zondag 14 september 2008

Bağımsız Kürt devleti kurulacak. Irak'tan çekilecek ABD, Kürt devletinde 20 bin asker bulunduracak.

ABD'nin Bagimsiz Kurdistan plani ortaya cikiyor.
ABD geri cekilecek, ama bagimsiz Kurdistan'i kurarak....

Irak yıkıldığı zaman veya dağıldığı zaman kürt halkıda kendi sistemini kendi bölgesinde kuracakdır, bu o Ermenistan, Azerbaycan ve Türkmenistan gibi.
Kürt halkı „Birleşmiş Milletler“ topluluğunda temsil olacakdır, bu kürt halkı için varolma garantisi ve temsilidir bu dünya topluluklarında.Bu tabiki tüm kürt halkını ilgilendirir. Kürt halkının bir siyasi sorundan öte millet sorun olduğunu, orta doğuda 1. dünya savaşından sonra bölünüp paylaşıldığını her kes biliyorlar.

Örneğin KaKaTeCe.Kıbrısda kimsenin tanımadığı KaKaTeCe. Türkiyedeki nazi subayların ırkçıların gerçek kuklası, KaKaTeCe.

TC kabadaylarina gore: „Kıbrısdaki“ insanlara yani rumlara „GAVURLAŞTIRMA SÜRECİ“ diye hakaret ediyor. Bu tabiki almanyadaki naziciliğin adıdır. O perinçek 50-100 bin arası kıbrısdaki türklere „millet, vatan, ulus“ propagandası yapıyor, onlara federasyon ve otonomi az buluyor, ve KaKaTeCe diye olmamamış bir KUKLA deveti destekliyor.

Ama sadece 12 yıldır ekonomik ve politik olarak bağımsız yaşıyan güneydeki 5 milyon kürt halkının federal veya bağımsız devletine saldırıyor ve o özgürlüğü kukla diye adlandırıyor. Tabiki bu nazicilikden öte deyildir.Gelelim Irak ve Kürdistanın güneyindeki gelişmelere….Federal bir kürt devletinin Irakın kürdistan bölgesinde kurulması (!)Ne olacak. O devletin içinde kesinlikle Kerkük de olacakdır, ekonomik yönden kendini kesinlikle ayakda durdurtabilecekdir..Şimdi şu önemlidir, 5 milyon kürt kürdistanin güney parçasında federal bir devlet almış iken, diyer parçalardaki kürt halkı ne yapacak, her halde bakmıyaçağız.Uzun vadede kürt halkının uluslar arası alanda da tanınması, kürt davasının artık bir özgürlük halk davasının olduğunu her kesde biliyor.. Soğuk savaşdaki terör propagandasıda sökmiyecekdir…devletleşme yolundayız, her kes bunu biliyor. Türk rejimi olsun, farıs rejimi olsun, bunlar „kürt“ sorununun Irakla sınırlı kalmıyacağını ve kalamıyacağını iyi bilmektedir, hele hele Amerika veya İngilizler ne yapacaklardır..Unutmayın, sovyetleri yıkan yine ABD idi, ondan sonra kurulan, Ermenistan, Azerbaycan Türkmenistan ve sahire devletler. Yani orta doğuda her hangi bir rejim yıkıldığında kesinlikle yeni devletler sistemler kurulacakdır, bunu ABD kurmayacakdır, sadece zaten yıkılan sistemlerin üzerine kurulma haklar tarafından olacakdır, aynı Sovyetletde olduğu gibi…Not olarak. Kimse o nazi propagandası yapan şöven türk yayılımını ve ırkçılığını destekleyen Perinçek, Kemalist ve Turancılara kanmamalı.

Onların KÜRT şehri olan tarihi kerkük ve musul propagandasını unutmamalı ve kıbrısdaki faşistliği.Kıbrısda vatan millet deyip otonomi ve federal sistem azdır 50-100 bin kıbrısdaki türk için diyen, ama öte yanda güney kürdistanda ve ırakda 5 milyon kürt için ne ferederal nede otonomi devletinini tanımıyacağız sloganlarıyla bir yere varamayacaklardır. Kafalarındaki çuval hiç çıkmaz kesinlikle bu politika ile.

vrijdag 12 september 2008

KUZEYLİ KÜRD HALKI İÇİN SELF-DETERMİNASYON HAREKETİNİ BAŞLATALIM

KUZEYLİ KÜRD HALKI İÇİN SELF-DETERMİNASYON HAREKETİNİ
BAŞLATALIM

hişyar Demjmer


Kuzey Kürdistan’da aktif olarak sürdürülen ulusal kurtuluş hareketi 1938 Dersim Hareketi’ sona ermiş gibi gözükse de altmışlı yıllarda TKDP ve DDKO’nun kurulmasıyla yeni bir ivme kazanmıştı.Bu süreç, pek çok Kürd yapısının ortaya çıkarak ulusal mücadelenin yeniden kitleselleşmesini sağlamıştır.12 Eylül faşist darbesi bu süreci sonlandırmıştır.Oysa ki söz konusu yapılar teorik ve pratik anlamda gelişimlerini henüz tamamlamamışlardı.Bu durum örgüt-kitle ile bağının kopmasını, Kürd kadrolarının örgüt disiplininden kopması sonucunu doğurmuştur.Uzun yıllar sürdürülen mücadele yanlış politik açılımlar veya açılım getirme basiretinin yoksunluğu yüzünden adeta suya düşmüştür. 12 Eylül sonrası gücünü artırarak koruyabilen tek örgüt Türk solunun argümanlarını kullanan Kemalist-Stalinist bir yapıya sahip olan PKK olmuş, halk yüksek oranda verilen silahlı mücadeleye destek olmuştur.Yoğun eylem gücüne sahip PKK ve aynı çizgideki legal birimler Kürd halkının politik taleplerini dilendirememişler ve dünya gündemine sokamamışlardır.PKK pratikteki gücüne rağmen politik söylemde teslimiyetçi bir çizgi izlemiştir.Netice itibariyle geldikleri nokta bir çıkmaz olmuştur.Şöyle ki bir yandan yeni solun söylemi olan ve kısaca devletlerin ortadan kaldırılmasını (anarşizm) öneren “konfedaralizm” tezini savunurken diğer yandan Türkiye Cumhuriyeti’ne Kürtleri entegre ederek güçlenmesini öneren “demokratik cumhuriyet” tezini aynı anda savunur hale gelmiştir.Günümüzde ulusumuz PKK’ye karşı bir güven bunalımı yaşıyor olmasına rağmen Kürd ulusal özgürlük mücadelesini,n ilkelerine bağlı olduğunu iddia eden diğer legal ve illegal yapılar hiçbir şey yapmamakta adeta içinde bulundukları zavallı, pasifist durumu savunmak için çeşitli gerekçeler üretmektedirler.Halkla hiçbir pratik ilişkileri olmadığı gibi kazanım elde edebilmek için pratik ve teorik adım atmaktan oldukça uzak görünmektedirler.Bu yapılar en az o çok suçladıkları PKK kadar suçludurlar.Fransız düşünür Foucault TC ile Kürd yapılarının bu halini görseydi sanırım iktidar ilişkileri, direnç noktaları, savaş-barış analizlerinin pratikte nasıl bu kadar safça yaşandığını şaşkınlıkla izlerdi.Kısacası PKK politik söylem düzeyinde Kürd özgürlük hareketinin dışında görünürken diğer yapılarda içinde bulundukları zavallı-korkak durumdan dolayı aynı şekilde Kürd özgürlük hareketinden kopmuşlardır.Kürd yapıları siyaset üretememektedir ve ulusumuzun hayalleri sürekli ertelenmektedir.Hem de yaşadığımız günler statükoların bozulduğu bir dönemdir.Bu dönem fazla uzun sürmeyecek yakında yeni bir statüko kurulacak, güç ilişkileri yeni bir dengeye oturacaktır.İşte o zaman ulusumuz bir doksan yıl daha bekleyecektir.Bu noktada bütün Kürtler elini taşın altına koymalıdır, sürece müdahil olmalıdır.Bu dönemde ulusumuzun talepleri dünya gündemine taşınabilir ve TC zor durumda bırakılabilinir.Elimizde bir enstrüman mevcuttur; self-determinasyon hakkı.Ben burada bu hakkın hukuki dayanaklarına uzun uzun değinmek istemiyorum ama değinilmesi gereken husus şudur; bu hakkı kullanabilmek için kullanıcı halkın üç özeliğe haiz olması gelmektedir.(1)Mevcut bir halk (2) çoğunluk olarak yaşadığı topraklar üzerinde (3) self-determinasyon hakkını kullanma iradesini göstermelidir.İlk iki şart mevcuttur fakat üçüncü şartın gerçekleşmesi yani iradeye sahip olduğumuzu göstermek bizim elimizdedir.Bu iradeyi göstermek için önerilerim şunlar olacaktır:a) Siyasi düşünce ve siyasi geçmişleri ne olursa olsun bütün yurtseverler bir araya gelerek bir eylem planı ortaya koymalıdır.b) Sağlanacak örgütlülük tek amaç için yani Kuzey Kürdistan için self-determinasyon iradesini ortaya koymak amacıyla olmalıdırc) Bu çerçevede ortaya çıkacak yapının tüzel kişiliği olmasına karar verilecekse ülkede ve Türk metropollerinde temsilcilikler açılmalıdır.d) Gönüller kaydedilerek sel-determinasyon hakkımız için 8 milyon hedefi konularak imza kampanyası düzenlenmelidir.Toplanan imzalar periyodik olarak kamuoyuna açıklanmalı, kampanya sonucunda toplanan imzalar bir talep metni ile birlikte Birleşmiş Milletler Genel Sekreterliğine sunulmalıdır.e) İmza kampanyasıyla eş zamanlı olarak şehirlerde konferanslar paneller düzenlenmeli halkımız bilgilendirilmelidir.f) Ülkemizin her yerine gidilerek halkımızın desteği sağlanmalıdır.g) Bu pratikler sürerken gelecek baskılara karşı sivil itaatsizlik-pasif direniş gösterilmelidir.Böylelikle dünya kamuoyunun gözü bize dönecektir.Ortaya koyduğum sekiz milyon hedefi size abartılı gelebilir ama unutmayın ki halkımız bir şahıs için dört milyon imza toplamıştır.Bu anlamda halkımız ülkesi için 8 milyon imzayı beklide daha fazlasını toplayabilecek güçtedir.Bu önerim gerçekçi ve ciddidir.En azından halkımıza bağımsızlık veya federasyon hedefinin bir rüyadan ibaret olmadığını gösterecek halkımız tekrar mücadelenin içine sokulacak, TC dünya siyaset arenasında zor durumda kalacak yıllardır sürdürdüğü kontrolü savaş, kontrolü muhalefet siyaseti iflas edecektir.Kürdistan sorunu sürdürülebilir olmaktan çıkacaktır. Son olarak hatırlatmak gerekirse, söz konusu hak BM Şartı ve ilgili sözleşmelerde kabul edilmiş TC de taraf olmuştur.Ayrıca bu hak her geçen gün genişlerken pratik kullanımları artmaktadır.


