cezayir kurtuluş savaşının Paris’e taşındığının bir göstergesi olmuştur. Cezayir halkının öz gücüne dayanan direnme savaşına başlangıçta kayıtsız kalan Fransa muhalefeti, utanç verici durumu eleştirici bir tavırla yeniden değerlendirmeyi başarmıştır. Her ne kadar farklı bakış açılarına sahip olsalar da dönemin, Simone de Beauvoir, Jean-Paul Sartre, Giséle Halimi, Henri Alleg, Albert Camus, Boris Vian, Jean-Luc Godard gibi medeni cesaretin simge isimleri, (aydın, yazar, sanatkar, gazeteci), meslekten men edilmeyi, yıllarca hapis yatmayı, işkenceyi, ölümü göze alarak, demokratik, devrimci kuruluşlarla, insan hakları ve meslek kuruluşları ile el ele vererek, Fransa halkının büyük çoğunluğunu esarete direnen Cezayir halklarının tarafına kazanmayı başarmışlardır. Hiç tereddütsüz, sömürge Rejiminin kirli savaşına, çok farklı mücadele yöntemleri ile karşı çıkarak, Cezayir’in bağımsızlığını savunmuşlardır. Cezayir’in statüsünü belirlemek için hem Fransa’da hem de Cezayir’de olmak üzere iki ayrı referandum yapılmıştır. Cezayir’de halkın %99’u, Fransa’da ise Fransız halkının %75’i, Cezayir’in bağımsızlığından yana tavır koymuştur. Cezayir’de daha büyük çaplı katliamların, hatta Ermeni soykırımına benzer bir soykırımın yapılmasını, Fransa halkının çoğunluğu, sömürgeci esarete karşı savaşan Cezayir halklarına dost elini uzatarak, birlikte engellemiştir. Bu dayanışmayı kırmak, ne pahsına olursa olsun Cezayir’in sömürge kalması için Fransa ordusu içindeki Vichy rejimi artığı faşist generaller, özel harekâtçıları, işkencecileri, komandoları, Cezayir halklarına ihanet etmiş yerli köy korucularını ve lejyonerleri yanlarına alarak, başarısız bir darbe girişiminde bulunmuşlardır. Fransa halkının büyük çoğunluğu buna karşı çıkarak darbecilerin, hak ettikleri cezalara çarptırılmalarını talep etmiştir. Kaba hatları ile sahte Cezayir dostu ırkçılarımızın boy ölçüşmeye kalkıştığı Fransa gerçeğinin kısa özeti böyledir. Fransa ile boy ölçüştürülen TC ve toplumuz   Biz Kimiz? Hangi zemin üzerine oturtulmuştur TC? Kimlerden oluşur bu cumhuriyetin toplumsal tabanı? Hangi ortak irade anlaşmasına dayanır toplumsal varlığımız? Nerelerden geldik? Nereye varmak istiyoruz?   Sorular çoğalıp, ayrıntılar dallanıp budaklandıkça, cevapları da zorlaşmaktadır. Zira ne bu Cumhuriyetin ne de onun öncesi olan Osmanlının objektif gerçeklere dayanan tarihi olayları yazma diye bir sorun olmamıştır. Zaten yazabilecek ne kendine ait bir alfabesi nede ortak bir dili olmuştur. “Ulus” için kabul ettiği alfabe,  henüz 80 yaşındadır. Ortak dilimizin yaşı, ondan da küçüktür. Cehaletin ve yoksulluğun peçesinde kaderine terk edilmiş Anadolu köylüsü, dilini bile bilmediği egemenlerine meramını anlatmaktan acizdir.   Benliğimize işlenen bir kimlik varsa o da, girdiği her yeri kasırga gibi yıkıp dağıtan, taç için, taht için, iktidar ve mevki için kardeş kafası koparmayı gelenek haline getirmiş asker bir milletin, “asker doğmuş” çocukları olmamızdır. Buna karşılık toplum olarak, halkın inisiyatifine dayanan her türlü devrim sürecine yabancı oluşumuz ise, bizi Fransa toplumundan ayıran “takdire şayan” önemli bir özelliktir.   Çağının yüzlerce yıl gerisinde kalan iktidar erkinin tapındığı devlet denen aygıtın, iflah olmaz bir çürüme sürecine girdiğinde, onun restorasyonu için soyup soğana çevirdiği, adeta çarmıha gerdiği halkların “biraz insaf, biraz merhamet!” hatırlatmasına, soykırım ve sürgünlerden başka bir cevabın bulunamaması, bir başka kayda değer özellik olara görülmelidir.     Bunca ilkelliğe, bunca zorbalığa rağmen egemenliğin, cehaletin karanlığına gömdüğü İslam dinine mensup halkları soykırım suçuna alet etmeyi başarmış olması, “bizim” egemenlerimizi, Fransız sömürgecilerinden ayıran önemli bir özelliktir. Bunda tarihten gelen soygun ve çapulculuk geleneğinin, rolü nasıl yadsınabilir? Bir yanda derin bir sefalet, yoksulluk, diğer tarafta Müslüman olmanın “avantajı” halkı kolayca insanlık suçuna alet etmenin de bir avantajı sayılarak sonuna kadar kullanılması, Fransa sömürgecilerine karşın, bir başka “üstünlük” olarak teslim edilmesi gereken bir farlılıktır.   Ne Osmanlıda nede Cumhuriyet Türkiye’sinde farklı inançlara ve farklı etniklere mensup halkları, gönüllü olarak bir arada tutan ortak irade antlaşması söz konusu değildir. Sadece ve sadece her dönem kaba kuvvetin egemen olduğu esaretin “birliğinden” söz edilebilir. Cehalet ve uygarlığa düşmanlık, esarete başkaldırıyı asla içine sindirememiştir. Bu nedenle ezilen halkların kurtuluş hareketleri, egemen zihniyetin “ayak takımından” hiçbir dönem, onların kaderlerini değiştire bilecek kitlesel bir destek görmemiştir. Tersine daima düşman görülmüştür. Bu nedenle ne Osmanlı ne de onun mirasçısı olan TC, hiçbir zaman hiçbir yerde herhangi bir halkın hak ve özgürlük talebine barışçıl çözüm şansı tanımamıştır. Hiçbir ülkeden el sıkışarak ayrılmamıştır. Ya kafası kırılarak kapı dışarı edilmiş ya da halkların hak ve özgürlük istemleri kana bulanmıştır. Bu gün ulusal haklarını en alt düzeyde talep eden Kürt halkına, TC devletinin beslediği düşmanlık ve hala muhatap kabul etmemesi, bu geleneğin doğrudan bir devamı olarak değerlendirilmesi gerekir.   TC inkâr cephesinin Fransa’ya “ateş püskürerek” tepinmesi bizi yanıltmamalıdır. 2001de soykırım kararı alındığında durum bundan farklı değildi. O günden bu güne Fransız sermayesi ile OYAK ağırlıklı Türk sermayesi ilişkileri görülmedik bir işbirliği ve yoğunluk kazanmıştır. Bundan sonra da durum daha farklı olmayacaktır.   Her şeye rağmen insan olmanın tüm içtenliği ve cesareti ile bu tarihsel varoluş biçimlerini, yöntemlerini sorgulamak, sorunlu olan, insanlık dışı olan ne varsa reddederek, geleceğimizi ortak insanlık mirası üzerinde yeniden inşa etmekten başka çıkar yolumuz yoktur.   -------------------------------------------------------------------------------- Not: Bu yazının hazırlanması için Wikipedia’nın “Algerienkrieg, Simone de Beauvoir, Jean Paul Sartre, Albert Camus ve Der schmutzige Algerienkrieg (Von Werner Balsen und Karl Rössel 1986) yazılarınd yararlanılmıştır.   [1] Başbakan Erdoğan’ın farklı vesilelerle yapmış olduğu konuşmalarda tarihi geçmişimize ilişkin fikir beyanının temelini Ermeni 1915 soykırımının inkârı oluşturmaktadır. Bu noktada zihniyet olarak ittihatçılardan farklı olmadığını göstermektedir. Bakınız: http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=968108&CategoryID=81  http://www.turkishny.com/headline-news/56/26384-erdoan-1915te-canakkalede-savaan-bir-millet-soykrmla-yarglanamaz

dinsdag 24 januari 2012

KOCGIRI KATLIAMI

Ocak 1920 Koçgiri ve Kürdistan’da askeri durum. Düzensiz osmanlı ordusu güçleri Koçgiri-Erzingan ve çevresin de (çizgili alan) 8.500 olarak veriliyor. İbil Pano Koçgiri; Dedem Ap Temur’un anlatımları; “ Oğul, oğul siz yokluk görmediniz. Biz açlıktan dolayı çarıklarımızı bile yedik.”cümlesiyle başlardı. Ben de kendisine dede niye çarıklarınızı yediniz ki sorusunu yöneltiğim de açılır ve geçmişi anlatmaya başlardı. “ 1. Dünya Savaşı bittikten sonra Memê, Sıko, Alık yani 2 amcam ve babam kürdler için kürd askeri yapılanması için asker oldular. Erkeklerimiz kürdlerin haklarını elde elde etmek, korumak için biraraya toplanıyorlardı. Gelenler oldu. Gelenler onları ikna ettiler. Eli silah tutan kürd erkekleri ikna olup gittiler. Onlar, zorla götürülmediler. Gönüllü ve bütün techizatlarını yanlarına alarak, silahı olan silahını, hançeri olan hançerini alıp, giyinip gitti. Kendi bölgelerindeki kürd askeri birimleri içinde yer aldılar. Yakınlarım gözlerimin önünde bizlerle, yakınlarıyla helalaşarak gittiler. Bir daha da kendilerini göremedik. Geri gelmediler, bir haber alamadık. Bizler geride kalanlara gelince; Kış günüydü. Her taraf karla kaplı. Askerler, köylerin, yerleşim birimlerinin etraflarını sardılar. Bizleri evlerden çıkarmaya başladılar. Ne olduğunu anlayamadık. Ne yapmak istiyorlardı? Ki daha önce komşu köylerdeki Ermenilere ve Rumlara aynısı yapılmıştı. Çığlık atan çocuklar, korku, panik, telaş, ağlama, birbirimize sarılıp ağıt yakmalar....Köyümüze gelen yabancılar, askerler kendilerine karşı direnenleri evlerinin için de, köy ortasında herkesin gözleri önünde öldürdüler. Ben, bir kız kardeşim, diğer yakınlarımız, köylülerimiz köylerimize gelen askerler tarafından iplerle birbirimize bağlanmaya başlandık. Niye birbirimize bağlandığımızı, ne yapılacağını, nereye doğru götürüleceğimizi bilmiyorduk. Aynen Ermeni ve rumlara yaptıkları gibi yanımıza yiyecek almamıza dahi izin vermediler. Üstümüzde bulunan elbiselerle yola çıkarıldık. Esir konvoyları olur ya aynen öyleydik. Memleketinde, toprağı üzerinde, evinde esir alınmış, dipçik darbeleri altında iplerle birbirlerine bağlanmış, hakaret, zulum altında yürütülüyorduk. İttihatçıların yönettikleri, kürdleri sürgün etme emri verdikleri askerler, sadece kaçabilenleri, ulaşamadıkları, gidemedikleri köyler de yaşayanları sürgün yolculuğuna çıkaramadılar. Bizleri kar da, buz da yürütürlerken, yol da diğer yerleşim birimlerinden toplayıp, birbirlerine bağladıkları insanlarımızı da bizim içinde bulunduğumuz esir konvoyuna katmaya devam ediyorlardı. Yerleşim birimlerinden bazılarının isimlerini verecek olursam; Gerni, Bozo, Çiçegali, Resulan, Qalqan, Çıragedig, Mecid, Cibo, Qurıçay’a, Kemah’a diger nahiye, kaza ve Erzingan’a bağlı köyler. Biz Refahiye’ye bağlı olanlar idari olarak Erzurum vilayetine bağlıydık. Açtık. Tirtir titriyorduk. Biz erkek çocukları bellerimizdeki kayışları-deri kemerleri karla ıslattık. Ben ve kızkardeşim deri kemerimi kemirerek yedik. O bitince çarıklarımızı yemeye başladık. Çarıksız kaldığımız için ayaklarımız kar da yanıyorlardı. Ot yoktuki yürürken ot toplayıp da yiyebilelim. Kar, fırtına, buz., açlık, korku. Herkes yürüyebildimi? Hayır. Dayaktan, açlıktan dolayı yürüyemeyenler, güçsüz olanlar, bebekler, çocuklar, yaşlılar yol da bırakıldılar. Kendilerine kürdleri sürgün etme, kırma emri