dinsdag 2 december 2008

Hasan Bildirici

Kürt sorunu zor şey, karmaşık şey; Kürt sorunu bir değil, elli gönüllü tüccar kişiliklerin tanınmaz hale getirdiği bir acayip şey...

Tüccar dedimse öyle tüccar millet olduğumuz havalarına kapılmayın hemen. Bizim tüccarlığımız, üçüncü sınıf ülke egemenlerinin çanta taşıyıcısı gibi bir tüccarlık. Yani bu çağda, bu zamanda, bu ileri dünyada yeri olmayan; en kıytırık tüccarlık...

Aslında bu tüccarlık türüne, binlerce metre derinlikteki okyanus diplerinde ilk kez keşfedilmiş canlı türleri olur ya, hani karanlıklarda yaşarlar, hani o güne kadar hiç gören olmamıştır, hani şöyle ağızları ve gözleri bir tuhaftır... Hiçbir şeye benzetemezsiniz... Her ne ise, bizim tüccarlığımız yeni keşfedilmiş bu yaratıklara benziyor...

Tüccarlık diyince izninizle size bir ticari anımı anlatayım. İ993 yılında İstanbul’da birkaç gün ara ile kaldığım tüm evler basılmıştı. Polislik bir nedenden dolayı değil; kaçırılıp Sakarya-İstanbul-Kocaeli üçgeninde öldürülmek için basılmıştı. Çünkü avukatım, evlerin basıldığı karakollara gidip polis tarafından evlerin aranıp aranmadığını sormuştu. Karakollardaki komiserler, söylenen tarihte evlerin polisler tarafından basılıp aranmadığını söylemişti. Mesajı almıştık.

Çember daralınca bir süre Anadolu yakasında Mardinli bir ailenin evinde kaldım. Param yoktu, yardım eden de yoktu, Ankara’da 25 yaşından ölen kardeşimin tabut parasını bile bir arkadaştan borç almıştım. Paramın olmadığını anlayan hastane imamı, kardeşimi yıkama parasının yarısını almıştı, sağ olsun...

Neyse, Kartal’da kaldığım evde tedirgin oldum. Ev, geleni gideni bol bir evdi. O gece başıma bir şey geleceğine dair kötü bir his vardı içimde. Mardinli yurtsever aile ile vedalaşıp sokağa çıktım. Onlar bırakmak istemedi, ama çıkmak zorundaydım. Hemen aşağısı oto yoldu. Gidebileceğim tek yer vardı aklımda. Otobüse atlayıp İzmir’deki ablama gidip sığınmak. Zaten hapishanede bana o bakmıştı.

Ne kadar bekledimse İzmir otobüsü geçmedi. El kaldırdığımda duran otobüslerin hepsi Ankara istikametini gösteriyordu. Otobüs şoförlerinden biri, bu saatte İzmir otobüsü bulamayacağımı, fakat ilerideki Yalova yol ayrımında bulunan benzincide beklersem diğer yönden gelen otobüslerle İzmir şansımın artacağını söyledi.

Bu ara saat gecenin biri olmuş. Yerler buz. İnanılmaz bir soğuk var dışarıda. Cebimdeki parayı hesaplayarak pazarlık yaptım. İzmir yolculuğu için param çok değil. Neyse, ürkütücü bir rakam söylemedi. Otobüse bindim. Yalova yol ayrımındaki benzincide indim. Saat gecenin ikisi. Benzinci de açık değil. Benzincinin girişinde ışıkları yanan bir taksi bekliyor sadece. Bir de o soğukta kısa kol gömlek giymiş bir genç. Yol kenarında, benzin tankları arasında amaçsız gezinirken kısa kollu genç yanıma geldi. Korkuyorum. Öylesine titriyor ki, sadece üstümdeki kabanı almak için bile bana kötülük edebilir.

Merhabalaştık gençle. Dişleri birbirine vurduğu için konuşmasını anlayamıyorum. Hiç olmazsa kabanım altındaki hırkayı ona vermeye niyetlenmiştim ki:

“Abi bir derdim var,” dedi.

Konuşmasındaki aksana bakarak gencin Kürt olduğunu hemen anladım.

“Buyur, söyle,” dedim.

“Abi sen gelmeden az önce geçen otobüsten indim. Bir hata yaptım. Otobüste çok zengin bir adam vardı. Diyarbakır’dan kilolarca altın götürüyordu İstanbul’a. Yoksulluğuma yenik düşüp yedi tane bilezik çaldım. Ama o bilezikleri bozduracağım, satacağım bir yer yok.”

Altın diyince parasızlığım aklıma geldi. Bir de içimde bir yerlerde küllenmiş kalmış tüccarlığımdaki kıvılcımlar çaktı:

“Göster şu altınları,” dedim.