Hişyar ÖZALP

Serbesti Web / 2003 - 2008E-mail: serbestiyakurdistan@hotmail.com

[ Bersivek Binivîse Yanıt Yazınız ] [ Forum ] [ Nivîsên Nuh Yeni Yazılar ]

dinsdag 9 september 2008

TEVKURD 3. KONGRE SONUÇ BİLDİRİSİ

Kürt Ulusal Birlik Hareketi ( TEVKURD ), 6 Eylül 2008 tarihinde Diyarbakır’da gerçekleştirdiği 3. Kongresi’nde aşağıdaki görüşleri kamuoyuyla paylaşmayı uygun görmüştür.

3. Kongremiz Birlik Meclisi ve Yürütme Kurulunun çalışmalarını değerlendirerek, önümüzdeki döneme ilişkin faaliyetlerinde esas olmak üzere program ve tüzük konuları da dahil bir dizi karar alarak ve yeni Birlik Meclisini seçerek çalışmasını sonuçlandırmıştır.

TEVKURD 3. Kongresi, bu yılın başında Kosava’ nın bağımsızlığını ilan etmesinin ve içinde bulunduğumuz bu günlerde Abhazya ve Güney Osetya’nın da aynı yönde kararlar almasının, Kürt ulusunun kendi geleceğini kendi topraklarında özgürce belirleyerek diğer özgür uluslar ailesi ile eşit hak ve özgürlüklere sahip olması bakımından önemli gelişmeler olduğunun altını çizmiştir. Kürt halkının ve Ortadoğu halklarının iradesi dışında çizilen harita bölgedeki sorunların temel sebeplerinden biri olarak gören Kongremiz, Kürdistan'ın ülkesi ve halkıyla birliğinin tarihsel bir hak olduğunu belirtmiştir.Bu bağlamda 3. Kongremiz, yeniden şekillenen Ortadoğu’da nüfusu 40 milyonu aşan Kürt Ulusunun devlet kurma yönündeki kararlığına ve haklılığına olan inancını bir kez daha vurgulamıştır.

TEVKURD 3. Kongresi, halkımızın özgürlük ve kurtuluş mücadelesinin ortak paydalarını ortaya çıkartmak, bu ortak paydaları çoğaltıp kitlelere mal etmeyi amaçlamak konusunda önemli bir mesafe kat etmiştir. Bu anlayış doğrultusunda, somut bir adım olarak farklı düşünce ve inanca sahip ulusal demokratik güçleri mücadele ve dava birliği anlayışı çerçevesinde buluşturma çabasını sürdürmektedir. Bu çerçevede TEVKURD, Kurumsal Üye olarak içinde yer almış olan Mesop, Dema Nû, Komal ve Çıra kurumlarımızla gücünü, inanç ve kararlılığını artırarak, kurumsal işbirliğinin güçlenmesi alanında çabalarını aynı içtenlik ve siyasal kararlılıkla sürdürecektir.

TEVKURD 3. Kongresi, çalışmalarında meşruiyeti ve sivil itaatsizliği, insan haklarına saygıyı, özgürlükçü ve demokratizmi esas aldığını, demokratik ve barışçı mücadeleyi benimsediğini bir kez daha vurgulamıştır.

3. Kongremiz, Türkiye de yaşanan krizin esas olarak Kürt ulusunun kendi toprakları üzerinde, kendini yönetme hakkının inkarı nedeniyle derinleştiğini tespit etmiştir. Son aylarda ortaya çıkarılan Ergonekon isimli yapılanmanın devletle ilişkisinin açığa çıkmasının söz konusu krizden kaynaklandığını vurgulamıştır.

3.Kongremiz, Güney Kürdistan’daki ulusal kazanımların tümünü sahipler ve destekler. Kerkük başta olmak üzere tarihi Kürdistan coğrafyasının Kürdistan sınırlarına dahil edilmesi gereğinin altını çizer. Bu bağlamda Federe Kürt Parlamentosu ve Hükümetiyle sıkı bir dayanışma içinde olduğunu belirtir.

3.Kongremiz, Ulusal Birliğin oluşmasında değişik görüş ve eğilimlere sahip farklı ulusal güçlerin birbirlerinin varlığına, farklılıklarına ve özgün hukukuna saygıyı esas alan bir anlayışla; Kürt ulusunun aydınlık geleceğini örgütlemek için her zamankinden daha çok sabır, hoşgörü ve siyasal toleransa ihtiyaç olduğunu vurgulamıştır.

Kamuoyuna saygıyla duyurulur. 06.09.2008, Diyarbakır.

Tevgera Yekîtîya Neteweyî Neteweyî ya Kurd / TEVKURD

TEVKURD MECLİS ÜYE LİSTESİ

EYÜP KARAGEÇİLİ
ŞEYHMUS ÜLEK
SITKI ZİLAN
ÖMER EKMEN
BEDRAN ACAR
ŞEMSETTİN IŞIKLI
RAMAZAN PERTEV IŞIK
FUAT ÖNEN
SABAHATTİN KORKMAZ
SAİT AYDOĞMUŞ
MAHMUT AĞAMOLLA
ÖMER ÖZMEN
SELMA GÜNEL
ARİF SEVİNÇ
NEVZAT KARAGEÇİ
NUSRET MAÇİN
M.NURİ ERDOĞAN
HASAN ÇAKIR
SUPHİ ORAK
ŞÜKRÜ ASLAN
MURAT ABA
ALİ GÖKKAYA
SİNAN ÇİFTYÜREK
AKİF KARAKOYUNLU
ŞABAN ASLAN

ERGENEKON’DA BİR DÖNÜM NOKTASI MI?

