20 Nisan 2008 Ahmet Kahraman TC’nin toplumsal hezek, kaygan, bataklık zemininde, çatır çutur, pat küt sesleri arasında yeni “sosyal çatılar” çatılıyor. İlk çatıcı olarak, Genelkurmay Başkanı “naibi” General İlker Başbuğ ortaya fırlayıverdi. Rahmetli Mustafa Ekmekçi’nin deyimiyle anlatacak olursak, general Kürt gençleri “seyran”a çıkmış mı sanıyordu, ne? Seyran ateşi yakıp, közde et kızartıp yemeye ve dağcılık sporu yapmaya... Fikret çavuşun yazdığına göre, şimdi general, emekliliğinde “paşa” olarak anılacak Başbuğ (bu Başbuğ Türkeş değil, il-KER’dir) sanki “seyran” ve “dağcılık sporu yapmak” için dağları mesken tutmuş Kürt gençlerinin halini “baba endişesiyle” izliyordu. Onları düşünüp kederlenmekten uykusu kaçıyordu. Resmi rakamlara göre, ülke nüfusundan 12 milyon kişi, günde bir dolarcıkla geçiniyordu. Ama aynı ülkede, emekliliklerinde “paşa hayatı” yaşayacak generaller ve öteki Türk büyüklerinin altına çekilmek üzere, “bir dolarlık” yoksulların ödediği vergilerden yüz milyonlarca dolar harcanarak “makam” uçakları satın alınacaktı. “Keyiflice atta” yaptıktan sonra, yere indiklerinde, “bir dolarlık” insanlara hava basmaları ve bir dudağı yerde, öteki gökte dev misali görkemli, korkutucu görünmeleri için... Her neyse de il-KER paşa, dağdakilerin rahatını, sağlığını düşünmekten, “kucak çatısı“ kurmaktan, kendisi için satın alınacak makam uçağının, tatlı hayallerine bile dalamıyordu. Fikret çavuşun generalden naklen bildirdiğine göre, dağlarda gezmekten pişman olmanın dayanılmaz nimetleri vardı. Paşa onlara kızmayacak, affedecekti. Çünkü, “dağların çekiciliğiyle” kandırılmışlardı. Doğrudur. Kandırıldılar, hep kandırılmışlardı. Britanya ve Fransa tarafından haritası, sınırları çizilip, teslim edildikten sonra “yedi düvelle çarpışa çarpışa kazanılmış, kurtarılmış” yapılan ülkede dilleri, kimlikleri, vatanlarının ismi, evlatlarının adı, bütün kültürleriyle özgürce yaşayacaklardı. Sonra, bir sabah uyandılar ve gördüler ki, kandırılmışlardı. Hayatları yasaklar çemberinde, “kendileri yok”tu. “Nasıl olur, ben bir gerçeğim ve buradayım” deyince de, evleri başlarına yıkılmış, kendileri içindeyken yakılmış, kaçanlardan nicesi öldürülmüş, kurtulan kandırılmışlar, yönlerini dağlara vermişlerdi. General, büyük bir cömertlikle, onları af ediyor ve “Türklük çatısına” davet ediyordu. Her neyse, bir çatı da, ötede hezek zemin üzerinde, çatır, çutur çakılıyordu. Bu da “Türk solu” ile yüreği yanmış, bedeni yangınlar içinde kalmış, oğullarının, kızlarının yasını tutmaktan iş göremez olmuş Kürdün, “kardeşlik çatısı” altında kucaklaşması... Kardeşçesine çatılanmak güzeldir, tabii ki. Kışın sıcacık, yazın ılıman... İyi de, nasıl olacak? Çünkü, çatı bel veriyor, bataklık zemininde farklı sesler, feryatlar uç veriyor...
Misal, solun davası “sınıfsal”dır. Ona göre, “işçi sınıfı” iktidar olursa, “sömürenler” olmayacağı için dertler bitecek. Güzel bir rüya tabii ki... Yalnız, Kürtlerin derdi, birinci önceliği, uğrunda dağa çıktığı sevdası “milli mesele”dir. Yani “ulusal”, başka bir deyişle “kimliği, kişiliğiyle kendisi” olma, “millet” kalma davasıdır. Kürt çobanın derdi, budur. İki karış toprağı olanın, hiç olmayanın, ırgatın, ırgat çalıştıranın, beş kuruş parası olanın da, aç uyuyup, boş mideyle uyananın da sevdası bu. Teslim olmayan, kendini inkar etmeyen hepsi bir arada, “Orta Çağdan” kalma baskı kolonlarında sıkışık. Çatıdaki solcu kardeşimiz, yarın Kürdün karşısına çıkıp “emperyalizmin yakıcı baskısı” dediğinde, “he valla, kimliğimi, kişiliğimi, dilimi, bütün varlığımı yasakladılar, hayır dediğim için köyümü yaktılar, oğlumu öldürdüler, kızımı da yerde sürüklediler, toza toprağa buladılar” diyecektir. Ardından, “herkesin emperyalizmi kendine olsun” diye ekleyecektir. Çatının tepesinde, “emekçilerin dayanışması” sesi çıkınca, Kürt düşünmeyecek mi? “Beni ben olmaktan çıkarmak için emir veren maaşlı, yani emekçiydi. Tekme atan da işsiz, mesleksiz, bulabildiğinde amelelik yapandı. Şehirde çöpçü, köyünde rençberdi...” Yakın geçmişte, yine “çatılara” çıkılmıştı. Kürt, “AB’ye evet” diyor, solcu “bizi yeyip yutmaya çalışan, bağımsızlığımızı (sanki ilk günden itibaren varmış gibi) elimizden almak isteyen batı emperyalizmi” diyor, sonra tekmil dünyaya savaş ilan ediyor, “Atatürk ilke ve inkılapları” diye dümdüz gidiyor, şaşarak bir birine bakan Kürt ise söyleme yabancı kalıyor, sonunda biri, ötekine “hadi, burdan gidelim” diyordu. Bunlar yaşandı, yakın geçmişte. Dedim ya, Kürdün meselesi yer yüzündeki bütün emperyalist ve kapitalistlere savaş ilan etmek değildir. Uluslararası Para Fonu, AB, ABD’yi yere serme önceliği de yoktur. Meselesi sınıfsal değil, “milli mesele”, yani en alttaki ve üstekiyle bütün bir halkın, kimliğinden, varlığından ötürü, ayak altı edilmiş onurunu kurtarma meselesidir. Bu dava için ölüyor, diri diri yakılıyor, çocuklarının kesik başı “ödül avcılarına” sermaye oluyor... Çatı iyi, hoş da, zemin nedir, hangi sesleri veriyor, ona bakmak gerekmiyor mu?
Geen opmerkingen:
Een reactie posten