verilen özel görevliler, emre göre davranıp, onları kenara itekliyorlardı. Bu insanlarımız 2-3 metre karın olduğu o soğukta dondular. Ya da daha donmadan kurtlar tarafından yenildiler. Bizi memleketimizden dipçik zoruyla yola çıkaranlar bu insanlarımızı doğrudan öldürmediler. Çünkü kurşun harcamak istemiyorlardı. Birden can vermelerini istemiyorlardı. Karın, buzun içinde acı çekerek dakika dakika ölüme yaklaşmalarını istiyorlardı. Daha canlılarken kurdlara yem olmalarını istiyorlardı. Kızkardeşimle birlikte karın içine düşen, yuvarlanan, inleyen, ağıt yakan insanlarımıza bakıyor, birbirimize sarılıyor ve ağlaya ağlaya yürüyorduk. Bizler, Elaziz’e doğru yola çıkarılmıştık. Elazize vardığımız da dövüle dövüle yola çıkarılan insanlarımızın yarıdan fazlası kırıldı, yani öldü. Mustafa Kemal ve arkadaşları Kürd sürgün kararını uygulamaya koydukları ilk andan itibaren istedikleri şekilde sonuç almaya başlamışlardı. Her gün kırılıyor ve nüfus olarak da azalıyorduk. Bizi Elaziz garına götürdüler. Guruplara ayırarak trenlere bindirdiler. Ben orada kızkardeşimi kaybettim. Bir daha da bulamadım. Treni hiç durdurmadılar. Tren de ölenleri dışarıya doğru fırlatıp atıyorlardı. Ne inancımıza göre cenaze merasimlerimiz yapıldı, ne de insanlarımız gömüldüler. Gece, gündüz fark etmiyordu. Öldüğünü his ettiler mi, alıp fırlatıyorlardı. Ne dirimize ne de ölümüze sayğıları vardı. Ki biz inancımıza göre güneş varken, karanlık olmadan ölülerimizi yıkar ve gömeriz. Trenler Bursa ve Estanbol güzergahına doğru sürülmüşlerdi. Bizi Estenbol’a (İstanbul) getirip bir askeri kışlaya yerleştirdiler. Nereye biliyor musun? Bizleri Haliç gemi tersanesinde çalıştırmaya başladılar. Esir alındık, sürüldük ve çalışma kampı koşullarında zorla devlet için çalıştırıldık. Askeri kontrol altında hareket ediyorduk. Bundan dolayı da bizler Hasköy ve Halıcıoğlu’na yerleştik. Bu semtler de gecekondular yapıp, yaşamaya başladık. Bir müddet geçti. Biz esir alınışımızı ve orada esirler gibi çalışmaya mecbur edilişimizi kesinlikle kabullenemedik. Hep kaçma, geriye gitme, toprağımıza basma, yakınlarımızı görme özlemi çekiyorduk. Kim öldü, kim kaldı, kim nere de? Bilemiyorduk. Koçgiri’de kalabilenler ne durumdaydılar? İçin içini kemiriyor. Etrafın askerle sarılı. Kendileri için çalıştırmasalar, köle işçilere ihtiyaçları olmasa bizleri de sağ bırakmazlardı. Kürd işçi taburlarıyla devletin ihtiyaçlarını karşılıyorlardı. Çanakkaleli birisiyle Haliç’de tanıştık. Gizlice konuştuk ve durumumuzu kendisine anlattık. Vatanımıza, Koçgiriye gitmek istediğimizi belirttik. Adam durumumuzu anlayınca dönüş için bize yardım edeceğini belirtti ve etti. Biz dört kişi gizlice tersaneden kaçmaya, yola çıkmaya karar verdik. Adam bize yardım ediyordu. Haliç’den itibaren saklana saklana Çanakkale’ye geçtik. Bir hafta o adamın odunlarını kırdık. Bize 50 kuruş verdi. Ayrıca bizi götürüp bir deniz aracına bindirdi. Biz Kerasous’a (Giresun) kadar gittik. Orada indik. Oradan da yürüye yürüye Koçgiri’ye kendi köyümüze vardık. Biz Haliç tersanesinde esir işçiler olarak çalıştırılırken Koçgiri’de Kürd soykırımı yapılmıştı. Mustafa Kemal, Koçgiri’ye askeri sefer düzenleme istemini arkadaşlarından oluşan bakanlar kuruluna da onaylatmıştı. Bakanlar kurulunun kararıyla ordular düzenlenmiş ve “Kürdü kırın” emri verilmişti. Bizler Kerasous’dan (Giresun) Koçgiri’ye doğru ilerlerken Kürd Alevi düşmanı Osmanlı Paşa’sı M.Kemal’in özel emriyle bizzat görevlendirilen Laz Topal Osman’a bağlı çeteler tarafından öldürülen Koçgirililerin cesetlerini görmeye başladık. İrkiliyorduk, sarsılıyorduk, ağlıyorduk. Koçgiri bölgesinin sınırlarına girene kadar sevinçten ağlamıştık. Girdikten sonra ise acıdan ağlamaya başladık. Geçtiğimiz yerleşim birimlerinde, yol kenarlarında, evlerin yakınlarında, köylerin dışında öldürüldükleri yerlerde bırakılan, gömülmeyen, gömülemeyen insanlarımız ve telef edilen hayvanlarımızın iskeletlerine baka baka Koçgiri köyüne doğru ilerledik. İnsanlar öldürüldükleri, öldükleri yerlerde çürümüşlerdi. Hayvanlar da aynen öyle. Çok sayı da köy boştu. Yakılan, yıkılan evlerin görüntüleri zulmun boyutunu gösteriyorlardı. Bizler öyle bir acı çektik ki nasıl tarif edebilirim? Bilemiyorum. Askeri kontrol alanından kaçıyorsun, uçarcasına vatanına dönüyorsun ve cesetlere baka baka ilerliyorsun! Şimdi televizyonlar da I ve II.Dünya Savaşlarının görüntülerini verdiklerinde ben hep o günleri hatırlıyorum. Asker ölülerinin yerinde gözüm de Koçgiri Kürdünün cesetleri canlanır, film geçmeye başlar. Hayvan ölüleri de farklı. Orduların kullandıkları atlarla, sivil köylülerin hayvanları bir değil. Ama çok kötü hatırlatma yapıyor. Köye vardık ki evler bütün heybetleriyle yanmış, yıkılmış halde duruyorlar. Yiyecek yok ve kıtlık var. İnsanlar yiyecek bir şey bulamıyorlar. Tohum, hayvan bir şey bırakılmamış ki! Osmanlı askerinin girdiği yer çöle dönerdi. Koçgiri de çölleştirilmişti. Çalmışlar, yemişler, hayvanlarına yedirmişler, el koyup kendileriyle götürmüşler. Sağ kalabilen insanlarımızsa açtılar. Biz kendi yiyeceğimizi insanlarımızla paylaştık. İnsanlarımızdan parası olanlar da alış veriş yapamıyorlardı. Çevre yerleşim birimlerinde yiyecek satılan yerler kürd olmayanlara aitti. Memleketimize yerleştirilen bu bakkal sahipleri aynen askerin, devletin ağzıyla, tavrıyla bizlere yaklaşıyorlardı. Yiyecek almaya gidiyorduk. Adamlar özel olarak tenbihlenmiş olmalıydılar ki dükkanlarının kapılarını, camlarını kilitliyorlardı. İçeri girmemize dahi izin vermiyorlardı. Bizlere hiçbir şey satmıyorlardı. Angora’da askeri karargah kuranların buradaki dilleri, elleri bu nahiyelere, ilçelere, köylere yerleştirilen kişiler, Kürd olmayanlardı. Resmen bizlere düşmanlık yapıyorlardı. Adam yiyecek satmıyor. Bu tavır ne anlama geliyor? “Ankara’daki askeri hükümet mensupları sizin ölmenizi istiyorlar. Bu istekten, emirden dolayı sizlere yiyecek satmıyoruz. Açlıktan ölün, geberin.” Ankara’daki hükümet sürdü, kırdı bu yetmedi. Çevredeki Kürd olmayan insanlarla da bizleri karşı karşıya getirmişlerdi. Dövüştürmek istiyordu. Onlarn eliyle de bizi aç bırakıyorlardı. Kıtlık, açlık Koçgiri bölgesinde çok etkiliydi. Bir şey kalmamışki sağ kalabilen insanlarımız eksinler. Ne tohum, ne hayvan. Hayvanları ya öldürmüşler, ya kesip yemişler ya da toplayıp götürmüşler. Sahipsiz kalan hayvan da dağ da, orman da kurda kuşa yem olmuş. Çeteler, müfrezeler yakmadıkları yiyecekleride ya yemişler ya hayvanlarına yedirmişler ya da götürmüşler. Evleri yaktıkları için evlerdeki her şey yanmış. İnsanlarımız taşı, toprağımı yiyeceklerdi? Öyle bir duruma düşmüştükkü, köyünde kendisi için üreten insanımız bu kırımdan dolayı hizmetkar, çoban olmuştu. İnsanlarımız Kürd-Alevi olmayan insanların yaşadıkları yerleşim birimlerine gidip, aile ferdlerini yaşatabilmek, sağ kalabilmek için çobanlık, hizmetkarlık yapıyorlardı. Yaban ekmege, karın tokluğuna çalışıyorlardı. Oğul sen Koçgiri de Kürd Alevilerin kulaklarının kesildiğini de bilmezsin! Köleleştirilenler, esir alınanlar damgalanırlar öyle değil mi? Aha filimlerde, belgesellerde görüyorsun. Afrika’dan esir alınanlar, Amerika kıtasına kadar nasıl götürülüyorlar. Çiftlikler de nasıl çalıştırılıyorlar. Bizler Estenbol’da köle, esir kürd işçiler olarak çalıştırılırken, Koçgiri’de de Mustafa Kemal bizim insanlarımızı damgalatmayı da başarmıştı. Hem de ömür boyu silinmeyen bir izle damgayı vurdurmuştu! Damgalananın kimlikleri beliydi. İnsanlarımızın birer kulaklarını kesmişlerdi. Niye mi? Aç kalan insanlarımız diğer yerleşim birimlerinde de hizmetkar olarak çalışmaya başlıyorlar ya, çalışıyorlarken, gelip giderlerken kendilerini görenler Kürd olduklarını anlasınlar! Görüldükleri yerde belli olsunlar. Zor, şiddet kullanarak insanlarmızın birer kulaklarını kesiyorlar. Yani “Bu vahşi bir kürddür. Güvenme, yaklaşma, ilişki kurma, uzak dur, baskı uygula, açlıktan ölse de yiyecek verme, dost olma, sıcak davranma, sürekli dışla, aşağıla, türkçe konuşmayı öğret, zorla, kendisine yabancılaştır, bunun için gerekli zemini hazırla. Mecbur et. Seçeneksiz bırak.” Birer kulağını kestiği koçgirili aile mensuplarını yine rahat bırakmıyor. Koçgirili Kürd Alevi çocuk için de şart koşuyorlar; “Sağ kalmak istiyorsa, kürdçe konuşmayacak. Düzenli olarak camiye gelecek. Hocanın denetiminde Kur’an okumayı öğrenecek. İslamın şartlarına göre yaşayacak.” Yani esir dil, yön değiştirecek. Siyah derili, derisini yüzecek, ya da öfeleye öfeleye beyazlatacak! Beyaz derili olmak için ne gerekiyorsa kabul edip yapacak. Siyah olduğu halde ben siyah değilimki, ben senden önce beyazdım diyecek. Kürd, Kürd olduğunu unutacak. Çoban, hizmetkar olduğu köydekilerin konuştuğu dili öğrenecek ve konuşacak. Muhamedileşecek. Arap çöllerindeki Muhamed’in getirdiği şartları Koçgiri’de benimseyecek, kürdün toprağına, kürdlüğüne yabancı bir dinin inananı, uygulayanı olacak. Osmanlı paşaları da isteklerine kavuşacaklar. Bu insanların yüzlerine haykırılan; “Açlıktan ölmek istemiyorsanız, aynen amerika kıtasındaki çiftliklere götürülen Afrikalı köleler gibi çalışacaksınız. Bu da yetmez, devletin istediği gibi döneceksiniz, dönme olacaksınız. Ziyaretlerinizi, Xızırınızı, cıvatlarınızı, binlerce yıllık ibadetlerinizi kısa bir süre de terk edip bizim gibi ibadet edeceksizin.” Oğul bu zulüm degilde nedir? Başka bir ismi, izahatı var mı? İnsanlarımız sağ kalabilmek için kendilerine dayatılanları kabul ettiler. Çocuklarımız camiler de hocalar tarafından eğitildiler. Zaman için de dillerini de inançlarınıda unuttular ve döndüler. Oğul, Osmanlı paşalarının şiddet kullanarak kendi yollarına, özlerine düşman ettikleri, dönderdikleri, osmanlının dönmeleri, her türlü şiddeti kullanarak bizim insanlarımızı da dönderdiler. Sürerek, kırarak, döndererek bizleri hep azaltılar. Ne oldu biliyor musun? Kerasous’dan (Giresun), Karahisar-ı Şarki’den bir heyet Koçgiri’ye geldi. Ben bizzat bu heyeti karşılayan kürdler için de yer aldım. Bu insanlar Mustafa Kemal’in özel görevlendirmesi, alay düzenlemesi ve emriyle Koçgiri’ye gelen, yakan, yıkan, çalan, öldüren, tecavüz eden, kadın ve kızlarımızı kaçıran bu çetelerle ortak bir yanları, dayanışmaları, ilişkileri olmadığını açıkladılar. “Biz Topal Osman ve denetimindeki güçlerin yaptıklarını onaylamıyoruz, benimsemiyoruz, kabul etmiyoruz, utanıyoruz. Kendisini desteklemedik. Topal Osman ve denetimindeki çeteler de yöremizin insanları oldukları için zorlanıyoruz. Biz ne T.Osman’ın düşünce, fikir, iş ortağıyız, ne de yapılanlardan dolayı sorumluyuz. Topal Osman bir merkeze bağlı olarak çalışıyor. Bir yerden emir alıyor. Topal Osman, Mustafa Kemal’in denetiminde kendisinden istenilen memleketlerde çetecilik yapıyor. M.Kemal’in en üst düzey yöneticilerinden biri olduğu Teşkilad-ı Mahsusa’nın memleketimizdeki özel adamlarından biridir. M.Kemal’i temsilen, onun adına sizlere zarar verdi, acı çektirdi, insanlarınızı öldürdü. Bizler istediğimiz için değil. Gerçegi bilmenizi istiyoruz, her iki halk arasında barışı sağlamak istiyoruz. Bunun için siz kürdlerle görüşme kararı aldık. Barışı sağlamak, dostluğu temin etmek için eğer kabul ederseniz kendi kız çocuklarımızı sizlere verecegiz.” Bazı ailelerimiz bu heyet mensuplarının önerilerini kabul ettiler. Getirilen kız çocuklarını evlatları olarak kabul ettiler, evlendirdiler. Ben bu gelinlerin isimlerini açıklamayacağım. Rahatsız olmalarını istemiyorum. Geçmişlerinin bilinmesini istemiyorlar. Tohum ekemediğin yerde doyabilir misin? Mecburen, istemeye, istemeye köyümüzden ayrıldık. Gönüllü sürgün yolculuğuna çıktık. Ben yeniden Estanbol’a döndüm. Tersaneden nefret ediyordum. Orada sürekli asker vardı. Asker denetiminde çalışılıyordu. Asker görmemek için oraya gitmedim. Akrabalarım orada çalıştırılıyorlardı ve Hasköy çevresindeki gecekondularda yaşıyorlardı. Ben gecekondulara gider ve kendilerini ziyaret ederdim. İnşaatlarında çalıştığım ve bizim durumumuzu bilen bazı Estanbollu Ermeni, Rum inşaatçılar geçmişimizi biliyorlardı ve sempatiyle yaklaşıyorlardı, yardım ediyorlardı. Taksim’de, Şişli’de birlikte gezerken “ Temir ileri de buralar çok değer kazanır. Gel burada sana yer verlim.” dediklerinde, herkes kendi toprağına yakışır. Huzuru toprağında, insanları arasında bulur. Buralar bize ait değil, bize vatan olmaz. Ben buraları ne yapacağım? Köyüm bana yeter, der ve red ederdim. Bomantı semtin de bira fabrikası vardı. Taksim, Şişli tümüyle boştu. Her tarafı dut ağaçları, yeşillik süslerdi. Balkanlardan zorla göçertilen ve buralara yerleştirilen Arnavutlar ise bu semtler de pırasa ve soğan ekerlerdi. Ben gurbette yaşayabilecek bir insan değilim. Hep köyümü özlerdim. Estabnol’da bir süre çalışıp, para biriktirdim. Bir çift öküz ve bir kaç keçi satın alabileceğime inandım. Bir heybe de tohum satın aldım. Koçgiri ye doğru yola çıktım. Gidip Qers’dan (Kars) dana satın aldım. Getirdim ve epey uğraştıktan, eğittikten sonra çifte koşabildim. Evler yakılmış, yıkılmıştı. Geride kalanlar ise dağlarda, mağaralarda saklanıp, sağ kalabilmiş olan insanlarımız, komşularımız tarafından alınmıştı. Almaya mecburdular. Açıkta kalamazlardı. Kendi evlerini onarmak, yapmak zorundaydılar. Yarı yanmış, yıkılmış evlerin camlarını, kapılarını, merteklerini kullanmışlardı. Ben köye dönünce gidip ev ustalarını bulup, götürdüm. Dumanlı ormanlarında ağaçları kesip, kütükleri köye taşıdık ve ev yaptık. Evlenememiştim de, bekardım. Ev yaptıktan sonra evlenebildim. İlk eşim kendi köyümüzden, Koçgiri’dendi. 2 oğlum, iki kızım oldu. Bir oğlum ve bir kızım hastalıktan dolayı öldüler. Bir süre sonra eşim de öldü. Bir yanda yiyecek yok, bir yan da hastalıklar ve doktor, ilaç yok. O şartlar da güçlü olan can sağ kalabiliyordu. İkinci eşim Çıragedig’dendi. Çocuğumuz olmadı. Kıtlığın güçsüz bıraktığı bedeni yaşama savaşını kaybetti. O da öldü. Üçüncü kez de o köyden evlendim. Son bayan dan 5 çocuğum oldu. Oğullarımı evlendirdim. Nüfusumuz arttı. Amcan Estanbol’a gitti, çalışmaya başladı ve köye dönmedi. Sayğı törenin de ayağa kalkmayanlarımıza ne yapıldı, biliyor musun? Haliç tersanesinde asker zoru, denetimi altında çalışan insanlarımız sürekli şiddetle yüz yüze kalıyorlardı. Mıstoy Kûr yani Mustafa Kemal öldüğünde tersane de de sayğı duruşu yapıyorlar. Yakınımız olan Mıço ayağa kalkmıyor. Sayğı duruşunda bulunmuyor. Tören bittikten sonra yüzbaşı kendisine yöneliyor ve “ Ulan Mıço niye sayğı duruşunda bulunmadın? ” sorusunu soruyor. Mıço son derece dobra, sözünü esirgemeyen biriydi ve geçmişin acısı içine işlemiş olarak;“ Biz onun sağlığında çok çektik. Kendisinden bir türlü kurtulamadık. İşi gücü bizi esir etmek, sürmek, öldürmek, elimizde olanı almaktı. Nihayet geberdi. Ölümüylede mi bize azab çektirecek? Ben onun sağını da, ölüsünü de sikeyim. Koçgiriyi, Dêrsımi, Kürd milletini kırdı, mahvetti. Kökümüzü köceğimizi kazıdı. İnsanlarımızı kurda, kuşa yedirdi.” Mıço daha konuşurken yüzbaşı emrindeki askerlere de emir vererek hep birlikde Mıço’ya doğru saldırıya geçiyorlar ve üzerine çullanıyorlar. Çok kötü şekilde dövmeye başlıyorlar. Mıço’nun dövülmesini gören diğer yakınımız da dayanamıyor, müdahale ediyor ve onu kurtarmaya çalışıyor. “Vurmayın ulan. Öldürdünüz. Niye vuruyorsunuz?”diyerek koşup kendilerini engellemeye çalışıyor. Oğul Mıço bu dayak sonucu felç oldu. Kesinlikle hareket edemiyor. Bitkisel hayatta. Çocukları sürekli kendisinin bütün ihtiyaçlarını karşılıyorlar. Öbür yakınımız da yediği dayak sonucu kötürüm, sakat kaldı. Okmeydanındaki bütün Koçgirililer Mıço’nun yaşadıklarını biliyorlar. Yaşadıklarını bilmeyen de kendisini gördügünde nedenini soruyor. Bu insanları felç, sakat edenlerden hesap sorabildik mi? Hayır. Hangi devlet adamı, kurumu, kuruluşu bizi savunurdu? Hiç biri. Adalet nerede? Paşaların dudaklarının arasında. Mıço 1970’lerde öldü. Diğeri ise halen sağ. Koçgirililere uygulanan Mustafa Kemal zulmünün bir semboli gibi sakatlandırılmış haliyle Okmeydanın da ve yaşıyor. Bizleri Elaziz’den trenlere bindirdiklerinde nereye gideceğimizi bilmiyorduk. Bir kesim insanımızı da Bursa’ya götürmüşler. Bursa’da ne yaptılar biliyor musun? Bursadakileri bulundukları yerler de öldürdüler. Bu öldürmelerin tanıkları halen sağlar. Bursadakilerden sağ kalanlar etrafa haber saldılar. “Koçgiri’den Prusa’ya (Bursa) sürülenleri zehirlediler. Öldürdüler.” Benim büyük amcamın kızı, eşi ve dört çocuğu da ölenler arasındaydılar. Ölenlerin yakınları gidip iz sürdüler. Devletin oradaki görevlilerine toplu ölümün nedenini sordular. Verilen cevap Kürd ve Aleviyle alay eden, aşağılayan çok basit bir kaç cümleden oluşuyordu. Bu insanlarımızı devlet görevlileri bilerek, isteyerek zehirlediler. Bizler ise hiç bir şey yapamadık. Devletin oradaki görevlileri yakınlarını arayanlara dediler ki; “Ziraat görevlileri çeltiği ilaçlamışlar. Cahil kürdler de gece gidip çeltiği çalmışlar. Pişirip, yemişler ve zehirlenmişler. Zehirlendikleri için öldüler.” Oğul devlet, hükümet yalan söyledi. Bir tek cümle doğruydu. “Zehirlendikleri için öldüler.” Otopsilerimi yapıldı? Hayır. Yakınlarımızın kimyasal maddelerle öldürüldüklerini bildiğimiz halde bir şey yapamamanın acısını da ayrıca yaşadık. Kimi kime şikayet edeceğiz? Acıları unutmadık. Oğul, oğul Koçgiri insanı arpa ve buğdaydan başka tahıl tanımaz. Çeltik nedir, bilmez. Koçgiri de çeltik yetişmez ki. Koçgiri Kürdü tanımadığı bir tahılı toplayacakta, pişirecekte, yiyecekte, zehirlenecek. Onlarca kişi birlikte aynı gece mi çeltik çaldılar? Çeltik tarlalarının bekçileri yok muydular? Bağlar, tarlalar bekçiler tarafından korunuyorlardı! Onlarca kişi nasıl oldu da aynı gün öldüler? Ben çeltiğin pirinç olduğunu yıllar sonra öğrendim. Özü şu; bu insanlar kendilerine yapılanları, sürgünü kabul etmediler ve geri dönmek istediler. Devletin Kürdü sürme kararı veren makamı da onları topluca öldürme emri verdi. Gerçek bu. Mezarlarını dahi göremedik. Topluca çukurlara mı attılar, açıkta mı bıraktılar, ne yaptılar? Bilmiyoruz. Prusa’ya (Bursa) sürülenlerden sağ kalabilenlerden dönmeyenler, dönemeyenler oraya yerleştiler. Bir başka gelişme; dedeleri Koçgirili olan ve tersane de asker denetiminde çalıştırılan torunlar Kuleli Askeri Lisesi ne alındılar. Orada okuyan çocuklarımız yüzbaşı olduklarında binbaşı ve daha üst rütbelere yükselebilmeleri için de önlerine konulan mecburiyeti yerine getirmek zorundaydılar. Mecburiyet; soyadını değiştirecek. Nüfus kütügünü değiştirecek. Nüfus Koçgiri’den İstanbul’a, İzmir’e, Ankara’ya.....alınacak. Yani topraklar, kimliklerle olan resmi bütün bağlar koparılacak. İstenilenleri yerine getirenler askeriye de üst rütbelere yükselebildiler. Allah ve Kürd; 1973 veya 74 dü. İstanbul Şişli ye gittik ki bilet alalım ve köye gideyim. Orada miting yapılıyordu. Karslı bir tanıdık “Ap temir gel dinle. Necmeddin Erbakan konuşacak. Bakalım ne diyecek?”diyerek beni miting yerine doğru yönelti. Erbakan konuştu, biz de dinledik. Konuşma bitince bana döndü ve “Siz ne düşünüyorsunuz? Ne diyorsunuz?” sorusunu yönelti. Beni gören kolaylıkla Kürd olduğumu anlar. Bıyıklarım, fizigim, yüz görünümüm. Erbakan’da Muhamedi olmadığımı çok iyi anlamış ki soruları yönelti. Ben de kendisini tok bir sesle cevapladım. Sayın Erbakan sizin söyledikleriniz size mahsus. Allah katında ve islamda yeri olanlar için geçerli. Biz kürdlerin allahı yok. Biz allahsızız. Türkiye Cumhuriyeti’nin Allah’ı da Anıtkabirde yatıyor. “Estegfurla. O ne biçim söz” Kendisine, eğer biz kürdlerin de Allahı olsaydı, o kadar zulümü bize reva görmezdi. Sayın Erbakan siz, biz Kürd-Alevilerin yaşadıklarını yaşadınız mı? “Siz nerelisiniz?” Ben Koçgiri kürdüyüm, dedim. O anda orada bulunan yakınlarım ve diğer insanlar konuşmamıza tanıktırlar. Okmeydanı’ndaki, Hasköy deki kürdler halen “Ap Temır Necmedin Erbakan’a böyle böyle söyledi.”derler. Oğul bildiğin gibi ben okuma yazma bilmem. Bildiklerimi sözlerimle hepinize anlatma gereği duyuyorum. Yaşanılanları benim yakınlarım, torunlarım olarak bilmelisiniz. Nerede bir Koçgirili olsa arar bulur ve görüşürüm. Bağlarımız, yaşam damarlarımız kopmamalı. Ben Koçgiri de yapılan sürgünün, zulmun, vahşetin, binlerin ölümlerinin tanığıyım. Yakınlarımız, insanlarımız öldürüldüler, sürgün yollarında kaybedildiler, zehirlendirildiler. Bilmelisiniz. Bizimle ilgili olarak karar verenleri, Kürd vurgununu yaptıranları, yapanları iyi tanımalısınız. Binlerce insanımızın hesabı sorulmalı. Suçlular, suçlarıyla birlikte açıklanmalı. Çocuklarınız bizim ibadet, inanç, milli düşmanlarımızı, katillerimizi gerçek kimlikleriyle, geçmişleriyle, eserleriyle tanımalılar. Yalanları değil, gerçekleri bilmeliler, öğrenmeliler. Oğul bizlere yapılanları diğer halklara da anlatın. Giresun heyeti niye Koçgiri’ye geldi? Bize “Topal Osman’ın Laz olması Lazları sorumlu kılmasın. Biz işlenen suçlara ortak değiliz.” dediler. Çizilen sınırlar için de zorla yönetilen diğer milletler, mahkum edildiklerini bilmeyenler de acınacak durumdalar. Türkçe konuşmaya mecbur edilen, devletin sınırlarını belirlediği, çizdiği müslümanlığa göre ibadet yapmaya zorlanan milletlerin çocukları birbirleriyle dost olmalılar, Kürdlerle dost olmalılar. Dost olmalılar, bu sisteme karşı durmalılarki yalnızca kürdler darbe yemesinler. Onlar da darbelerle karşılaştıkça, öldürüldükçe, sürüldükçe sitemin özelliklerini öğrenmeye, bu sisteme karşı durmaya başlayacaklar. Mustafa Kemal ve arkadaşları yüzbinlerce insanımızı kırdılar, sürdüler, dönderdiler. Halen de yalan söylemeye, insanları kandırmaya devam ediyorlar. Oğul, zorla Osmanlı Ordusu’na asker yapılan Koçgirililerin durumunu biliyor musun? O çöllere gönderilen insanlarımız açlıktan dolayı ne yapmışlar biliyor musun? Sağ kalan kürd, ölen kürdü yiyor. Ölen askeri yiyorki ölmesin, yaşayabilsin. Riçik köyünden Derwêş, Yemen’de askerdi. Koçgiri bölgesinden Yemen’e götürülenleri tanıyordu. Konu oldumu da anılarını anlatıyor. O anlattıkça yakınları oraya asker olarak gönderilen ve geri dönemeyen kadınlarımız hıçkırarak ağlıyorlar, ağıt yakıyorlar. Osmanlı paşalarının bir marifeti de Yemen çöllerinde kürdü, paşaları oldukları imparatorluğu ayakta tutmak, genişletmek için öldürtmek ve ölüyü de sağ kalan kürde yedirmek. Osmanlının kumandanları Koçgirili yiğitleri çöllerde ölüme terk etmişler. Oğul, bu gün kim, kaç kişi gerçekleri biliyor? Oğul 1921’de bize yapılanlara gelince; Biz kaçan Ermeni ve rumların bizlere bıraktıkları çocuklarını koruduk. Kaçarlarken çocukları Kilise deresine köprünün altına bırakmışlardı. Bıraktıkları yeri söylediler. O çocukları alıp, baktık. Daha sonra gelen yakınlar çocukları sağ salim aldılar. 1921’de ise Haydar Bey onlar karar alıyorlar. İnsanlarımızı kurtarmak için Orçıl bölgesinden Dêrsim’e doğru yola koyuluyorlar. Bu insanlarımızı Ovacıg’a bırakıp, dönecekler. Kar, kıyamet. Çeteler, müfrezeler ha bire saldırıyorlar. Orçıl bölgesindeki Şadi aşireti mensupları kapıları açıp da bu insanlara birer tas sıcak çorba dahi vermiyorlar. Açlıktan, soğuktan dolayı bitkinleşen insanlarımız adım atamaz duruma düşüyorlar. Çok sayıda insanımız bu gidiş ve dönüş güzergahında açlıktan, saldırılardan dolayı ölüyorlar. Bunun için biz Koçgiri aşireti mensupları Orçıl bölgesindeki Şadi aşireti mensuplarına kızgınız. Aramız da kin, husumet vardır. Kendilerini her gördüğümde de, siz insan mısınız? Siz, bizlere bir tas sıcak çorba dahi vermediniz, derim. Şadi aşireti mensupları arasında Paşo gibi değerli savaşçılarımız da varlarlardı. Paşo, Xınıs mezrasındandır. Kendisine Paşoy Xınısê denir. 5 mezra; Alibeg, Bozo, Xınıs, Qırmo, Amadun. Kureşliler de Koçgirililere resmen tavır alıyorlar. Kureşlilerin hasları yani dede olanları, bayanlar Koçgirililere yardım ediyorlar. Biz Kureşlileri has ve ham diyerek ikiye ayırırız. Dedelerle, yani haslarla sorun yok. Hamlarla sorun yaşıyorlar. Şadiler, Kureştirler, Kureşliler, Şadidirler. Her ikisinin kökü birdir. Koçgirililer 1921’de ki tavırlarından dolayı bunlara mesafelidirler. Kendilerine yüz vermeyiz. Kız alıp vermeyiz. Bizim kızlarımız bunlara kaçarlarsa da evlatlıktan red ederiz. Koçgiri aşiretini milli bir dava da yalnız bırakmak hafife alınacak, af edilecek bir durum değil. Koçgiri aşiretinden bunlara kocaya kaçan kızın ailesi de aşiretten dışlanır, ilişkiler kesilir. Bu ailelere yönelik tasvip edilmeyecek cümlelerde kullanılırdı. Şadi-Koçgiri çekişmesinde Rifo’nun da payı büyük. Rifo iriyarı, korkusuz, babayiğit bir kürddü. Kendisine iyi sopalar yapardı. Sopasız dolaşmazdı. Kim ki Mıstonun çetelerine, askerlerine yol göstermişse, onları tek tek kışın yakalar ve o soğukta, dondurucu hava da kilise deresine sokardı. Tümüyle ıslatttıktan sonra da elindeki sopayla öldüresiye dövmeye başlardı. Kişiyi cezalandırır ve rahatlardı. Yol gösterip de bilinen kesinlikle Rifo’nun dayağını yemiştir. Rifo Koçgiri köyündendi, Koçgiri aşiretindendi. 1921 kırımının hem tanığı, hem de mağduruydu. İşlenilen suçları bildiği için yol gösterenlere de öfkeliydi ve af etmiyordu. Cezalandırmadan rahat edemezdi. Rifo’nun Şadili yol gösterenleri dövmesi, Şadi aşireti mensuplarının hoşlarına gitmiyordu, rahatsız oluyorlardı. İki aşiret arasındaki gerilim sürekli sıcaklığını koruyordu. Koçgirililer ve Şadi-Kureşliler arasında başlayan gerilim uzun süre devam etti. Komşu köylerin insanları, kız kaçma, kaçırılmayla gerçekleştirilen evlilikler, ağır sözler, aynı milletin evlatları arasındaki güvensizlik, sevgisizlik gençlerimizi rahatsız etti. Orçıl’da Boy beyi denilenlerde Şadi aşiretindendirler. İsmi türkleştirerek “boy beyi” demişler. 1938 kırımı sonrasıydı. Tarihini tam hatırlıyamıyorum. Yine bir hoşnutsuzluk oldu. İki aşiret arasındaki sorunlara, hoşnutsuzluğa, suçlamalara son vermek için ilk adımlar atıldı. Paşo’nun köyün de çevre köylerden gelecek insanları alabilecek diğerlerine göre daha büyük bir ev de toplandık. Bu toplantıdan geriye kalan, unutulmayan anı ise ilginçtir. Evin erkeği bizleri ağırlamak için Refahiye’den alış veriş yapmıştı. Siyah renk ufaltılmış, kurutulmuş bir avuç bitkiyi eşine veriyor ve “Bunu da misafirlere sun.”diyor. Kadın ilk kez bu bitkiyi görüyor. Nasıl yenildiğini de bilmiyor. Kadıncağız “40-50 kişi içerde oturuyor. Ben bu bir avuç bitkiyle nasıl bir yemek yapabilirim? Kim bunu yiyecek?”diyor ve kendisine göre de bir çözüm buluyor. Bir yumak tereyağını, yumurtaları ve o bitkiyi karıştırarak pişirmişti ve masanın üstüne koydu. Erkegin satın aldığı bitki çaymış. Kadın hayatında çay içmemişti. Yenir mi, içilir mi bilmiyordu. Pratik akıl, yumurtayla birlikte pişirmişti. Biz Koçgir aşireti mensupları, Şadililere takılmak için bu anı hatırlatırız. 1970’lerde yetişen kuşaklar gerilimlere tümüyle son vermek istediler. 1968 kuşağı dedikleriniz her iki aşiret arasındaki gerginliği, küslüğü ortadan kaldırabildiler. Ama geçmiş unutulmuyor. Orçıllıların bizi desteklememeleri, milli tavır almamaları Mustafa Kemal’in işini kolaylaştırdı. Koçgiri aşireti çok fazla can kaybetti. İrfo’yla Paşoy Xınıs’e arasındaki sorunu yakınları dahi bilmiyorlar. İrfo niye Paşo’ya düşman oldu? Niye onu öldürmek istedi? Bildiğim kadarıyla bilen yok. İrfo’da Koçgiri soykırımı sırasında çetelere, müfrezelere karşı savaşmış. Benim tahminim özel bir sorun yaşanmış. Trebizonde’de bir olaydan sonra Paşo’yla, Topal Osman’ın arası açılmış. Paşo, T.Osman’ı sevmiyor ve tavır alıyor. Koçgiri’de yolları yeniden kesişiyor. Bildiğim kadarıyla Paşo’da Osmanlı ordusu’nda subaymış. Aylık alıyormuş. Koçgiri harbinde osmanlı rütbelerini atıp, kürd milli tavrı alıyor, kürdler için çarpışıyor. Topal osman, Refahiye’de Paşo’nun varlığını duyunca geriye kaçmak istiyor. “Ben onunla savaşamam”diyor. Oğul, Laz Topal Osman’ı da, Arnavud Nurettin Paşası’da Angora (Ankara) hükümeti ve bu hükümetin başı Mustafa Kemal tarafından görevlendirildiler, silahlandırıldılar ve memleketimize gönderildiler. Bunlar emirlerindeki çetelerle, müfrezelerle hangi memlekete bastılarsa çaldılar, çıptılar, kan döktüler, yakıp, yıktılar, viraneye çevirdiler. Bunların televizyonlardaki yalanlarını dinledikçe elimde küfretmekten başka bir şey gelmiyor. Bu kadar mı yalan söylenir? Gerçekler bu kadar mı ters yüz edilir? Öldürme, gasp etme, yalan söyleme hüneri bunlara ait. Birinciliği kimse kapamaz. Yaşlandım. Olur ki ben ölürüm ve göremem ama sizler bu davanın peşini bırakmayın. Koçgiri’yi çarpışarak değil, masa başında kaleşçe yendiler, mahvettiler. Hesabı sorulmalı. Bize karşı savaşma kararı verenler, savaş kurallarına da uymadılar. Esir alınanlarımıza, sivillerimize yapılanları insanlık, hukuk kabul etmez. Biz özel günlerimiz, düğünlerimiz için Diyarbekir’e, Van’a gider sınırı aşar ve alış veriş yapardık. O bölgenin Kürdleriyle ilişkilerimiz çok iyiydi. Misafir edilir, ağırlanırdık. Paşalar bizleri karşı karşıya getirmek, birbirimize düşman yapmak için her yolu denediler, deniyorlar. Oğul, insanlarımız bize yapılanları gizliyorlar, çocuklarına anlatmıyorlar. Anlatmaya korkuyorlar. Çocukların intikam almaya yöneleceklerinden eminler. Geçmiş tümüyle gizli tutuluyor. Bizler gizli tutukça da hesap sorulmayacak ve aha bu televizyonda konuşan yalan makinaları da yalan üretmeye devam edecekler. Bu gün “Koçgirililer Türkmendirler. Kürdlerin içinde kalarak kürdçe öğrenmişler, kürdleşmişler.” diyenler, bizi süren, kıran devletin paşalarının bölgemizdeki tellalları, elleri, ayaklarıdırlar. Osmanlı ne yaptıysa bizi muhamedileştiremedi. Bu cümleleri kullananlarsa bizi özümüzden, köklerimizden koparıp türkleştirmek istiyorlar. Koçgirili, Kürd olduğu için sürüldü, soykırıma ugradı, işçi olarak dünyaya dağıtıldı. Benim çocuklarımın Almanya’da ne işleri vardı? Kendi devletimiz olsaydı, toprağımız, madenlerimiz, fabrikalarımız bütün soyumuzu doyurmaya yeter de artardı. Alman devletine çalışmak zorunda mı kalırdık? Yok, yok. Evlat hasretimi çekerdim? Yok oğul, yok. Kemah, Kemaliye, Ilıç beyleri var oldukça Mısto’nun evlatları daha bize çok şeyler yaparlar, çok acılar çektirirler. Koçgiri daha çok zulümler görür. Bu beyler Angora’nın bölgedeki dilleri, elleri, kollarıdırlar. Bunlar memleketten kovulmalılar, çıkarılmalılar. Koçgirililer Şerefxan’ın Şerefnamesini okusunlar. Köklerine doğru uzanacaklar. Türkmen olmadıklarını, öz be öz kürd olduklarını, dinsel olarak da kendilerine “Rojki, rojhebin, şemşıti, roparast” yani güneşe tapanlar dendiğini öğrenecekler. Herkesin yolu, adeti, töresi kendisine. Biz Koçgirililer ne Muhamediyiz, ne arap Muhamed bizim peygamberimiz, ne de arap Ali Pirimizdir. Bizim kutsadığımız insanlarımız dualarımızda yer alıyorlar. Bizim değer verdiğimiz insanlar kürddürler. Pirlerimiz kürddürler. Bizden olmayan bize pir, rehber olamaz ve içimizde de yer alamaz. İnancımızdan, yolumuzdan olmayanlarla evlilik yapmayız. Anası bizden olmayan çocuk, biz de kabul görmez. Mısaib sahibi olamaz. Mısaiblik törenine sadece yolumuzdan olanlar katılabilirler. Her erkek çocuğumuz mısaib sahibi olmak zorundadır. Mecburidir, şarttır. Kürd, arabı kutsallaştırmaz, arapdan yardım istemez. Bizim Xızır’ımız var. Xızır her yerde hazırdır. Dara düştüğümüzde Şahi Merdan’dan-yiğitlerin şahından yardım isteriz. Dualarımız tümüyle kendi dilimizle yapılır. Binlerce yıldır bu böyledir. Yönümüzü Arabistan’a değil, Güneş’e döneriz. Bundan dolayı Roperest-Güneşi kutsayanlar olarak adlandırılırız. Azeriler, diğerleri bize « Alavi » derler. Yani ateş alevini kutsayanlar. Ocaklarımızdaki ateş söndürülmez. Ismi türkçe Alevilik olan yol İslama dahil olsaydı, biz Muhamedi olsaydık niye ibadete başlamadan önce elimize alıp öpüp alnımıza dokundurduğumuz sazımız yasaklandı ? Niye sazlarımız kırıldı, yakıldı ? Niye ibadetimiz yasaklandı ? Farklıyızki yasaklanıyoruz. Bizim için ölülerimiz değerlidir. Ölülerimiz için var olan adetlerimiz Muhamedi inancına sahip olanlarda yoktur. Tümüyle Türk ve Muhamedilerden farklı olduğumuz için bizi yok etme emirleri verildi, veriliyor. Mustafa Kemal Aleviymiş de, ailesi Sivas’dan Selanik’e sürülmüşde ! Oğul bu devleti yönetenlerin en büyük özelliklerinden biri de sürekli yalan söyleme kabiliyetine sahip olmalarıdır. Çok rahat yalan söylüyorlar ve insanları hep yönetilmesi gereken sürüler yerine koyuyorlar. Kavallarının sesi hep yalan yayar. Bölgelere göre propağanda yapıyorlar. Kürd Aleviyi, roparasti Muhamedileştirmek türkleştirmek için dönemlere göre propağanda yapıyorlar. Sürekli yalan üretiyorlar. Mustafa Kemal, Selanik dönmesi. İnanç olarak da yolumuzdan değil. Yüz hatları, şekliyle tam bir balkan insanı ve kesinlikle Kürd değil. Diyelimki Alevi ve Kürd ! Peki bizler, bizler için sürekli ölüm, sürgün emirleri veren bu kişiyi nasıl kabul edebiliriz, yüceltebiliriz ? Sürgünlerimizi, 1921’i, 1937-38’i nasıl unutabiliriz ? Sadece bizi mi kırdı geçirdi. Müslümanlaşan kürdlere yaptıkları da ortada ! Ağrı’da, Muş’da, Van’da, Mardin’de, Bingöl’de, Hekkari’de askerlik yapanlar tanık olduklarını anlattıklarında aynı zulmün oralarda da yapıldığını anlıyorsun, dayanamıyorsun, dinleyemiyorsun. Erzincan’da, Koçgiri’de Muhamedileşmiş(sunni, şafii) kürdler de vardı. Bunlar Koçgiri kırımı sırasında Kürd milli tavrını aldılar. Bizlerle birlikte hareket ettiler. 1921 öncesi de aramızda hiç bir husumet yaşamazdık. Bu insanlarımız bazı nedenlerden dolayı Muhamedileşmiş olsalarda gelip bizim cemlerimizi-cıvatlarımızı izlerlerdi. Çok büyük haz da alırlardı. Oğul, 1940’larda Refahiye yeniden inşaa edildi. Çok sayıda yabancıyı getirip merkeze yerleştirdiler. Bunların dükkanları vardı. Biz Kürdler alışverişe topluca ve silahlı olarak gitmek, topluca kışlık ihtiyaçlarımızı satın almak zorundaydık. Niye mi ? Çünkü bizler bu kişilerin saldırılarına maruz kalıyorduk. Yaralanmalar, öldürmeler oldu. En yakın alış veriş yapılacak yer de burasıydı. Buraya yerleştirilenlerle hep problem yaşadık. Buraya yerleştirilenler ; « Kürdler geldiler » der ve bize satış yapmazlardı. Çok derin bir ayrımcılık vardı. Biz, gaz, şeker, tuz ihtiyacı için giderdik. Her esnafa da gidemezdik. Devlet, seçme adamları getirip yerleştirmişti. Bu seçme adamlar bizleri bizden tanıma gibi bir zahmete de katlanmıyorlardı. İyi komşu olma dertleri de yoktu. Devletin bakışıyla bize bakıyorlar, devletin diliyle bize yaklaşıyorlardı. Sürekli rahatsız ediyorlardı. Refahiye ilk kürd meclisinin açıldığı yerdi. İlk kez Kürd bayrağı Bekolara çekilmişti. Devlet de buna göre yabancıları getirip merkeze yerleştirdi. Getirdiklerini de bize karşı saldırıya hazır hale getirdiler. Geçmiş de Muhamedi ve Alevi inancında kürd varken bu gün konuşulan dil de, millet de bizden çok farklı. Kürdlerin merkezi, merkez konaklama yeri olduğu gibi kürd olmayanlara verildi ve gittikçe tutucu, bağnaz hale getirildi. Oğul Mustafa Kemal ve adamları Koçgiri’ye, Dêrsim’e askeri seferler düzenlerlerken sürekli şu kelimeleri kullandılar ; « temsil/dönderme, asimile etme, tenkil/cezalandırma, te’dip/hizaya getirme, taqtil/öldürme, tehcir/göçertme, temdin/medenileştirme, tasfiye-yok etme, etkisizleştirme. » Bu kelimelerin içlerini boş bırakmadılar. Bizleri kırdılar, sürdüler ve topraklarımıza da bize düşmanlaştırdıkları insanları getirip yerleştirdiler. Bizleri birbirimizle dövüştürmek, güçten düşürmek istediler. Başarılılarda. Bundan dolayı paramızla alış veriş yapamıyorduk, saldırılara maruz kalıp yaralanıyorduk, ölüyorduk. Sadece Refahiye merkez mi, Liç (Ilıç), Quruçay (Kuruçay) ve diğer yerlerde aynı durumdalar. Kürd hangi inançtan olursa olsun fark etmiyor. Bölge bölge yıllara göre yok etme proğramları hazırlayıp Kürdlere saldırdılar. Mustafa Kemal arkadaşlarıyla birlikte durmadı hep sürdü, kırdı. Katil, katiller benim yakınlarımda olsalar red etmem, açıklamam, yargılatmam, suçlarına göre cezalandırmam gerekir. Oğul bizim inancımıza göre insan kutsaldır. Masum-ı paklara dokunulamaz. Mısto ise bizim masum-ı paklarımızı, çocuklarımızı tekmeleten, anaların kucaklarından alıp yerlere fırlatan, kurda kuşa yediren bir paşadır. Mustafa Kemal’in Koçgiri-Dêrsimlilere karşı fazladan bir husumeti yoktuysa insan evlatlık bile almış olsa kendi çocuğunu katil yapabilir mi? Hiç mi pilot yoktu da kendi kızına toprağımızı, insanlarımızı bombalattı, boğdurtu, öldürtü. Kızını özel olarak görevlendirmesi Dêrsim toprağına, insanına, kadınına olan kinini, düşmanlığını ıspatlamaya yetmiyormu? Yetiyor da tabi ki anlayabilene. Mısto’yu kadın hakları savunucusu yaptılar. Ya bizimkiler insan, kadın değiller miydiler ? Sürgün yolunda, sürgün yerlerinde kadınlarımıza yapılanlar haksızlık değil miydi ? Koçgiri’de çetelerin, askerin ortasında el atılan, tümüyle soyulan, sırtına binilen, vucudu acımasızca ellenilen, aç bırakılan, her türlü işkence yapılan, öldürülen, kadın değil miydi ? Hangi cinsiyetti ? Kadındı, Kürd kadınıydı ! O Koçgiri kızı, gelini, kadını ki kendisini, onurunu korumak için Kızılırmaga atlamayı, boğulmayı tercih etti. Oğul hangi kadın hakları ? Kadının hakları verildi mi, alındı mı ? Askerin botlarının bastığı toprakta hak, hukuk mu kalır ? Hikaye anlatıyorlar. Saflar, inanmaya ihtiyacı olanlarda, isteyenlerde inanıyorlar. İşyerlerinde mecburen duvarlara asılan İsmet İnönü, Mustafa Kemal, Fevzi Çakmak posterleri bizleri kıranların, Koçgiri’de, Dêrsim’de kadınlarımızın onurlarıyla oynayanların, kadınlarımızı köleleştirenlerin, ibadetlerini yasaklayanların resimleri olarak anlatılmalı. » Dedem Temir hastalandığında öleceğini anlamıştı ve hasta yatağında sürekli “Beni evime götürün.”demişti. Koçgiri’de gömülmek istiyordu. Ben Almanya’daydım. İstanbul’daki yakınlarım ise onu Ferikköy mezarlığına gömdüler. İsteğini yerine getirip de toprağına kavuşturmadılar. Bu gün Pendik, Gölcük tersanelerinde çalıştırılanlar Haliç tersanesinden oralara gönderilen Koçgirililerdirler. Yakınlarımız şimdi bu tersanelerde çalışıyorlar. Amadun ise şimdi “Babaaslan” olarak isimlendirilmiş. Koçgiri köyünün durumu ise içler acısı; 1980 cuntasından sonra bölgeye olduğu gibi Koçgiri köyüne de cami yapıldı. İmam tayin edildi. Köye cami kurulmasına karar verenler T.C.Ordusu’nun en üst düzey subayları. Yani devlet politikası geregi cami yapıldı. Köy de Müslüman-Muhamedi var mı? Yok. Peki bu T.C.Ordusu laik ise, bütün dinlere eşit yaklaşıyorsa, benim köyüme köylümün karşı çıkmasına rağmen nasıl cami kuruyor ve imam tayin ediyor? O orduyu Turgut Özal, Recep Tayyip Erdoğgan yani Anavatan Partisi, Ak Parti kurmadı, yönlendirmedi. Alevileri Ak Partiye doğru saldırtmak istiyorlar. Müslümanlaştırma devlet politikası. Ak Parti ise göstermelik iktidar. Köy de 80 ev var. Yazları gurbette olanlar köye gidiyorlar. 120 haneye çıkıyor. Kışın 30-40 hane kalıyor. Köyün girişine büyük bir karakol kurulmuş. Teknik olarak donanımlı bir karakol. İnsan ısısına ayarlı termal kameralar, silahlar yerleştirilmiş. Köyü özleyip gelen insanımız çıkıp da köyün etrafında dolaşamıyorlar, kilise deresine inemiyorlar. İnsan ısısına yönelen makina otomatikman çalışıp, tarıyor. Özel eğitilmiş sadece asker elbisesi içinde olanlara saldırmayan 20 tane köpek karakolda bekletiliyor, besleniyor. 1 tanesi kaçmıştı. Ta Ankara’dan yardım istedilerki yakalayabilsinler. Köyün tepesine de “ Ne mutlu Türküm” yazısı yerleştirilmiş. Koçgiri köyüne ayak basan tam bir işgal durumuyla karşıkarşıya kalıyor. Askeri karakol, giriş çıkış kontrolları, sorgulamalar, cami, imam. Köye giriş, çıkış kontrol altında. “Kime, niye, kaç günlüğüne, kaç kişisiniz, ne yapacaksınız?” sorular bitmiyor. Köy de kimse caminin kapısını açmıyor. İmam maaşını alıp oturuyor. “Emekli olsam da gitmem, burada kalırım. Çok rahat bir yer.”diyor. Gerni köyünde Siso isminde bir zurnacı vardı. Siso bütün çevre tarafından tanınır, bilinir ve ben de kendisini çok severim. Yol da birileriyle karşılaşıyor. Kendisini zurnacı olarak düğüne davet ediyorlar. Düğün var dendiğinde Siso’nun aklı başında giderdi. 3 gün gün, üç gece zurna çalıyor. Düğün bitiyor. Damadın yakınları; “Siso sen buralarda ne arıyordun. Biz Gerniye gelip seni alacaktık.”sorusunu soruyorlar. Siso’nun annesi ölmüş. Diğer köylere hoca aramak için yola koyulmuş. Düğüne davet edildiğinde annesinin öldüğünü de unutuyor. Düğün sahipleri soru sorunca, “Ula....annem öldü. Ben hoca bulmak için yola çıkmıştım. Karşılaştık. Cenazeyi de unuttum.” diyor. Siso, Binali Salmandan bile daha iyi zurna çalardı. Köye gittim sordum, göremedim. Siso’da ölmüştü. İnsanlarımız Siso’yu zurnaya olan tutkusuyla anıyorlar. Biz de her şey bir tuhaf olmaya, değişmeye başladı. Hacının, hocanın izi bile yok. Gelen hoca sadece yasin suresini okur. Kimse bir şey de anlamaz. Ölü yakınları ağıtlarını yakarlar. Yasin suresi osmanlı baskılarının işaretidir. Mecburen kabul edilmiş. Osmanlı yasini okutmayı başardı, cumhuriyet ise cami yapmayı! Bu gün Koçgiri köyün de cami var! Kürd-Kürdistan bayrağı Beko’lar köyünde göge çekiliyor. Bu köyden geçince değişim de görülüyor. Geçmiş de evler yanyana yapılırdı. Şimdi herkes mülkünün içine yapıyor ve araya 100 - 150 metre mesafe konuyor. Bu durum içimi burktu. Koçgiri köyünde de aynısı yapılmaya başlandı. Bana göre Erzincan’da gerçek Erzincanlı kalmamış. Bayburtlu, Gümüşhaneli, Trabzonlu gelip yerleşmiş. İnsan tipleri, görünümler değişmiş. Bölge insanın da sadece yaşlılarda sakal olurdu. Erkek ve kadınlarda başlar da farklı bağlanırdı. Şimdi genci yaşlısı sakallı, başı takkeli, çarşaflı kişilerle karşılaşıyorsun. Bu durum ilçe merkezleri, Refahiye için de geçerli. Bazı erzincanlılar da Trebizonde’ye gitmişler. Avrupa’dan Erzincan’a gidenler Trebizonde havalanı yoluyla gidiyorlar. Daha rahat oluyor. Yakınlar gidip yolcuları havaalanında karşılıyorlar. Erzincan dinci, ırkçı, yoz bir şehir haline getirilmiş. Erzincanlı merkezdeki Kürd de korkusunda “Ben Aleviyim” diyor. Kürdüm diyemiyor. Alevilik senin inancın. Ya milletin? Köylerde de asker, karakollar var. İnsanlar rahatlıkla köylerine gidemiyorlar. Erzincan da il ve ilçe merkezlerinde çok sayıda yabancı yer almaya başlamış. Bu hayra yorulacak bir gelişme, durum değil! İsmet İnönü’nün « Şark Seyahati Raporu-1935 »nu okuyunca bu günkü gelişmeyi çok iyi anladım. Programlı bir yerleşme, yerleştirme. Kürdleri ise hep kaçırtma, uzaklaştırma. İnönü diyorki « Kürdistan’ın sınırı Ankara’ya dayanacak. » Dayanmasını engellemek için de ortamı hazırlayıp, Sivas’ın, Erzincan’ın kürdünü göçe mecbur ediyor, zorluyor. Kürd olmayanı yerleştirmeye başlıyor. Yerleşmeye teşvik ediyor. İnönü raporunda ne diyor ? « • Kürtlerin şehirlere yerleşmesi engellenmelidir. • Kürtlerin etkisini azaltmak için Karadenizden buraya muhacirler getirilmelidir. Örneğin Van’a yerleştirilen Karadenizli Türklerden söz ederek onların memnun edilmelerinin sağlanmasını ister. Böylece diğer muhacirlerin Kürt bölgelerine gelmeleri kolaylaştırılmalıdır. • Türk ve Kürt şehirleri olarak ayırdığı mıntıkalar ayrı şekillerde hizmet almalıdır. • Boşaltılmış olan Ermeni köylerine Kürtlerin yerleşmesi engellenmelidir. » Diğer şehirlerden Erzincan’a köy koruyucularını getirmişler. Fırat’ın öbür tarafına yerleştirmişler. Bunlar Mardinli, Diyarbakırlı, Urfalı kürdlerden oluşmaktalar. Köy koruyucularını Ulalar köyün de de halkın içine yerleştirmişler. O koruyucular devlete hizmet sunmaya devam ediyorlar. Yerli Kürd bu duruma tepkili ve rahatsız. Konuştumu şiddetle karşılaşıyor. Çanakkaleli adam daha sonra bizim köye kadar gelip dedemleri ziyaret ediyor ve kalıyor. Adam merak etmiş. « Yerlerine vardılar mı ? Sağlarmı ? » Benim babam İzmir Menemen’de askerlik yapmış. Çarşı iznine çıktığında arkadaşlarıyla birlikte bir kahveye gidiyor. Köşe de nargile içen bir adam babamı görüyor ve gözünü alamıyor. 15-20 dakika baktıktan sonra kalkıp babamlara doğru yürüyor ve oturmak için müsade istiyor. “Nerelisin?” diyor. Babam kendisine “Koçgiriliyim”diyince ağlamaya başlıyor ve “Kalk birlikte gideceğiz.”diyerek omuzuna dokunuyor. Gidip babamın subayıyla görüşüyor. Subaya, “Bu benim akrabam. Kendisine ev izni vereceksiniz ve gelip yanımda kalacak” cümleleriyle istemini açıklıyor. İşlemleri yaptırdıktan sonra babam iki kez kendisinin evine gidiyor. O Koçgirili orada yerli dul ve zengin bir bayanla evlenmiş. Babam üçüncü kez gidişin de O bayan babama “Bir daha gelme. Öyle biri yok.”diyor. Adam ise babama “Ben senin akrabanım. Amcan sayılırım.”demiş. Babam bize, “O Koçgirili nasıl, neden dolayı oradaydı? Konuşamadık ama ben onun da Koçgiri’den oraya sürgün edilenlerden biri olduğuna emin oldum. Kadın bizim görüşmemizi, konuşmamızı, o akrabamızın geçmişiyle, yakınlarıyla ilişki kurmasını istemedi. Görüşmemizi engelledi. İstemediği için ben de bir daha evlerine gidemedim.”dedi. Dedem Koçgiri-Dêrsim der ağlardı. Anam ise şimdi dağlardaki gençlerimizi televizyonlarda gösretilen yaralıları, ölüleri görünce, izleyince ağlıyor. Kürdün gözyaşı biteceğe benzemiyor. Dedem haber saatlerinde sandalyesini çeker salonun ortasına oturur ve dinlemeye başlardı. Mısto ile ilgili cümleler geçmeye başlayınca da “Bıktım bu yalanlardan.” diyerek küfretmeye başlardı. “Kapatın şunu”diyerek sesini yükseltirdi. Dedem Mıstoyu ele geçirse, tek başına onu kürd milletine yönelik işlediği suçlardan dolayı cezalandıracak güce, öfkeye sahipti. Biz küçükken bu tepkisi dikkatimizi çekerdi. Niye küfrediyor ki? Sorusunu kendimize sorardık. O da konuşmazdı. Ben kendim büyüdüğüm Okmeydanın da Estanbol’a sürülenlerden 40-50 kişiyi tanıdım. Bu insanlar korkudan dolayı kendilerini ifade edemiyorlar ama hepsi de Koçgiri’liydiler. Bu devleti yönetenler büyükbabayı, babayı ve oğulu o tersane de tutup kendisi için çalıştırıyor. Halen çalışıyorlar. Biz sürgün edilen dedelerin, ninelerin torunlarına gelince; Prusa’a (Bursa) sürgün edilenlerden bir ailenin oğlu ilimler akademisini okudu. Rızgari hareketini kuran ve yargılananlardan biri. Biz Haliç’de mecburi çalışmaya tabi tutulan dedelerin torunları ise Dev-Sol, Dev-Yol, MLSPB, Partizan adlı türk sol hareketlerinde yer aldık. Özelliklerimiz; son derece atik, gözü kara, korkusuz, adalet arayıcıları, öfkeli, tepkili gençlerdik. Çok yürekten, inanarak, bütün benliğimizle katılarak türk sol hareketleri içinde yer aldık. Dedem bizi izlerdi. Bana, “ Oğul, oğul diğer milletlerin çocuklarıyla birlikte örgütlenin. Biz zaten belliyiz. Lazı, Çerkezi, Gürcüsü, Arabı, Arnavutu, Boşnağı da bu devleti tanısın. Zaten bizler sürüle, sürüle, kırıla kırıla mahvedildik. Bari yalnız kalmayalım. Birlikde bu zalim sisteme karşı duralım. Siz lazı çerkezi, türkü öldürürseniz onların aileleri bizlere düşman olacaklar. O milletlerin çocuklarıyla birlikte hareket edin. Bu devlet o çocukları da öldürür. Aileler ise bu devlete düşman olurlar, bize değil.” 1968 kuşağından itibaren türk sol hareketlerinde yer aldığımız için sürekli ev, sokak infazlarıyla öldürülmeye, yarğılanmaya, zindanlarda yatmaya, ölüm oruçlarında eritilmeye, yeni sürgünlerde yaşamaya başladık. Yakınım olan Paşa Güven korkusuz, gözüpek bir Koçgiriliydi. Öldürüldü. Kendisi konuşamadığı için peşisıra bir yığın iftira yapıldı. Biz sürülenlerin çocukları, torunları sürgün edildiğimiz yerlerde sorunlar, sıkıntılar içinde büyüdük, şekillendik. Ben kendi yaşadıklarımdan bahsedeyim. Okmeydanı Örnektepe’de oturuyorduk. Çocuğuz. Yolumuz kesiliyor. O bölge de oturanların çok büyük bölümü Karadenizlidirler ve müslümanlaştırılmışlar. Çoğu kendi aralarında kendi anadillerini konuşurlardı. Tabi ki Ermenisi, Rumu, Lazı. Kendilerini gizlerlerdi. Biz hepsinin, onların Laz olduklarını sanırdık. Tabi ki konuştukları dilleri de anlamazdık. Rumu, Ermenisi de lazmış görünümü sunardı. Bunların çoğu 1945 lerden sonra islamın şartlarını benimsemek ve ona göre yaşamak zorunda kalmışlardı. İstekle yapılan bir tercih, seçenek değildi. Onlarda kendilerini gizliyorlardı. Sistem insanları maskeli hale getiriyor. Karadenizliler bizim Kürd olduğumuzu biliyorlardı. Muhamedi olmadığımızı da fark etmişlerdi. Farklı olduğumuz apaçık belliydi. Biz kendimizi gizlemiyorduk. Çocuğuz, okula gidiyoruz, birden yolumuz kesiliyor. Aynı sırada oturduğun, birlikte oynadığın çocuk yolunu kesip, sana dikleniyor. Tek başına değil, 4-5 kişi birden geliyor. “Müslüman mısın, gavur musun?” Ben kendi mahallemde bu sorulara cevap vermedim. Hep kavga ettim. Dövdüm, dövüldüm. Yolumu kesenleri tek tek yakaladığımda da döver ve yolumu kesme nedeninin öğrenmeye çalışırdım, Yakaladığımı da konuştururdum. Yakaladığım isim vermeye başlardı. “Falan kişi bana para, şeker verdi ve sana bu soruyu sormamı istedi.” Bu aileler, çocuklar belki de daha yeni Pontos’dan, Lazistan’dan gelmişlerdi. Kendileri de bizim gibi yabancıydılar ve bu gece kondu semtinde yaşama tutunmaya çalışıyorlardı. Bizim büyüklerimiz yıllar önce oraya yerleşmiş, yerleştirilmiş olmalarına rağmen Pontos’dan, Lazistan’dan gelenler bizi yabancı olarak görüyorlardı. Doğru Stanbol’un yerlisi değil, yabancıydık. Ama onlardan yıllar önce oralarda oturmaya başlamıştık. Benim yaşadıklarım sadece Okmeydanı Örnektepe ile sınırlı değildi. Fizigimizden kürdlüğümüz açıkça belliydi. Komşu ailelerin çocuklarıyla diğer semtlere gittiğimizde de yolumuz kesilirdi. O semtlerde de aynı sözleri duyuyorduk. “Müslüman mısın, gavur musun?” Ben bunun bir devlet politikası olduğunu, farklı olanı sürekli rahatsız ederek kendisini gizlemeye, yalan söylemeye, taklitçi olmaya, süreç içinde de devletin dilini, dinini benimsemeye doğru iteklediklerini yıllar sonra anladım. Farklı mısın? Hep rahatsız edilirsin, bıktırılırsın, dönmeye zorlanırsın! Para karşılığı ya da kışkırtma sonucu bana bu soruyu soran çocuklar, diğer sokaklarda da aynı sorularla karşılaştığımı görünce beni korumaya çalışıyorlardı. “Ne olursun kızma. Şöyle şöyle konuş.” diyerek, ne demem gerektiğini bana öğretmeye çalışıyorlardı. Bu arkadaşlarımın hepsi sağlar. Geçmişe tanıklık yapabilecek durumdalar. “Gavur musun, müslüman mısın?” Ben ise yaşıtlarımın bana öğrettikleri şekilde cevap verirdim ve elhamdülillah Müslüman ım derdim. Bu cevap da yetmiyordu. “Ne zamandan beri?” Galubeladan beri. “Müslümanlığın şartları nelerdir?” Sorular peş peşe gelirdi. Ben “galubela”nın ne anlama geldigini de bilmezdim ve halen de bilmiyorum. Stenbol’un kenar semtinde böyle bir çocukluk geçirdim. Bizi hep eğmeye, bükmeye çalıştılar. Dimdik yükselmemizi, boy vermemizi engellemek için herşeyi yaptılar. Bize vurulan aşılar da farklıydı. O aşılar derimizde çok geniş izler bırakırlardı. Bizler asker olduğumuz da, vucudumuzu kontrol edenler ilk kontrollardan itibaren bu geniş izlerden dolayı kimliğimizi anlarlardı. Ona göre muameleye tabi tutulurduk. Devleti yönetenler ne yaptıklarını biliyorlardı da biz farkında değildik. Büyüdük ve tepkilerimizle, özlemlerimizle türk sol hareketlerinde nefer olduk. O sol hareketlerde bizi tümüyle bütün kimliklerimize yabancılaştırdılar. Ben şimdi kendi dilimi konuşamıyorum. Büyük bir yabancılaşma yaşadık. Kürdü zalimin çizmelerinin altında çıkarıp alma, Kürdistan’da devrim yapma yerine, Türkiye’de devrim yapmayı hedefledik. Yaş altmışı geçtikten sonra bir çok şeyi fark edebildim. Dedemin tepkilerini şimdi çok iyi anlıyorum.” Askeri imparatorluk ve askeri cumhuriyetin yöneticilerinin sürekli seferler düzenledikleri Koçgiri bölgesi ve aralıksız hırpaladıkları Koçgiri aşireti mensuplarının geçmişine göz atmak gerekiyor. Koçgiri Aşiretinin Erzincan-Gercanıs (Refahiye) ilçesinde yerleştiği ve adını vermiş olduğu Koçgiri köyü 1516 dan itibaren 454 yıllık süreç de bu adı taşır. 1970 de Gümüşakar bucağı olarak T.C. idari yapısına yerleştirilir. Koçgiri aşireti ve Koçgiri’de kronoloji ye gelince, 1776’dan 1921’e kadar olan süreç için de tespit edebildiğim bilgiler; Koçgiri’de kronoloji 1776; Karahisar-ı Şarki sancağında Tamzara mukataası dahilindeki Karagöl, Kösedağı, Kızıldağ yaylaklarında yaylananlardan ev başına bir okka yağ ve bir kuruş yaylak resmi alınması şuruttan iken bazı köyler yaylaklarını eda etmediklerinden kanun üzere alınması 1830; Şarkı Karahisar, Sivas sancaklarında ve Meadin-i Hümayun’a merbut Kemah ile diğer iki kaza arasında sakin Koçgiri Kürdlerinin yağma ve sirkatleri (hırsızlık) hakkında tedbir ittihazına dair. Koçgiri Kürdlerinin şekavet (haydutluk, yol kesicilik) ve tecavüzlerine dair Sivas Mütesellimi Seyyid İbrahim Said mühriyle Trabzon Valisi Osman Paşa’ya. Koçgirili Kürd eşkiyasının tecavüzat-ı vakıalarının esbab-ı indifaı istihsal olunduğuna dair Sivas Mütesellimi Kapıcıbaşı Seyyid Ağa’dan Sadaret’e.a.g.y.tt 1848; Dêrsim havalisinde Mazgird kazasıyla Kuzucan(kaxican-kozican) nahiyesi ve Koçgiri Aşireti kürdlerinden şekavet ile meluf olanların (haydutluğu alışkanlık haline getirmiş olanların) aileleriyle Rumeli (yönüne) canibine defleri(savrulmaları, itilmeleri) haklarında istilamı havi tastir buyrulan tahrirat-ı samiyeye cevaben Anadolu Ordu-yu hümayunu müşiri hazretlerinin varid olan tahriratı üzerine Meclis-i Vala’dan yazılan mazbatanın arzını şamil tezkire-i samiye. Koçgiri Aşireti’nden olup, aşiretiyle birlikte Karahisar-ı Şarki’ye iltihak eden Kapımahmudlu Mustafa Ağa’ya şimdilik idari bakımdan bir müdahale olmamasına dair Trabzon ve Sivas valiliklerine (tezkere) şukka. 1850; Koçgiri aşireti ile meskun Akşehirâbâd ve Yakacık kazlarındaki Çeneb Bölgesi’ne yapılan müdâhalenin men’i talebine ve teferruatına dair Trabzon Valisi’ne yazı. Koçgiri aşireti ileri gelenlerinden Başo Bey oğlu Deyab ile Sivas ahalisi arasında vukua gelen münazaa konusunda mahzar ve kadı sicili sureti. Aşiretler arasındaki anlaşmazlığın giderilmesi hakkında Koçgiri meclis azalarının yazdıkları mazbata. 1851; Karahisar-ı Şarki’ye tabi Çit nahiyesi’ne müdür tayini. Koçgiri ve Kuzucan (Kaxican-Kozican) kazaları nainliğinin Kürdistan kadısı tarafından idare edilmesi. 1852; Uygunsuz hareketlerde bulunan Koçgiri Aşireti’nin ıslah (düzeltilmesi) edilmesi. 1853; Sivas havalisindeki Koçgiri Aşireti eşkiyasının te’dib (başkalarına ders olacak şekil de cezalandırma-terbiye etme) ve terbiyesi için gereğinin yapılması. Kaza müdürlüğüne yerliden birinin tayin edilmesi isteğinin tahkiki. Koçgiri Aşireti’nin ıslahıyla (yola getirme anlamında) meşgul olunduğundan eyalet işlerinin görülmesi için bir kaymakam tayini. Koçgiri Aşireti’nin ıslahatı ve nüfus sayımı için memur ve muhtar tayini. Koçgiri Aşireti’nin bazı kaza ahalilerine yaptığı zulmün önlenmesi için Sivas’a ilhak (katma-karıştırma) olunarak başlarına müdür tayin edilmesi. Sivas’da kaza ahalilerine zulüm eden Koçgiri Aşireti’nin tedibi (terbiye edilmesi) için gönderilen askerlerin kış nedeniyle Sivas’a celblerinin (getirilmelerinin) sakıncalı olduğu. Koçgiri Aşireti’nin tedib ve terbiyesi hakkında Anadolu ordusu müşirinden gelen tahriratın(resmi mektubun) gönderildiği. Koçgiri Aşireti’nin tedibi ve ıslahı için gönderilecek zabtiyelerin(jandarmaların) masraflarının tesviyesi. Koçgiri kazasında bulunan eşkiyanın defedilmesi. Koçgiri aşiretinin yaptığı uygunsuzluklara binaen tedibi. Koçgiri Aşiretinin bir kısmının inzibat altına alındığı gibi Kuzican(Kaxican) kazası taraflarında olanların da taahüde rabtıyla aşiretin tamamının inkıyat ve inzibata alınması. Sivas eyaletinde bulunan Koçgiri Aşireti’nin ne suretle ıslah ve temin kılındığı beyanın havi malmüdüründen gelen tahriratın padişaha arz edildiğinden takdir ve memnuniyet ifade ettiği. Koçgiri aşiretinden olan bakayanın tahsili için gerekli defterin tanzim edilip gönderilmesi ve sandık emininin Sivas’a izamıyla sözkonusu bakayanın süratle tahsil edilmesi. Koçgiri Aşireti nin ıslah ve temini dolayısıyla Sivas valisi Hamdi Paşa ya tebrik. Koçgiri Aşireti’nin tefrik ve ıslahından dolayı takdim edilen evrakın göndrildiği.a.g.y.tt Koçgiri Aşireti’nin itaat altına alındığı. Sivas eyaletinde Koçgiri Aşireti’nin ıslah olunduğu. 1854; Koçgiri aşireti’nin yapmış oldukları eşkiyalıklarının önlenmesi için alınan tedbirler. Adı geçen aşiret mensuplarının bulundukları yerlerden idaresiyle vergilerinin dahi aynı mahalelerden tahsili 1855; Dêrsim sancağı idaresinde bulunan Koçgiri Aşireti’nden olup Sivas’da bulunan fırkanın Dêrsim’e ilhakıyla.. 1856; Koçgiri kazası Aşireti’nin itaat altına alıması ve emval-i miriyenin tahsili için gayret gösterileceği. Dêrsim’deki Koçgiri Aşireti eşkiyasının tenkili (uzaklaştırma, örnek olacak ceza verme) için alınacak tedbirlerin bildirilmesi. Dêrsim ve bağlı kazaların aşarının (üründen alınan vergi) ihale veya emanet usulü ile tahsili. Dêrsim sancağı kaymakamlığındaki Kuruçay ve Koçgiri kazalarındaki piyade neferlerinin maaş ve tayinat miktarını mübeyyin defter. 1857; Sivas’da Koçgiri aşiretinin itaat(kontrol) altına alınması. Sivas ilinde asayişi bozan ve isyan halinde bulunan Koçgiri Aşiretini tedib (örnek olacak cezalandırma) için üzerlerine Anadolu Ordusu’ndan asker sevki. Koçgiri Aşireti’nin ıslahatından dolayı gelen evrakın takdimi. Kuruçay, Kemah, Gercanıs, Divriği, Çemişgezeg ve Eğin kazaları ahalisine zarar veren Dêrsim ve Koçgiri Kürd eşkiyasına mani olunması. Dêrsim sancağındaki Koçgiri Aşireti eşkiyasının zulüm ve taşkınlıklarının izalesine çalışılacağı. İsyandan vazgeçip itaat eden Koçgiri Aşireti’ne tayin kılınan zabitan(poils, jandarma) ve rüesaya (reis-başkan) verilen talimat. Dêrsim sancağına bağlı Kemah, Gercanis, Kuruçay, Koçgiri, Çarsancak, Ovacık ve Mazgird kazalarındaki tüm memurların maaşları ile müteferrik masrafların miktarını mübeyyin defter. (2 ek) Sivas havalisinde bulunan Koçgiri Aşireti’nin yaptığı ziyankarlıkların(zarar) sona erdirilerek bu aşiretin reisi Rûbab-Rêbab’ın Rusçuk’a sürülmesi. Koçgiri Aşireti reisi şaki Rûbab’ın muhakemesinden sonra Rusçuk’a sürgüne ve aşiretinden alınacak askerlerin Dersaadet’e (Konstantinopl) gönderilmesi. Koçgiri Aşireti’nin on yıllık vergi kaçaklarının tahsil edileceği. Koçgiri Aşireti aşkiyasının zulüm ve tasallütundan (rahatsız edilmeden) kurtarılmalarını istida eden Sivas ahalisinin istekleri. Koçgiri Aşireti eşkiyasının ıslahı dolayısıyla gönderilen teşekkürü havi yazıya cevaben İsmail Paşa tarafından gönderilen tahrirat ile diğer evrakların irsali. Edirne’de ikamete memur Zerıki Beylerinden Said Bey’e maaş tahsisi. 1858; Koçgiri Aşireti’nin Sivas’a bağlı bir kaymakamlık haline getirilmesi sebebiyle dahil edilecek kazalarının nüfus ve vergilerinin tesbiti, bakayanın tahsili. Koçgiri Aşireti’nden olup yakalanan eşkiyanın cezalandırılması. Koçgiri aşireti reisinin Rusçuk’a sürülmesi, diğer eşkiyanın da yakalanması ve aşiret bakayasının tahsil olunması. Koçgiri kazasının varidat-ı öşrü (gelir vergisi) ile ağnam rüsumunun (küçükbaş hayvan vergisinin) talibine ihalesine dair. Koçgiri Aşireti’nin Dêrsim ve Karahisar-ı Şarki’den ayrılarak ayrı bir kaymakamlık şeklinde Sivas’a ilhakı. Meclis azalarının seçimi. Buraya tayin edilecek memurların maaşlarının tesviyesi. Müterakim bakayalarının tahsili. Sivas Meclis-i Kebiri Azası Abdi Efendi’nin Koçgiri Aşireti’ne kaymakam olarak tayinliği. 1) Sivas’ta yeniden teşkiline izin verilen Koçgiri Kaymakamlığı’na ilhak olunan kazalardan asayişin temin edildiği. 2) Zeylli (ek) bir kanunname gönderilmesi talebi. Koçgiri aşiretinin ıslahı (yoluna koyma), Abdi Efendi’nin kaymakam tayini ve bazı kişilerin tedibi. 1859; Koçgiri Aşireti kaymakamlığı hususu ve Sivas vilayetine tahrirat tastiri. Kuruçay kazasının Koçgiri Kaymakamlığı’na ilhakıyla Mustafa Ağa’nın müdür tayin edilmesi. Koçgiri kazası Dêrsim’den ayrılarak Sivas’a bağlandığı için Gercanis’in .... 1860; Anadolu Ordusu Hazinesi’nin Koçgiri Aşiret ahalisi zimmetinde olan alacaklarını tahsili. Aşiretleri tahrik ettiği iddiasıyla Sivas’a getirilip muhakeme edilen meşhur eşkiyadan Koçgiri’ye tabi Çit kazasından Kapumahmutlu Kasım’ın suçu sabit olmadığından gerekli tenbihatın yapıla mahalline iadesi. Mültezim’den Kemahlı Mehmed Receb Ağa’nın, Koçgiri Kazası Varidat-ı Öşriyyesi’ni(gelir vergisini) tahsiline Aşiret Boybeyleri tarafından vukubulan müdahalenin men’i. Koçgiri sancağı Âşâr bedelinden bazı mühim işlere karşılık olmak üzere Maliye Hazinesi’ne gönderilmesi emr olunan meblağın küsur kalanından acilen tahsil ve irsali. 1861; Koçgiri Kaymakamlığı tevcihinden (oluşturulmasından) dolayı teşekkür. Müteveffa(ölü) eşkiya (Rûbab-Rêbab’ın Pederviranı karyesinde kızlarına ...... Sivas ve Dêrsim’deki Koçgiri Aşireti’nin öşür vergileri konusunda çıkan anlaşmazlığın giderilmesi. Koçgiri sancağı öşür vergisinin tahsili ve irsali. Geçen seneye ait Gümüşhane ve Koçgiri sancakları öşür vergisinin (üründen alınan vergi) hazineye gönderilmesi. 1) Koçgiri sancağı Kürd aşiretlerinin devletin varidatını(gelirini) toplamasına mani olmaları ve yolculara verdikleri zararın önlenmesi. 2) Koçgiri kaymakamlığı Sivas eyaletine bağlı olduğundan, kaymakamın herhangi bir meseleyi Sivas Mutasarrıflığı’na haber vermesi. Koçgiri aşiretinden olup Dersaadet’e (Konstantinopl-Estanbol) vazı kürek (kürek cezasına çarptırılanlardan) alanlardan tahliyesi istenenlerin cezalarını tamamlamadan serbest bırakılmalarının uygun olmadığı. Habeş kazasında gizlenen nüfusun ortaya çıkarılmasına engel olan Hristiyan ahalinin müdahalesinin men’i. Koçgiri sancağında Hebeş kazasında ortaya çıkarılan gizli cemiyet kurucularının ifadelerinin irsali ve muhakeme edilmeleri. 1862; Sivas ile beraber Koçgiri ve Dêrsim sancakları ürün vergisinin Galata bankerlerinden borçlarının mabaliğe karşılık havale verilen akçenin tesviye edilebilmeleri için bu livaların mahalli mültezimlerinin bakaya alacaklarının tahsili. Galata bankerlerinden alınan meblağa karşılık olarak Sivas, Koçgiri, Dêrsim Sancakları ürün vergisinin tahsili. Koçgiri’deki eşkiyanın defi için kapıserdarı ile süvari istihdam edilmesinin gerekli olup olmadığının tahkik edilerek bildirilmesi. Arazi hakkındaki usulün ne şeklide uygulandığına dair Koçgiri Meclisi’nden gelen mazbatanın gönderilmesi. Koçgiri Kaymakamlığı’nın merkezi olan Zara kasabasında bir pazar kurulması hakkında Koçgiri Meclisi’nden gelen mazbatanın gönderildiği. 1863; Sivas ve Dêrsim’deki Koçgiri Aşireti’nin öşür vergileri (üründen alınan vergi) konusunda çıkan anlaşmazlığın giderilmesi. 1865; Zerıki Memlehası (tuzla) mahsulatından elde edilen paranın bir kısmının nizamiye maaşlarına geri kalanın da Rusumat Emaneti’ne teslimi. 1866; Koçgiri sancağıyla sair mahallelerden terk ve teberru(bagış) olunan kaimeye (buyruk) dair. Sivas eyaleti dahilinde Koçgiri sancağı kazalarının varidat-ı öşriesine(gelir vergisine) dair. Koçgiri sancağına tabi Karabel kazasında bulunan Hamu (Hami) memlehasına (tuzla) dair. Cibal ıslahatı (dağların iyileştirilmesi-ıslahı) için Ali Arslan Paşa maiyyetinde Sivas’a gelmiş olan askerin masraflarının karşılanması. Arslan Paşa’nın maiyyetiyle birlikde Sivas’a gelen askerler için tayin bedeli olarak Koçgiri emvalinden ellibin kuruş verilmesi. 1874; Sivas–Erzincan telgraf hattının Koçgiri kazasının merkezi olan Zara kasabasına bağlanıp oraya bir makina konulması. 1878; Kanun-ı Esasinin (anayasanın) ilanı nedeniyle Koçgiri kazası idare meclisinin teşekkür mazbatası. 1884; Sivas’da Koçgiri Aşireti’nin isimleri ve eşkali (şekil-biçimleri) ve evsafiyle (nitelikleriyle) yaşları beyan olunan yabancı reayanın (halkın) mürettep cizyelerine (sıralanmış vergi) ait nüfus tahrir(kayıt) defteridir.a.g.y.tt 1889; Koçgiri kazasına bağlı Çit nahiyesi ahalisinin Alişan Bey hakındaki şikayetinin araştırılıp gerekenin yapılması. Koçgiri’ye tabi Çit nahiyesi ahalisinden Alişan Bey’in kanunsuz hareketlerde bulunduğuna dair mezkur nahiye ahalisinden Süleyman ve Reşid imzalarıyla gönderilen arzuhaller üzerine tahkikat ve gereğinin ifası. Muhbir Mustafa oğlu Kasım Süleyman ve Abdülaziz’in Çit nahiyesinde bulunan Ümeray-ı Ekraddan (kürdlerden fermanlı subay) Kapu Mahmudluzade Musip(Mısaib) Ağa hakkındaki şikayetlerinin tahkiki ve gerekenin yapılması. Kıtlıktan dolayı Koçgiri kazası Çit nahiyesi ahalisinin zahire yardımı talebinin değerlendirilip gerekenin yapılması. 1890; Kanunsuz hal ve harekatı dolayısıyla şikayet edilen Koçgirili Musip(Mısaib) Ağa hakkında başlatılan tahkikat sonucunda Koçgiri kazasında açığa çıkartılan nüfus-ı mektume (saklı, gizli nüfus) ve sorumluları ile ilgili olarak yasal işlem yapılmak için öncelikle gereken künye-i mükemmeleleri ve sair malumat bildirilmek üzere bu meyandaki evrakın gönderildiği. 1893; Kuruçay, Dêrsim ve Koçgiri’deki köylerin ahalisinden firarilerin yakalanması için kaymakamlıklara gereken durumun bildirildiği. 1894; Sivas’ın Koçgir kazası ahalisinin ihtiyaç duyduğu zahirenin alınarak bedelinin ödenmesi. Sivas, Yıldızeli ve Tenos kazalarında tohumluk zahire isteyen köylülerin zahire borçları ve borçlu köy adedinin sorulduğu. Sivas vilayetine bağlı Koçgiri ve Tenos kazaları ve Kangal nahiyesinin ; kuraklık ve semavi (göksel, tanrısal) afetler nedeniyle daha mevsimin başındayken yemeklik ve tohumluk sıkıntısına düştüğü. Tenos kazası aşarından mevcud zahirenin gelecek harmanda aynen alınmak üzere ihtiyaç sahiplerine verilmesi için valiliğe ruhsat verilmesi. Koçgiri kazası ahalisinin ileride ödemeleri şartıyla talep ettikleri tohumluk zahirenin tavizan verilmesi. 1895; Koçgiri kazasındaki muhtaç halkın hicretleri (göçme) sebebine dair. Koçgiri kazasına zaruretten dolayı zahire(tahıl) verilmesi üzerine ; Divrigi, Hafik ve Sivas kazalarının bazı nahiyelerine de ihtiyaçlarına binaen zahire verilmesi talebi hususunda gereğinin yapılması. Koçgiri kazasında humma hastalığının ortaya çıkması üzerine tabib gönderilmesi isteği üzerine belediye teşkilatı olmayan kazlarda başka bir karşılık bulunarak tabib istihdam gereğinin Sivas Vilayeti’ne bildirilmesi. Yer kalmaması sebebiyle yenilenmesi gereken Koçgiri kazası ve mülhakatının nüfus defterlerinin tebyiz ve tebdilinde dikkat edilecek husular. 1896; Koçgiri kazası aşar memurları hakkındaki şikayetlerin tahkiki. 1897; Sivas dahilindeki karışıklığın önlenmesi için bazı kaza kaymakamlarının değiştirildiği. 1898; Koçgiri kazası köylerinin mektebleriyle alakalı müfettiş Seyyid Abdurrahman Hilmi’nin hazırladığı rapor. 1902; Koçgiri kazasına tabi Kandil ve Karakaya köylerinin Kuruçay kazasına ilhakı. 1905; Sivas, Amasya, Koçgiri, sancaklarıyla Dêrsim sancağı kazalarından Kuruçay, Kemah, Gercanis, ve Çarsancak aşar müteahhid Misakoğlu Vartines’in.......... 1906; Koçgiri kazası Karacaviran nahiyesi Hamidiye Mektebi Muallimi Abdülvehhab Efendi’nin azledilerek yerine Mustafa Efendi’nin tayini ile diğer muallimlerin tayini. Koçgiri kazasına bağlı Karakaya ve Divriği kazasına bağlı Ağıldere köylerinin mezkur kazalardan irtibatının kesilerek daha yakın ve münasip mevkilerinden dolayı Erzurum vilayetinin Kuruçay kazasına bağlanarak (katıldığı)ilhak edildiği. 1911; Mahalli hükümetçe hanelerini inşa etmek üzere kendilerine tahsis edilen araziye Alişan Bey ve avenesinin (yardımcılarının) müdahale ettiğinden ve çıkan kavgadan bahisle Koçgiri kazasına tabi Hamidabad (Maciran-Çit) nahiyesine bağlı Gelan karyesi ......... Sivas’ın Koçgiri kazasının Boğazviran (Boxazwêran) karyesinde sakin Beydağlı Alişan Bey’in, Kuruçay kazasına tabi Çekmurt karyesi..... Koçgiri sancağındaki nüfus ve hane miktarı ile ürün vergisini, koyun, keçi vergisini gösterir yazı. 1912; Koçgiri kazasına bağlı Hamidâbâd nahiyesinin isminin Ümraniye olarak değiştirilmesi. 1920; Dêrsim ile Koçgiri halkının tuz ihtiyaçlarını karşıladıkları Kemah kazası tuzlalarının hükümet tarafından idaresi ve zahire mukabilinde tuz verilmesi hakkında İdare-i Umumiye-i Dahiliye Müdüriyeti’nden (Genel Müdürlük İç Müdüriyeti) Erzincan Mutasarrıflığı’na çekilen telgraf. 1921; Dêrsim kürdlerinin vilayet dahilindeki tecavüzlerine son verildiği. Koçgiri’de stratejik köyler kurulması-muhacirler 1861; 1) Sivas’ın Uzunyayla mahallinde muhacirin iskanı ve bu muhacirlere eşkiya-yı aşayirin sarkıntılıklarının men’i için alınacak tedbirler. 2) Koçgiri Kaymakamı Abdi Efendi’nin rüşvet ve cerime olması hakkında tahkikat için Meclis-i Vala Mektubi Odası Mümeyizi Hadi Efendi’nin tayini Sivas’ta Mesudiye adında kaza teşeküllü. 3) Muhacirin iskanıyla ilgilenerek ferik tayini. 4) Uzunyayla’ya muvazzaf asker sevki ve ikamesi. 5) Uzunyayla’da turuk ve meabirin set ve bend olunması. 1865; Koçgiri’ye gönderilmek üzere olan muhacirlerin sevk ve irsaline dair. 1866; Koçgiri’nin Beydağı kazasında iskan olunan muhacirlere yapılan hanelerin ahali tarafından (bağışlandığı)teberru edildiği. 500 çeçen hanesinin Sivas Eyaleti’ne iskanı. Sivas’ın Koçgiri sancağında bulunan muhacirlerin ihtiyacı olan evlerin ve ziraat için gerekli olan tohumluk zahire bedelinin ahali tarafından karşılanmasından dolayı memnun kalındığı ve bu olumlu teşebbüsün neşriyat yoluyla ilan edilmesi. 1867; Sivas ve Koçgiri sancaklarından hicret (göç) eden gayr-i müslimlere ait arazilerin nizamına uygun olarak müzayedeyle satılıp gerekli işlemlerin tamamlanması. 1889; Koçgiri kazası Kemrez karyesi yakınında Yaluda nam mahalde yerli ahalinin tapulu arazilerine kars muhacirlerinin iskan ettirildiği, kaymakam vekili Şevki bey karslı olduğundan dolayı onlara müsamaha gösterdiği beyanı üzerine tahkikat icrası. 1891; Koçgiri kazasının Gemriz karyesi ahalisinin arazilerine muhacir iskanı hususundaki şikayetlerin incelenmesi. 1892; Koçgiri nahiyesine tabi Gemeriz karyesi ahalisinin mutasarrıf olduğu araziye Batum muhacirleri iskan edilerek ahalinin mağdur edildiği hususunda tahkikat yapılması. Kars muhacirlerinin yerleştiği Koçgiri kazasının Kurucaabad nahiyesinde hükümetin kendilerine tapuyla verdiği boş araziye yapılan müdahalelerin engellenmesi talebi. 1894; Koçgiri kazasında iskan edilen göçmenlerin yerleştirilmeleri konusunda meydana gelen sorunların-zorlukların hal edilme yöntemleri talebi. Koçgiri kazası Yukarıdövenbiçen adlı mahalde iskan edilen muhacirlerden hayvanları için meralı yerde 4 tane ev inşa ettiklerinden dolayı aralarında düşmanlık çıktığı ve bunun kaldırılması için bunların yıkılmasıyla bedelinin sahiblerine verilmesi gerektiği.