Bayram Bozyel
Ergenekon olarak adlandırılın soruşturma ve dava dosyası, devletin kendi içindeki kirli ilişkileri açığa çıkartmak ve temizlemek niyeti bakımından şimdiye kadar gerçekleştirilen en kapsamlı ve cesaret verici girişim olarak biliniyor
Bu girişim, Türkiye’nin, hukuk dışılıkla yoğrulmuş yönetme anlayış ve geleneğinden sıyrılıp hukuk devleti olma yolunda önemli bir kilometre taşı olarak yorumlandı.
Hatta kimileri Ergenekon operasyonunu olduğundan da fazla abartarak, devletin, kendi içindeki derin devleti temizleme operasyonu biçiminde niteledi.
Ama Türkiye gerçeğini bilenler, Ergenekon operasyonuna biçtikleri paha biçilmez değere rağmen, bu konuda yürütülen soruşturmanın sınırlılığı konusundaki görüşlerini ve ihtiyatı elden bırakmadılar.
Çünkü Ergenekon dava dosyasında mercek altına alınan derin devletin kendisi değil, tersine ondan sapan sınırlı bir suç grubuydu; derin devlet ise olduğu yerde hükmünü icara etmeye devam ediyordu.
Son bir olay ise, derin devletin kendi içindeki sapmaya müdahale konusundaki soruşturmaya bile tahammül etmediğini gösteriyor.
Göreve gelir gelmez yeni genelkurmay başkanının yaptığı ilk iş, bir generalini Ergenekon çete davasında tutuklu bulunan emekli orgeneral Şener Eruygur ile Hurşit Tolon ile görüşmeye göndermek oldu.
Bu görüşme ile verilen mesajı güçlendirmek için de, yapılan ziyaret anında Genelkurmay resmi sitesinde ilan edilerek konuya duyarlı olanların gözlerine sokuluyor.
Genelkurmayın söz konusu ziyaretle verdiği mesaj açıkça bir meydan okumadır.
Bu meydan okuma Ergenekon soruşturması konusunda taraf olan herkesedir.
Yargıyadır.
Bu müdahaleden sonra yargının işleyip işlemeyeceği büyük soru işareti.
Hükümete karşıdır.
O hükümet ki zaten post derdinde.
Ama en önemlisi, bu davayı devletin kirli ve karanlık ilişkilerden temizlenmesi, toplumun demokratikleşmesi bakımından önemseyen iç ve dış kamuoyunadır.
Öte yandan söz konusu ziyaret, dönemin Kara Kuvetleri Komutanı’nın ‘iyi çocuklar’ mesajı ile Şemdinli olayındaki müdahaleyi hatırlattığı için de umut kırıcı ve mide bulandırıcıdır.
Genelkurmayın bu tutumu Türkiye’nin derin devletten kurtulmak bir yana, sınırlı bir temizlik operasyonuna bile hazır olunmadığını gösteriyor aynı zamanda.
Ama bu olayın gösterdiği ve doğruladığı başka şeyler de var.
Yeni genelkurmayın ve birlikte olduğu yeni komuta kademesinin iki çete sanığını ziyaret etme cüretinde bulunması, Ergenekon suç örgütünde somutlaşan keyfiliğin, hukuk aldırmazlığın ve başına buyrukluğun sadece bu çeteyle sınırlı olmadığını göstermek bakımından oldukça öğretici.
Bir kez daha, ordunun hukuk tanımamakta hiçbir kaygı ve sınır tanımadığı apaçık görülüyor.
Genelkurmayın, bu ziyaretle dava aşamasında olan bir hukuki sürece çok kaba ve pervasız bir biçimde elini sokmuş olduğu ortada.
Bu durum, devlet içindeki bir kesim güçlerin yargıyı ve hukukun üstünlüğünü hiçe saydığını; ordunun, sivil güçlerin denetiminde, olması gereken yere çekilmeye hazır olmadığını; devletin çetelerden ve hukuk dışı işleyişten temizlenme girişimlerine karşı olunduğunu, en önemlisi ise bu ülkenin demokrasi yolundaki ilerleyişine direnileceğini gösteriyor.
Eğer bu ziyaretle Ergenekon davasının kaderi değişirse ki niyet budur, Türkiye bakımından önemli bir fırsatın daha heba edileceğinden kuşku duyulmasın.
Buna AKP hükümetinin kıstırılmışlığı ve irade zayıflığı olarak beliren ruh hali eklendiğinde Ergenekon davasında bir dönüm noktasında olduğunu söylemek mümkün.
Seçenekler aşağı yukarı bellidir.
Ya bu sürecin, genelkurmayın son müdahalesi doğrultusunda iyice budanmasına ve sonuçta bildik Susurluk ve Şemdinli davaları gibi unutulmasına göz yumulacak.
Ya da Türkiye toplumu inisiyatif geliştirecek, bu davayı yargıya –kendi hukukunu korumakta aciz yargıya- ve siyasi iradeye (ortada irade diye bir şey varsa eğer) bırakmayarak kendisi sürece aktif bir biçimde müdahil olacak.
Ergenekon, salt bir yargı meselesi değildir artık.
Tersine bu dava Türkiye’nin kirli, kanlı ve karanlık geçmişiyle yüzleşmesinin diğer bir adıdır.
Statükocu ve militarist devlet anlayışından çağdaş ölçekli bir devlete dönüşüm fırsatıdır.
Demokrasiyi evrensel standartlarda işletip kurumlaşmak için açılan bir kapıdır.
Eğer Ergenekon davası kendi doğal seyrinde işler ve olması gereken yere gidebilirse, bunun en çok Türkiye’de kalıcı bir barışın inşasına ve Kürt ve Türk halklarının birlikte yaşamaları için gerekli güven zemininin oluşmasına katkısı olurdu hiç kuşkusuz.