Bir kutu açtı, pırıl pırıl bilezikler. Görünüşü altından da güzel. Kutu, mücevher kutusu. Bileziklerin kuyumcu fiyatını sordum. O zamanın parası tanesi 250 YTL falan olduğunu söyledi. Ama kendisinin satma şansı olmadığı için topuna 300 YTL verirsem bilezikleri bana bırakıp gideceğini söyledi. İnanılmaz bir fiyat. Bir bilezik parasına yedi bilezik alacağım. Gence, o kadar paramın olmadığını, götürüp karşı taraftaki taksiciye satmasını söyledim:

“Taksici kararsız,” dedi genç

Taksiciyle gencin aynı şebekeden olma ihtimaline düşünerek taksinin yanına gittim. Taksici, efendi birine benziyordu. Bilezikleri gösterdim, altından anlayıp anlamadığını sordum. Taksi şoförü, gencin altınları kendisine de gösterdiğini, fakat hem korktuğu hem de sahte olabileceğini düşündüğü için bilezikleri almaya cesaret edemediğini söyledi.

Bileziklerin sahte olabileceği lafı, genci üzdü. Sicim gibi buzlu gözyaşları indirdi. Zaten eksi beş derecede kısa kollu gömleğiyle içimizi yakmıştı. Bir ara ağlamasına ara verdi.

“Abi altın bellidir,” dedi. “Dişinle ısır, yumuşaksa altındır.”

Benim bildiğim başka metaller de yumuşaktı. Taksi şoförü niyet değiştirdi:

“Alalım,” dedi. “Üçünü ben alayım, dördünü sen. Bu genç harbi birine benziyor.”

Taksi şoförü üçünün parasını verdi. Üç bilezik parası da ben verdim. Dördüncüye param çıkışmadı zaten. Sadece ufak yol parası kalmıştı. Genç, kalan son bilezik karşılığında üstümdeki kabanı istedi. Baktım mantıklı, bir bilezikle üstümdeki kabandan üç tane alırdım. Hem genç soğuktan kıvranıyor.

Kabanı verdim, bileziği alıp cebime koydum. Bu sefer soğuktan ben titriyorum. Bize bilezik satan genç ilk otobüsle çekip gitti. Biz taksi şoförüyle bilezik ticaretini konuşuyoruz. Gece üç sıralarında yorgun bir İzmir otobüsüne pazarlık sonucu binip gittim. Yolda her molada tuvalete giriyor, pırıl pırıl parlayan bileziklere bakıyorum. Dişlerimle yokluyorum. Neyse, otobüs ancak sekiz saat sonra İzmir’e vardı. Dolmuş ve taksi param olmadığı için ablamların oturduğu semte olan en az beş kilometrelik uzaklığı soğuktan donarak yürüdüm. Olsun. İyi bir ticaret yapmıştım. Eve vardığımda garibe yakalandığımı fark ettim. Ablam ve enişteme geceki ticaret hikayesini anlattım. O zaman kabansızlığımın nedenini anladılar. Ama hala masa üstüne bıraktığım bileziklere kuşku ile bakıyoruz. Eniştem, tanıdık bir kuyumcu olduğunu, ona gösterebileceğimizi söyledi.

Kalkıp kuyumcuya gittik. Adam tezgahta.

“Bu bilezikleri bir tanıdık bize borcu yerine verdi. Lütfen altın olup olmadığına bakın,” dedim.

Kuyumcu güldü:

“Bu bilezikler altın değil,” dedi.

Eline bile almadan böyle demesi zoruma gitti. Rica ederim, elinize alın, öyle değerlendirme yapın dedim. Çünkü bu şiddette bir ticari kazığı kaldıracak durumda değildim. Üstelik kabanımı da almıştı elimden. Kuyumcu gene kendinden emin konuştu:

“Kardeşim, şu bileziğin altın olup olmadığını bir bakışta anlayamıyorsam batsın benim kuyumculuğum.”

*****

Aslında Kürt sorununa bakışımız ve Kürtlükle ilişki biçimimiz yukarıda anlattığım ticarete çok benziyor. Kimi kaçıyor, kimi ölüyor, kimi dolandırıyor, kimi kazık yiyor, fakat kuyumcu teşhisi net koyup perdeyi kapatıyor:

“Onlar altın değil!”

Sahte kişiliklerin sahte bilezikler sattığı, kimi safların da o bilezikleri altın diye satın aldığı bir acayip şeydir Kürt sorunu.

Fakat Kuyumcu net konuşuyor:

“Sahtelerini asıllardan ayırın!”





Hasan Bildirici

Geen opmerkingen: