Türkiye’nin modernleşmesi padişahların ve halifelerin en çok korktukları şeyi yarattı: tarımın önemi azaldı, köylü kitleleri gittikçe daha fazla yoksullaştılar ve şehirlerde 1970lerden beri gittikçe militanlaşan bir işçi sınıfı ortaya çıktı.
Aşağı yukarı aynı zamanlarda, bugün Türk devleti içinde son derece korkunç bir rol oynayan meşum güçler boy atmaya başlamıştı. Gazeteci Serdar Çelik şöyle yazıyor: "1970lerde Türkiye’deki toplumsal bölünmeler ve toplumsal hareketlerle birlikte, uyuşturucu madde ve silah karaborsası yapanların bir çeşit mafyaya dönüşümleri başladı. Bu güçler genellikle, MİT [Milli İstihbarat Teşkilatı], polis, ÖHD [Özel Harp Dairesi, NATO’nun gizli örgütüGladio’nun Türkiye kolu] ve her şeyden önce MHP ["Bozkurtlar" olarak da bilinen faşist parti] ile yakın ilişkilere sahip oldular. Bu Türk uyuşturucu ve silah çeteleri bir çok MHP militanını finanse etti. Bir askeri darbenin ardından, çete başlarının hemen hepsi sorgudan geçirildi ve bazıları öldürüldü. Geriye kalanlar, ÖHD’nin kontrolü altındaki mafyanın bir parçasıydılar. Bu gelişmeler sonucunda, zaman içinde MHP militanları Avrupa çapında en etkili mafya grubu haline geldiler" (Fikret Aslan ve diğerleri,Türk Devletinin Kürdistan’da Yürüttüğü Özel Savaş ve MHP’nin Rolü, Bozkurtlar Bir Kez Daha Uluyor’un içinde, Münster 1997,s. 115).
1980 darbesinin ardından, askeri hükümet, Uluslararası Para Fonu’nun talimatları doğrultusunda Türk ekonomisini bütünüyle dışa açtı. 1970lerin ekonomik milliyetçiliği açık bir biçimde çıkmaza saplanmıştı, ancak uluslararası bankaların reçetesinde yer alan "ilaçlar" demokratik yöntemlerle kabul ettirilemezdi.
Ordu sistematik bir devlet terörü ile işçi örgütlerinin direnişini kırdı. Ekonomi bakanı ve daha sonra da "sivil" başbakan ve cumhurbaşkanı olacak olan İslamcı Turgut Özal İMF’in kötülüğü ile en çok ün yapmış olan "yapısal reform programları"ndan bir tanesini uygulamaya koydu. Bu program, özelleştirmeyi, sübvansiyonları sona erdirmeyi, reel ücretleri azaltmayı, dış ticaretin liberalleştirilmesini, fiyatların, faiz oranlarının ve sermaye hareketlerinin üzerindeki kontrollerin kaldırılmasını içeriyordu.
Hem askeri hem de sivil Türk hükümetler, bunun ardından ortaya çıkan artan toplumsal kutuplaşmaya karşılık verebilmek için az ya da çok milliyetçiliğe, devlet baskısına ya da aşırı sağcı cinayet çetelerine ve aynı zamanda daha fazla sistematik İslamlaştırmaya bel bağladılar. Ordu, din dersini bütün okullarda tekrar zorunlu hale getirdi ve hatta okullarda ve üniversitelerde ibadet yerleri kurdurdu. Devlete ait İslami okullar [İmam Hatip Liseleri - ç.n.] diğer liselerle eşit konuma getirildi.
İslamcı fundamentalizmin yükselişi, bizzat Kemalizm’in kendi mantığının bir sonucudur. Kemalizm toplumsal ve ulusal sorunları çözmekten aciz olduğundan, İslamı yoksulluk içinde ve baskı altında tutulan kitlelerin hareketlerine karşı bir silah olarak kullanmaktadır.
İslam’a dönüş veya Osmanlı İmparatorluğu’nu yeniden canlandırma çağrısı yapan Refah Partisi ve MHP gibi örgütlerin gündeme getirdikleri bir çok talebin ana noktaları, Kemalistlerin ürettikleri ancak asla gerçekleştiremedikleri temel noktaları andırıyor: ulusal birlik ve bağımsızlık, ekonomik kalkınma, kamusal refah, Türk milliyetçiliğinin ve İslam’ın bir arada yaşaması.
Erbakan’ı ve MHP-mafyasını Atatürk’ün "mirasçıları" olarak sunmak tarihin acı ironilerinden biridir.
Bugün, Kemalizm kendi politikalarının yıkıntıları ile karşı karşıya. Yine de, geriye cevaplanması gereken şu soru kalıyor: Kemalizm, Türkiye’nin sorunlarını çözmedeki zayıflıklarına ve yetersizliklerine karşın neden bugüne kadar bir güç olarak kalabildi?
Geen opmerkingen:
Een reactie posten