İçe kapanma olayı ya da kaplumbağa politikası

Kemal Burkay
Biz insanlar başkaları hakkında kolayca karar veririz. İyi mi kötü müdürler? Kıskanç mı, aptal mı, gözü doymaz mıdırlar? Söyledikleri doğru ve haklı şeyler mi, yoksa yanlış içindeler mi?.. Dost mu, düşman mıdırlar?
Ame en zor şey kendini yargılamaktır. Kendi düşüncesini, eylemini…
Örneğin kavga eden bir karı-kocanın dediklerine bakın. Hangisini dinleseniz kendisini haklı çıkaracak, ötekinin olumsuzluklarını sayıp dökecektir. En azından kavgaya neden olan kendi söz ve davranışları hakkında susacaktır. İçtenlikle, ”hata bende, öyle yapmamalı, öyle dememeliydim,” diyen bir eşe rastlamak yeryüzünde uzaylı görmek gibi bir şeydir…
Karısına haksızlık eden bir erkek düşünün. Kendi davranışlarını yargılayabilse, bunu açık yüreklilikle söyleyebilse, bununla kalmayıp aynı yanlışı tekrarlamamak için çaba gösterse herhalde eşiyle ilişkileri çok daha iyi olurdu. Ya gereksiz yere maraza çıkaran, kocasının başının etini yiyen bir kadın? Böyle birinin kendi davranışlarını yargılaması kolay mı? Zaten bunu yapabilse evlilik yaşamı çok daha çekilir olurdu.
Bu neden böyle? Çünkü biz insanlar çoğu zaman aklımızla, mantığımzla değil, duygularımızla davranırız. Bu duyguların kökü ise asıl olarak biyolojik varlığımıza ve uzun bir geçmişe dayanır. Bu duygular hayvansal içgüdülerimizin üzerinde şekillenmiştir. Açlığını gidermek, sevmek; kendisini, çevresini, ailesini ve grubunu korumak; buna bağlı olarak sevinç, keder, öfke, kin ve hırs…
İnsanoğlu, daha bir maymunken milyonlarca yıl böyle yaşadı. Akıl ve mantık dediğimiz şey maymundan insana dönüşme sürecinde şekillendi. Bu süreç ise yüzbinlerce yıl sürdü. Öyle olunca da o hayvansal içgüdülerimiz bir anda uçup gitmediler. Onlar hâlâ içimizde yaşıyorlar. Akıl ve mantık dediğimiz şey, bu elektronik ve uzay çağında bile hâlâ gereği gibi öne geçmiş değil. İçimizde bir hayvan yaşıyor!
Bunun içindir ki öfkelendiğimizde vurma kırma eğilimlerimiz depreşir, sesimiz bir kavga çığlığına dönüşür. Sorunlarımızı, yüzyıllar içinde geliştirdiğimiz hoşgörü, hukuk, adalet gibi insani ve evrensel değerlerle değil, güçle çözmeye kalkışırız.
Dünyamızdaki ulusların, etnik grupların, sosyal sınıfların ilişkileri de bu türdendir. O yüzdendir ki, insanlığın bugün ulaştığı olağanüstü bilimsel ve teknik düzeye ragmen dünyamızda barış yok. İnsanların, grupların, ulusların, sınıfların bencilce bir boğuşması, kanlı kavgaları sürüp gidiyor.
Adalet ve barış dediğimiz şey henüz insanlığa ne kadar uzak…
Adalet, eşitlik, özgürlük üstüne düşünce ve tasarımlarımızsa hâlâ bir ütopya gibi…
Belki de biz gerçekçi değiliz, içimizdeki hayvanın buyruklarına göre daranmadığımız için… İnsanlığın bugüne dek geliştirdiği, onun en güzel ürenleri olan akıl ve mantığa, evrensel değerlere göre düşündüğümüz ve davrandığımız için…
Şu Ortadoğu politikası Saddamları, Humeynileri, Suudi ve Körfez Şeyhleri, Talibanları, El Kaideleri, Hizbullahları, Hamaslarıyla; hâla gözleri seferde Türk paşaları, Ergenekonları ve onunla iç içe geçmiş ”devrimci sol örgütleri” ve PKK’larıyla; petrol kokusuyla başı dönüp burnunu buralara kadar sokmuş petrol ve silah şirketleriyle; kanlı boğuşmaları, füzeleri, savaş uçaklarıyla; canlı bombaların ve mayınların parçaladığı bedenleriyle ne kadar gerçekçi değil mi?!.
Böyle yerde aklı başında ve iyi yürekli insan ayak altında gidebilir, dostlar!
Peki, ayak altında gitmeden doğru bir yolda yürümenin çaresi yok mu?
Böyle durumda ne yapılır? Onlar gibi olmak, onlar gibi yapmak mı? Bu meydanda tepişen fillerden, at ve katırlardan birinin yanında saf tutmak mı; yoksa, bizim gibi düşünenlerle el ele verip doğru bildiğimiz yolda yürümek mi?
Bizce, her şeye rağmen, yapılması gereken bu ikincisidir. Bizim gibi düşünenler az değildir ve insanlığın çıkarı bundadır. Yeter ki parça bölük olmayalım. Hem haksızlıktan, baskıdan yakınıp hem de köşemizde oturmayı seçmeyelim. Biz el ele verirsek sayımız da gücümüz de artar.
Adil ve özgür bir dünyaya eğer bir gün ulaşılacaksa böyle ulaşılacak. Eğer hayatımız adım adım iyileşecek, dünya daha yaşanılır hale gelecekse o da ancak böyle olacak.
Elbet üçüncü bir yol da var. Haksızlığa uğrayanların, zulüm görenlerin, görece zayıf ve güçsüz olanların kendi içlerine kapanması…
Bu da bir yöntemdir. Doğada da böyle yaparak varlıklarını sürdüren canlılar var. Düşmanlarına güç yetiremeyen ve hızlı kaçamayan kaplumbağa kendine sert bir kabuk örmüştür. Ağır ağır, sürünerek giden salyangoz da tehlike durumunda ördüğü sert kabuğun içine çekilir…
İnsan bedeni de dışardan gelen tehlikelere karşı bazen böylesi savunma biçimleri oluşturur. Örneğin vücut bazen, kendisine saplanıp herhangi bir organın içinde kalan kurşunun çevresini bir kistle sarıp onu zararsız hale getirir…
Toplumsal hayatta da bunu yaparak farkını ve varlığını sürdürmeye çalışan gruplar vardır. Ama bu bir çözüm değil, uzun vadede söz konusu grupların varlığına yönelik riski ortadan kaldırmaz. Böylesi bir tutum söz konusu sosyal grupların sorunlarını çözmez, ama belki onları bir kaplumbağaya, bir salyangoza, bir kiste çevirir.
Toplumsal hayatta, bizim tarikat dediğimiz çeşitli türden sektler böyle oluşur. Bunlar genellikle azınlıkta kalanların, ya da zayıfların, çaresizlerin başvurduğu mekanizmalardır. Kendilerini, görüşlerini, hayat tarzlarını korumak için içine kapanmak, kendi çevresinde bir koza örmek…
Yüzyıllardır baskı gören, ezilen, sömürülen Kürt toplumunda böylesi eğilimlere ve sosyal oluşumlara rastlamak şaşırtıcı değil. Kürdistan’da tarikatlerin çokluğu, ve etkinliği nedensiz değil. Öyle ki bizim ülkemizde bazen siyasi örgütler bile tarikatlere dönüşüyorlar. İçine kapanma, çevresine bir koza örerek varlığını sürdürme çabası çeşitli biçimlerde yüze vuruyor.
Örneğin Kürt milliyetçiliği bir dönem, 1960’lı yıllarda ve 1970’li yılların başlarında, Kürdistan’da da gelişen sosyalist harekete karşı oldukça tepkiliydi. Sanki Kürt toplumunda sosyalizm gelişirse Kürt davasının bir yana itileceği gibi bir duygu… Oysa Kürt halkının özgürlük davası haklı bir dava idi ve bu, en başta da her türlü baskı ve sömürüye karşı olan sosyalistlerin gündeminde idi. O yıllarda birçok sömürge ve bağımlı ülkede ulusal kurtuluş hareketinin başını komünist ve sosyalist partiler çekmekteydi. Kürdistan’da bu neden olmasındı?
Kürt milliyetçilerinin bu kaygısı bir işe yaramadı, sosyalist hareket hızla gelişti. Öyle ki onların kendileri de hızla sola çark edip bizleri solladılar. Ama bu moda 1980’lerin sonuna, çarpık ve çürümüş ”sosyalist sistem”in çöküşüne kadar sürdü. O zaman bu zoraki solcular, geldikleri gibi hızla döndüler, üstlerindeki sosyalist gömleği çıkarıp attılar…
Sosyalizm karşıtlığı bir içe kapanma olayı idi. Bu içe kapanma, bazen aşiret yapısını savunmaya kadar varıyordu. Bazı Kürt milliyetçileri aşiretin, hatta ağalık-şeyhlik gibi feodal kurumların Kürt varlığını koruduğu kanısında idiler! Oysa bu kurumlar Kürtlerin uluslaşmasının önündeki en ciddi engellerdi ve bunu en iyi, söz konusu kurumlarla ittifak yapan sömürgeci Türk rejimi bilmekte idi.
Bir halkın uluslaşması, hem ekonomik, hem ideolojik ve kültürel planda dar feodal duvarları, aşiret, mezhep ve bölge anlayışlarını aşıp ulusal planda bir dil ve kültürle harman olmayı ve ulusal bir ufka ulaşmayı gerektirir. Sosyalizm ve enternasyonalizm ise çok daha geniş bir ufuktur ve bu, bazılarının sandığı gibi ulusal baskıya, eşitsizliğe karşı sessiz ve ilgisiz kalmayı değil, aksine zulme, haksızlığa, sömürüye karşı dünya ölçüsünde bir tavır takınma anlamına gelir ve çağımız insanına yakışan da budur.
Bu nedenledir ki Kürt halkının en kararlı, en tutarlı özgürlük savaşçıları Kürt sosyalistleri olmuştur.

TEVKURD mantık ve örgüt statükoculuğuna teslim oldu!

TEVKURD 3. Kongresi 06. 09. 2008 günü Amed’in Malabadi Otelinde yapıldı. Statükocu ve soğuk savaş döneminin değerlerine dayalı uzlaşma…Kongre’nin iki gün sürmesi Meclis tarafından planlanmıştı. Meclis’te daha önceden sağlanan statükocu, mevcut durumda değişiklik yapmayan, TEVKURD’ın “adam gibi adam olması” misali birleşik bir mücadele örgütü haline gelmesi için yapılan tüm önerileri red eden Dama Nû çevresinin, TEVKURD’ı geler-geçer hanı haline getiren önerisine teslim olunduğundan, statükoculuğun yukarıdan aşağıya dikte ettirici totaliter zihniyetin raconu da buna eklenince, Kongre bir gün ve 9 saat de sonuçlandı. Böylece, statükocu uzlaşmadan dolayı, yapısal değişiklik için ihtiyaç duyulan tartışmanın önüne geçilerek, açılması gereken yeni perdenin açılmasına izin verilmeden, geleneksel ve eski perde kapatıldı. Bunun kendisi TEVKURD’ın demokrasisi için vahim bir duruma yol açtı. TEVKURD’de değişim ve dönüşümün aşağıdan yukarıya demokratik bir azda yapılmasını değil, bürokratik bir tarzda yapılmasına koca bir kapı araladı.Kongre’de, TEVKURD Sözcüsü S. Korkmaz, bir-çok itirazı içinde barındıran bir konuşma yaptı. Misafirlerden, şahıs olarak Zeynel Abidin ÖZALP (Şêx Zihnî), Doğu Kürdistan’ın Makü şehrinden Kürt dili üzerinde çalışma yapan Elî, HAK-PAR adına genel başkan Sertaç Bucak, TOPLUM-DER adına Abdulbaki, Dicle Fırat Platformu adına Muhittin Batmanlı, HÎVDA adına Şükrü konuşma yaptılar. Doğu Kürdistanlı ve Tahran’dan TEVKURD’u izleyen dostumuz, Kürt dili ile siyaset ve sosyal yaşam, uluslaşma ilişkisi üzerinde konuşma yaptı. Bu konuşma, Kongrede daha fazla delegenin konuşma yapmasını sağladı, Kürtçe konuşma için motivasyon rolü oynadı, kongrenin havasını değiştirdi. Kongreye tarihi Kürdistan Mehabad Cumhuriyeti’nin havasını taşıdı. Diğer konuşmacılar, TEVKURD’ın mevcut durumu, geleceği konusunda görüşler dile getirdiler, birlik ve birlikte mücadele konusunda önermeler yaptılar. HAK-PAR genel başkanı, TEVKURD ve birlikler hakkında partisinin görüşlerinin açıkladı. Konuşmasının bir yerinde, partisinin içinde bir grup insanla farklı bir aidiyet adına anlaşma, uzlaşma ve ilişki geliştirilmesinin yanlış olduğunu dile getirdi. Bu tür davranışların ilişkileri zaafa uğratacağını dile getirdi. TEVKURD içinde olmamalarına rağmen, TEVKURD’ın yaşamasından yana olduklarını, bu nedenle TEVKURD’le dayanışma sürdürdüklerini ve parti üyelerinin TEVKURD’deki çalışmalarından çekmediklerini ve memnuniyet duyduklarını, ifade etti. TEVKURD’ın herkesi kapsayan bir şekilde yapılanması temennisinde bulundu. HAK-PAR Genel Başkanı’nın kastettiği ve işaret ettiği grup, Dema Nû grubu idi.Yurtiçinde ve yurtdışından bazı kuruluşlar ve değerli aydınlar mesajlar gönderdiler. Mesaj sahibi şahsiyetlerin TEVKURD algılamalarıyla, TEVKURD’deki statükocu, geleneksellikte ısrarın faklılığı ortadaydı.TEVKURD raporu kurmanci lehçesinden benim tarafımdan, mali rapor zazaca lehçesinden Sıtkı Zilan tarafından sunuldu. TEVKURD’ın çalışma ve mali raporları, Konge Gündeminin TEVKURD’ın model, program, tüzük üzerinde tartışma maddesi üzerinde konuşma yapan delegeler: Şemsettin Işıklı, Apê Selaheddîn, Ehmedê Dirêhî, Ben, Ömer Özmen, Aziz Alış, Fuat Önen, Fehmi Demir, Seyda Alpşen, Bayram Bozyel, Ümit Tektaş, Sinan Çiftyürek, Arif Sevinç, Suphi Orak idi. Zülküf Özer, 1000 imzalık imza kampanyası ile ilgili görüşlerini hasta olduğundan dolayı yazılı gönderdi. Şêx Zihnî misafir olarak konuştu. Çalışma raporu üzerinde Ehmed Dirêhî’nin, raporun zazaca hazırlanmaması konusundaki eleştirisi hayati bir eleştiriydi. Bu eleştiri, TEVKURD’ın çalışmalarının yakından içinde olan biri olarak, çalışmalardaki plansızlık, zamanlamadaki keyfiliğin buna yol açtığını bilmemem olanak dışıdır. Zülküf Özer arkadaşın, TEVKURD’ın 1000 kişinin imzaladığı imzayla ilgili Yürütme Kurulu kararının ortadan kaldırılması da dikkat çekici bir eleştiri ve öneriydi. Başka delegelerde konuşmalarında bu konuyu ele almışlardı. Zülküf Özer arkadaşın görüşlerinin raporların ibrasından sonra sunulmuş olması, kongrede sorunun ele alışını engelledi: Bu büyük bir zaaftı. Bu sorunla ilgili olarak gündeme gelen tartışmalar da demokrasi konusundaki eksikliğimizi ve bilgisizliğimizi ortaya koyuyordu.Bütün delegeler, TEVKURD’ın modeline ve tüzüğüne ilişkin olarak dağınık da olsa görüş ifade ettiler. Delegelerin çoğunun dile getirdiği görüşlerin önemli bir bölümü statüko dışı görüşler olmasına, açıkça ifade edilmezse bile TEVKURD’ın yeniden yapılanmasına destek çıkan görüşler olmasına rağmen, değişiklik aşamasında, mantık ve örgüt statükoculuğuna teslimiyet, söylenenlerin dışında ve ötesinde statükocu değişikliklere oy verildi.TEVKURD’ın gelişmemesinden ve çalışmalardaki üretken olmamasında herkes rahatsızlığını belirtmesine rağmen, nedenleri üzerinde isabetli teşhisler konulmadı. Kongrede de açıkça ifade ettiğim gibi TEVKURD’ın örgütsel olarak gelişmemesinin ve üretken bir örgüt olmamasının nedeni, sahip olduğu örgütsel model ve sistem, sahip olduğu senaryo ve paradigma, yeni döneme uygun kadro yapılanmasına sahip olmaması olduğu tartışmasızdır. Radikal, reformcu, yapısal değişiklik yapamamak…Kongrenin çözeceği temel sorun, yapısal sorundu. Kongrenin, TEVKURD’ın örgütsel modelini, senaryosunu ve paradigmasını yani program ve tüzüğünde radikal, reformcu, yapısal bir değişiklik sağlaması gerekirdi.TEVKURD, Eylül 2005 yılında soğuk savaş sonrasında Kuzey Kürdistan Ulusal Hareketinin yeni dönemin ihtiyaçlarını karşılamayan örgüt, mantık, paradigma ve senaryo sorununu çözme çabalarının yeni bir aşama ve çabasının ifadesiydi. PKK, soğuk savaş konseptini, Kuzey Kürdistan Hareketinin geçmiş geleneğini, ideolojisini, senaryo ve paradigmasını temsil ediyordu. Dünyadaki otoriter ve totaliter konseptlerin bir parçası, eklentisi durumundaydı. Bu nedenle, halen soğuk savaş dönemini yaşayan, soğuk savaş değerlerine sahip olan, Kürdistan sorununun çözümünü de içine alan kapsamlı çoğulcu demokratikleşmeyi sağlayamayan Türkiye ile bir uzlaşma içindeydi. Hem uluslararası plânda ve hem de ulusal plânda bir anlama sahip bir konsepti gerçek anlamda ifade ediyor ve bütün boyutlarıyla bir şeyi temsil ediyordu. Kuzey Kürdistan’da PKK dışındaki örgütçükler de, eskiyi temsil etmede, değişmemekte ısrar etmelerine rağmen, bu temsillerinin bir toplumsal karşılığı, matemetiksel bir değeri, ideolojik ve felsefik karşılığı da yoktu. Bunlar da, hiçbir şeyi temsil etmeyen soğuk savaş ve geleneksel dönemin değerlerine sahip işlevsiz yapıları konumundaydı.Demokratik ve PKK dışındaki cephenin, soğuk savaş dönemi parametrelerini aşan, yeni bir paradigma ve senaryo, yeni modern ve demokratik örgütsel model, yeni bir çalışma tarzıyla durumu aşması, yapılanması olanaklıydı. Bu hem değişik toplumsal kesimlerin temsiline denk düşen örgütlenmeler, pratikler, hem de ulusal siyasi birlik örgütleri açısından geçerliliğini koruyan bir durumdu.DKP, HAK-PAR bunu becermeye çalışan, ama eski gelenekten, eski paradigma, eski mantık ve davranış tarzından kurtulamadıkları için bunu başaramadılar. TEVKURD, bunun aşılması için başlangıçta olmazsa bile, daha sonra böyle bir çaba olarak ele alınan, yapılandırılmaya çalışılan bir konseptti. Ne yazık ki, zaman içinde, siyasi ve kurucu aktörler yapısal olarak değişmedikleri için, eskide ve değişmemekte ısrar etikleri için, TEVKURD statükocu gelişmelerle cebelleşen bir durum aldı. İki kongre de bu sorunu çözememiş, sorunu 3. kongreye ertelemişti. Ne yazık ki, 3. Kongreye kadar bu konuda yapısal bir değişiklik yapılamadı. TEVKURD 3. Kongrede de, soğuk savaş döneminin totalitarizmden kaynaklanan mantık ve örgüt statücülüğüne teslim oldu. TEVKURD Delegeleri, reformcu ve radikal değişiklikten korktular. Eskiye teslim oldular. TEVKURD de soğuk savaş döneminin misyonu bitmiş ve işlevsiz, örgüt bürokrasisini ve kadro konformizmini korumada ısrar eden örgütlerinin safına çekildi. TEVKURD’un yapısal sorunları tartışılırken, çözülemeyen büyük örgüt sorunu ve yeni yapısal büyük örgütsel sistem gözetilmedi. Eskiyi benimseyen, ama eski sistemlerden (UDG, TEVGER, 5 Qolî) çok daha geri, üretken olmamaya mahküm bir birlik yapısına onay verildi.TEVKURD Kongresi, misyonu bitmiş, halkla ilişkisi olmayan, toplumsal bir değere sahip olmayan örgütçüklerin; üretimsiz, eskiyi bile temsil etmekten aciz çevrelerin kaderine terk edildi. Örgütçüklerin ve küçük siyasi çevrelerin şeflerinin parmak işaretlerine göre karar alan, demokrasi ve yeni demokratik geleneklerle, hatta TEVKURD’ın kongreden bir önceki gündeki gelenekleriyle uzlaşmayan, ilkel totaliter bir sistemin temel taşları atıldı.TEVKURD Kongresi, program değişikliği yapamadı. Farklı amaçlara sahip olmanın bir maharet olarak devam etmesi benimsendi. Oysa örgütler, partiler, ulusal birlik örgütleri, ortak bir amaca sahip olmak zorundadırlar. Kürt ulusunun kendi kaderini tayin etmek genel bir prensip, bu genel prensibin tekabül ettiği ve karşılık bulduğu sistemin amacı, bir statüyü, toplumsal modeli, bir iktidar ve egemenlik statüsünü ifade etmek zorundadır.TEVKURD, sivil itaatsız bir yapılanma olarak, legal ve illegal örgütlerle sınır çizgilerini çekemedi, bunların üyeliğinin olanaklı olmadığını ortaya koyamadı. Bir yanda işlevi ve misyonu bitmiş, bir yanda da tarihsel döneme yapısal olarak uygun düşmeyen illegal örgütlerin belirsiz legal yapılarıyla sorunu çözme gibi, geleneksel bir yol izlendi.TEVKURD, bu nedenle, örgüt otokrasisi ve statükoculuğuna uygun olarak Meclis üyeliğini 35’ten 25’e düşürdü. Meclis için 25 kişi bulunmadı, emanet üyelerle kadro dolduruldu. Oysa TEVKURD, kongrelerinde Meclis için onlarca üyenin yarıştığı bir yapı konumundaydı. Meclis üyelerinin 25 kişiye indirilmesinin tartışmaları aşamasında, bu değişikliliğin matematiksel değer ötesinde toplumsal ve örgütsel değerinin bilincinde olunmamasının eski geleneğin, şeflerin ve örgütlerin sonunda organlara ihtiyaç duymaması eğiliminin yansıması olduğu görülmedi. Kongre, günümüz temel sorununun ulusal birlik sorunu olmadığını, mevcut işlevsiz ve misyonsuz, temsil açısından toplumsal değeri olmayan örgütçüklerle ulusal birliğin gerçekleştirilmesinin olanaklı olmadığını görmedi. İşlevsiz ve temsil yeteneği olmayan örgütçüklerin toplamının, işlevsizlik, temsilsizlik, faaliyetsizlik, üretimsizlik olacağını saptayamadı. Ulusal Birliğin ve Kuzey Kürdistan Ulusal hareketi’nin bileşik, yeni değerlerle donanmış mücadele örgütü sorununu çözmek gibi bir yükü taşımak istemedi. Bunun için bir projeye yönelemedi.İkili hukuk…TEVKURD, Dema Nû’nun, “TEVKURD’e üye olan örgütçüklerin istemeleri halinde yerel birimlere üye olacakları ve yerel birimlerin sorumluluklarını taşımayacakları” önerisini kabul etmekle TEVKURD’de ikili hukuku onayladı. İmtiyaz hukukunu çerçevelendirdi. Örgütçüklerin bürokratik ve konformist yöneticilerinin mevcut konumlarını perçinleme ve devam ettirme konusunda destek oldu. Bu öneri, örgütçüklerin örgütlenmeye ve çalışmalara katılmayacakları, merkezde ahkâm kesecekleri anlamına gelir. Örgütçükler yerel birimler üzerinde karar verme gibi bir imtiyazlı durumu da kullanarak, örgüt içi demokrasiyi tümden yok edecek, haksızlığı ve eşitsizliği hukuksuzlaştıracaklardır.Elbette örgütçükler hakkında kabul edilen imtiyaz ve ikili hukuk, bürokratik davranışlar ve konformist yaşam içinde olan bağımsız kişilerin de konumlarının devamında da büyük bir işleve sahip olacaktır. Sonuç yerine…Bu görüşlerin ortaya koyduğu gibi, elbette başta TEVKURD olmak üzere, tüm Kuzey Kürdistan Hareketi’nin bireysel ve örgütsel uzuvları gerçek durumlarını kavrayarak ve bilince çıkararak, kendilerinden radikal, reformcu, yapısal değişiklikler yaparak bütünlüklü bir yapıya doğru ilerlemeleri gerekir.“Adam olacak adam belli olur” ya da “adam olacak çocuk belli olur” sözünü rehber seçersek, TEVKURD’ın mevcut yapısıyla, benimsediği değerleriyle, sahip olduğu parametrelerle, konformist, bürokratik, statükocu kadrosuyla ileriye doğru atılım yapması mümkün değildir. Ama TEVKURD’ın halen bu durumdan kurtulması olanaklıdır. Bunun için acı bir reçeteye ve yeniden yapılandırma projesine ihtiyaç vardır. Amed, 08. 09. 2008 İbrahim GÜÇLÜibrahimguclu21@gmail.com

Tekin ÖZDİL

BASINA VE KAMUOYUNA

“Asimilasyon İnsanlık Suçudur!” – Başbakan Recep Tayyip ERDOĞAN

Bir Asimilasyon Aracı Olan
ZORUNLU DİN DERSLERİ KALDIRILMALIDIR!

Geçtiğimiz eğitim – öğretim yılı içerisinde, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve Danıştay 8. Dairesi resmi adı “Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersi” olan “Zorunlu Din Dersleri”nin din ve inanç özgürlüğünü engellediği ve eğitim hakkını ihlal ettiği hükmüne varmıştı. Bu kararlar başta Alevi Toplumu olmak üzere tüm eşitlik ve özgürlük savunucularını haklı çıkarmıştır: Zorunlu Din Dersi sadece Sünniliğin Hanefi yorumunun öğretildiği bir derstir. Ancak, AKP Hükümeti söz konusu mahkemelerin kararlarına uymayarak, yeni eğitim – öğretim yılının başladığı bugün, yani 8 Eylül 2008 tarihi itibariyle, Zorunlu Din Dersleri’ni kaldırmayacakları nı ve mevcut uygulamayı devam ettireceklerini söylemektedirler.

AKP Hükümeti Suç İşliyor!

AKP Hükümeti, AİHM ve Danıştay’ın vermiş olduğu kararların gereğini yerine getirmemekle ve hatta bu kararlara karşı çıkarak suç işlemektedir. Karar açıktır: Mevcut haliyle Zorunlu Din Dersleri hukuka aykırıdır. Bu nedenle, yargı kararlarının uygulanması için her türlü hukuki ve siyasi zeminde AKP Hükümetinin işlediği bu suça karşı mücadeleye etmeye kararlıyız.

AKP Hükümeti Siyaseten İkiyüzlüdür!

AKP Hükümeti, konuyla ilgili olarak savunmasını sürekli Anayasanın 24. maddesine dayandırmakta ve Zorunlu Din Dersleri’nin kaldırılması için Anayasa değişikliğinin gerektiğini ileri sürmektedir. Türban konusunda jet hızıyla Anayasa değişikliği yapan AKP Hükümeti nedense Zorunlu Din Dersleri hakkında oldukça geri durmakta ve hatta herhangi bir Anayasa değişikliğine karşı durmakta, mevcut politika ve uygulamaları ile sadece kendisi için özgürlük istemektedir.

Dün Kerbela’da Bugün Zorunlu Din Dersleri’nde!

Geçmişte “Aleviler” yakılarak, yıkılarak, zulümle, işkenceyle Kerbela’da, Maraş’ta, Çorum’da, Sivas’ta, Gazi’de yok edilmeye çalışıldı. Bunda başarılı olunamayınca, bugün, Zorunlu Din Dersleri’yle “Alevilik” yok edilmeye çalışılmaktadır. Ancak şunun herkes bir kez daha farkında olsun ki, hiç kimse bizleri, Alevi yolumuzdan ve erkânımızdan ne “kanlı” bir şekilde ne de “kansız” veya “tatlı” bir şekilde uzaklaştıramayacaklar.

Asimilasyon İnsanlık Suçudur!

Başbakan Sayın Recep Tayyip Erdoğan, 1 Mart 2008 tarihinde Almanya’da yaptığı bir konuşma sırasında “Asimilasyon insanlık suçudur” demişti. Sayın Başbakan’ın bu sözüne sonuna kadar katılıyoruz ve Sayın Başbakan’a bu sözünün gereğini yaparak Zorunlu Din Dersleri uygulamasına hemen son vermesini bekliyoruz. Çünkü Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin ve Danıştay 8. Dairesi’nin de tespit ettiği üzere, Zorunlu Din Dersleri’nde başta Alevi çocuklar olmak üzere farklı din veya inançtan kişilerin ve ateistlerin çocukları, Sünniliğin Hanefi yorumuna inanmaya, bu inancın ibadet ve uygulamalarını yerine getirmeye zorlanmaktadı rlar.

Yolumuzdan Asla Dönmeyeceğiz!


Ülkemizde Zorunlu Din Dersleri ile Alevilik, Sünnilik içerisinde eritilip yok edilmeye, yani asimile edilmeye ve sistemli olarak bir “kültürel soykırım” gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır. Ancak yine Başbakan Sayın Recep Tayyip Erdoğan sözleriyle ifade edecek olursak; “asla öz değerlerimizden, kültürümüzden ve geleneklerimizden uzaklaşmayacağız”.

Alevi yurttaşlar ve onların en büyük iki temsilcisi olan Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı (HBVAKV) ve Hacı Bektaş Veli Kültür ve Tanıtma Derneği (HBVKTD) olarak;

AKP Hükümeti’nin din ve inanç özgürlüğü ve eşit yurttaşlığa aykırı politika ve uygulamalarını n takipçisi olacağımızı ve bu bağlamda başta Zorunlu Din Dersleri olmak üzere işlenen her türlü suça karşı hukuki ve siyasi zeminde demokratik mücadelemizi sürdüreceğimizi basına ve kamuoyuna sunarız. Saygılarımızla. 08.09.2008


Tekin ÖZDİL Ercan GEÇMEZ
HBVKTD Genel Başkanı HBVAKV Genel Başkanı
HACI BEKTAS VELI ANADOLU KULTUR VAKFI (HBVAKV) GENEL MERKEZI Sokullu Mehmet Pasa Cad. Igde Sokak No: 24 Dikmen - ANKARA 06540Tel : +90 312 478 22 60

donderdag 4 september 2008

Kürtler tükeniyor!

Kürtler tükeniyor!

Yaşar Kaya


Öyle şey olur mu kendi toprağında nüfusu kırk milyonu aşkın, üstelik doğum oranı çok yüksek olan bir halk nasıl tükenir? Bu konuda çok sağlıklı bilgi ve bilgilere ulaşmak kolay değil. Nüfus sayımlarında bile Kürtlüğü yok sayılmış Kürtlerle ilgili araştırma yapan yazar ve araştırmacılar TAKRİBEN şu kadardır ve devam ederler. Demek ki Çeçenistan Luksemburg, Osetya, Belarus v.s. devlet oluyor da Ortadoğu’da medeniyetler yaşamış Kürt için olmuyor. Mesele zora dayalı paylaşım meselesidir. Kerkük petrolü Kürdün olmasında isterse dünya savaşı çıksın.
Şu son Kürt özgürlük savaşında ölenlere bakın; haftada sekiz on, bütün dünyamız cenaze, taziye; biri bitmeden öteki başlıyor. Kürtlerin içinden buna olur diyecek bir güç yok;
İster istemez insan düşünüyor ne zamana ve ne nereye kadar? Bunlar şehitler; ölenler, kaybolanlar, ceza evleri ağzına kadar dolu, göç büyük şehirlere doğru, sonra uyuşturucu, fuhuş tiner ve rezaletin daniskası... Kürt tükenmiyor da ne oluyor? Arab’ına Türk’üne, Farıs’ına asimle olan da cabadan... Evet hedef Kürtleri tüketmektir.. Kürt yurdunu Kürtten arınmış tarla olarak kullanmaktadır. Yüzyılımızın yüz karası bir yok etmedir bu. Ya batıya göç edenler, insan sayılmak için ‘’ben Türküm’’diyenler, ülkesinin nimetleri elinden alınmış üç beş kuruşluk ekmek parasına boyun eğenler, mevsimlik işçiler, dayak yiyenler ve linç edilenler. Evet, Kürtler tüketiliyor, önüne geçilmeli, hiç de mümkün olmayan bir tükeniş
Sevgili Kürdistanlılar, Japonya’dan Amerika’ya, Sibirya’dan Güney Afrika’ya kadar dünyaya yayılanlar elbette ki siz Kürdistanlısınız burada doğup orada büyüdünüz. !
Durum naziktir, yirmi birinci yüz yılın ilk on yılı gitti. Elbette ki avuçtaki kazanımlar nedir, gelinen yere bakalım; Savaş devam ediyor, bilanço her iki taraf içinde çok kabarık Cenazeler Afrika’daki tamtamları aratmayacak kadar faşizme zemin hazırlıyor, sloganlar ortada iyi ki henüz iki halkın boğazlaşması yok, ama oraya doğru gidenler var.
Kerkük, Xaneqin, Şengal işgal edilsin, Kürt Federe devleti yok olsun, Sayın Celal Talabani ve Sayın Mesud Barzani yok olsunlar, Peşmerge ordusu, Zerevan Ordusu dağılsın, Güneydeki kazanımlar yok olsun... Ne ABD, ne Georg W. Bush, ne Dick Ceny Talabani ve Barzani’yi kabul etmesin, görüşmesin... Güneyin yarattığı uluslar arası Diploması yok, olsun Kürt Lobileri dağılsın, kısacası Kürtlük yok olsun diye eteği zil çalanlar var.
Onlara sorum şudur; böyle olursa elinize ne geçecek, Kölelikten mi kurtulacaksınız, bunun yerine ne koyacaksınız? Böyle olmayacağını siz de biliyorsunuz. Elbette Liderlik yarışı olacak, Elbette Kürdistan’da bu yarış var, ama ulusal kazanımlar kişilere feda edilemez. Savaşan halktır, şehit olan odur. Kazanan o olacaktır. Kürdistan’daki particiliğin bu halka neye mal olduğu herkesçe bilinmektedir.
Kafkaslarda bilek güreşi devam edecektir. Mesela enerji sorun, Azerbaycan Sorun, Ermenistan sorun, Doğu Avrupa’da yeni ‘’Füze kalkanı’’ sorun, insan sorun. Irak’ta Şiilik-Sunilik sorun, Suriye’den Lübnan, İsrail ve Filistin’i içine alan Doğu Akdeniz sıcak savaş içinde ve üstelikte Kürdistan ve Kürtler bu sorunlar yumağının tam göbeğindeler. Irak federal bir devlettir. Anayasası var, hukuku var, Güney Kürdistan federe bir devlettir. Hala bazı Kürtler Güneydeki oluşum diyorlar. Talabani ve Barzani'yi küçümsüyorlar. Yerine getirip, bir şey koyun, amenna diyelim. İşimiz mektupçuluğa kalmış, mektupla ak kağıt üstünde birlik isteyenlere tarih hem geçmişte hem de şimdi gerekli dersi vermiştir.
Senin temsilcin olduğunu söyleyerek Meclise gidenler, bir Parlamento arenasında savaşıyorlar. Sebahat Tuncer bir önerge vererek bu ülkenin homoseksüellerin durumu ne olacaktır diyor. Hasip Kaplan ise Türkiye neden Pekin Olimpiyatlarında başarısız oldu, onu soruyor.
Bunlar Türkiye Partisi olacağız diyorlardı. Bunların Ordu, Samsun, Sinop, Nevşehir, Afyon’da bir ocak yeri bulacakları bile yok. Bize Kürtçü demesinler; gele gele Demokratik Konfederalizm durağında trenden indik, nedir bu demokratik Konfederalizm bilen bir Allah’ın kulu yok.
Türk soluna neyin diyet borcunu ödüyorsunuz ?Musa Anter geçen gün Rüya’ma girdi;
“Yaşar” diyordu, “Kimdir bu Filiz Koçali? Tek kişilik sosyalist Parti Başkanıymış, bu kadının kocası mı ödüyor partinin merkez kirasını, geliri var mı?”
Kekeme oldum, dilim tutuldu, bir tek şey söyleyebildim
“ Şeyh Said’in idam edildiği Diyarbekir’i bağışladıkları gün Diyarbekir surları yeniden yas tuttu. Gelecek seçimlerde Vedat Aydın’ın katledildiği maden kazasına, bu kadını Belediye Başkan’ı yaparlar,” dedim. Sedyedeki kanlı saçlarını bir yana topladı ve dedi ki:
‘’Azap duyuyorum toprakta, azap!’’
Asasını yere vurarak gitti.
Utandım...
Yaşar Kayayasar.kaya@hotmail.de

woensdag 3 september 2008

www.alevilertr.org duyurusu

Sevgili Dostlar
Zorunlu din derslerinin kaldırılması talebiyle hafta sonu İstanbul, İzmir, Adana, Malatya ve Torbalı'da basın açıklaması ve oturma eylemleri yapan Aleviler bu hafta sonu Ankara'da biraraya gelecek ve "Zorunlu din dersleri kaldırılsın" talebini daha gür bir şekilde haykıracak. Pir Sultan Kültür Derneği'nin 52 Şube Başkanı'nın katılımı ile 6 Eylül Cumartesi saat 12:30'da Güven Park'ta oturma eylemi yapılacak.
Aleviler TR Haber olarak Tüm duyarlı yurttaşlarımızı, aydınlarımızı, sanatçılarımızı, soldan, emekten ve laiklikten yana tüm dost kurumlarımızı aramızda, yanı başımızda görmek, onlarla omuz omuza bu mücadeleye olan desteği büyütmek istiyoruz
Bu anlamda sizleri aramızda görmek bir onurdur.
Vereceğiniz destek Türk Demokrasi ve İnsan Hakları için bir sınav niteliğinde olduğunu unutmamak gerekiyor.

dinsdag 2 september 2008

TC nin Kurd halkina karsi yaptigi katliam belgesi

Güney Kürdistan'da başta Kerkük referandumu olmak üzere pek çok gelişmeyi engellemek ve Kürtlerin kazanımlarını boşa çıkarmak için TSK'nin katliamlar da dahil pek çok yöntemi uygulayarak Bölge'yi istikrarsızlaştırmak istediği belgelendi. Veli Küçük'ün evinde ele geçirilen ve Ergenekon iddianamesi eklerinde yer alan TSK ibareli 'GİZLİ' belgede, Türkiye'nin Güney Kürdistan'da 'istikrarsızlık yaratmak' amacıyla bir dizi faaliyet yürüttüğü ortaya çıktı. 2007'deki art arda gerçekleşen Hewlêr, Maxmur ve Şengal katliamlarının bu planın bir parçası olduğu kaydediliyor. Planın temel amacı Kerkük referandumunu engellemek, PKK'ye karşı işbirliği yapmak... Belgede, Güney'deki gelişmelerin kaygı verici boyutta olduğu belirtiliyor. Güney'de olup bitenlerin Türkiye'ye bildirilmesi ve Türkmenlerin stratejik çıkarları doğrultusunda faaliyetlerde bulunulması için bir koordinasyon merkezinin kurulmasına dikkat çekiliyor.Katliamlar TSK'nin işi Geçen yıl 15 Ağustos'ta meydana gelen ve 500'ü aşkın æzidî Kürdün yaşamını yitirdiği, yüzlercesinin de yaralandığı Şengal Katliamı ile birlikte Federal Kürdistan Bölgesi'nde başlayan ve Kerkük referandumunu önleme amaçlı olduğu belirtilen olaylar zinciri, Ergenekon iddianamesi eklerinde de yer aldı. Aralık 2007 tarihinde yapılması gerekirken bölgede yaşayan Kürtlere yönelik peş peşe gerçekleştirilen saldırılardan dolayı tarihi sürekli ertelenen Kerkük referandumunun engellenmesi için bugüne kadar Kerkük, Musul ve Hewlêr gibi Kürtlerin yoğun yaşadığı kentlerde ağır kayıplara neden olan saldırılar gerçekleşmişti. Yaşanan bu saldırıların ardından Irak Başbakanı Nuri El Maliki ile Irak Dışişleri Bakanı Hoşyar Zebari başta olmak üzere Iraklı ve Güneyli yetkililer, olaylarda 'komşu ülkelerin' parmağı olabileceği suçlamasında bulunmuş, Türkiye ise 'Olaylarla ilgimiz yok' açıklaması yapmıştı. Ancak Veli Küçük'ün evinde ele geçirilen TSK ibareli 'GİZLİ' belge, Türkiye'nin bölgede istikrarsızlık yaratmak amacıyla gizli faaliyetler sürdürdüğü ortaya çıktı.Koordinasyon merkezi kurulsun Güney Kürdistan'da yaşanan gelişmelerin 'endişe verici boyutta' olduğu belirlemesine yer verilen belgede, 'Türkiye Cumhuriyeti devletinin kurumlarının yanısıra Türk milliyetçilerinin mesuliyet duyarak gereğini yapma mecburiyetleri vardır' ifadelerine yer verildi. Bölgede Türkmenleri tehlikeli bir sürecin beklediğine değinilen belgede, doğrudan ve dikkatli organize hareket edilmesi gerektiği belirtiliyor. Federal Kürdistan Bölgesi'nde olup bitenlerin mümkün olduğunca kısa sürede Türkiye'ye bildirilmesi ve bölgedeki Türkmenlerin stratejik çıkarları için faaliyetlerde bulunulması için bir koordinasyon merkezinin kurulması gerektiği saptamasına yer verilen belgede, bu koordinasyon merkezinde çalışması için bilinçli ve tecrübeli kişilerden oluşan ekiplerin bölgeye gelerek çalışmaya başlaması gerektiğine dikkat çekiliyor. Kurulacak olan merkezin şifreli bilgilerle Türkiye'yi haberdar etmesi ve çalışmalarını gizlilik içerisinde ele alması gerektiği belirtilen belgede, kurulacak merkezin basın ve enformasyonun merkezi olan İstanbul'da oluşturulacak merkez ofis ile ilişkilenmesi gerektiği belirtiliyor. İstihbarat grupları 3'er kişilik Belgede ayrıca, bölgeye gönderilecek istihbarat elemanlarının belirlenmiş noktalarda ve birbirinden bağımsız hareket eden, ancak birbirini takip ve kontrol eden 3'er kişilik gruplardan oluşması isteniyor. Teknik donanım açısından ekiplerin en son teknoloji ile donatılmasının bölge şartları göz önüne alındığında zorunluluk olduğu belirtilen belgede, kurulacak merkezde 24 saat vardiya-nöbet sisteminde çalışılması gerektiği ifade ediliyor. Merkezin iyi donatılmış kamufle edilmiş ve gece-gündüz çalışmaya müsait bir bina olması gerektiğine vurgu yapılan belgede, merkezde rahat çalışma alanı sağlanabilmesi için yüklü miktarda ödenek çıkartılmasının zorunlu olduğu belirtiliyor.Amaç istikrarsızlık yaratmak
Belgede merkezin başlıca görevleri şöyle sıralanıyor: 'Başta Kerkük olmak üzere Erbil, Telafer, Musul, Tuz ve Altınköprü gibi yerleşim birimlerinde gelişmelerden haberdar olmak ve gerekli fişleme çalışmaları yürütmek, Türkiye ve diğer ülkelerde bulunan Irak Türkmenlerinin kimlik bilgilerini taşıyan bir bilgi bankası oluşturmak, bunlarla irtibatlı olmak ve her an geri dönmelerini sağlayacak maddi ve psikolojik imk‰nların alt yapısını oluşturmak, bölgede faaliyet gösteren Kürt gruplarını izlemek ve kontrol altında tutmak, devletin el atamadığı sahalarda istikrarsızlıklar yaratmak.

Yeni Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nde Kürt sorunu... - H. Fırat

İnkara dayalı devekuşu politikasına devam
Daha önce dış politikaya ilişkin bölümlerini sunduğumuz Milli Güvenlik Siyaset Belgesi konulu konferansın Kürt sorununa ilişkin bölümünü de okurlarımıza sunuyoruz. Alt kimlik-üst kimlik eksenli son dönem tartışmalarının yanısıra, son MGK toplantısı ve toplantının ardından Cumhurbaşkanı’nın yeni yıl mesajında verdiği “mesajlar”ın bu bölüme ayrıca bir güncellik kazandırdığına inanıyoruz.
Kürt sorununun toplum ve siyaset yaşamında kazandığı çok özel ağırlık
Özellikle son 15 senedir sermaye düzenini uğraştıran Kürt sorunu, paradoksal bir biçimde onun için aynı zamanda burjuva sınıf gericiliğini her biçimiyle ve her alanda yoğunlaştırmanın ve kurumlaştırmanın da bir dayanağı durumunda. Toplumun geniş küçük-burjuva ve köylü katmanlarını şovenizmle sersemletmenin, gerici burjuva milliyetçiliğinin aleti haline getirmenin pek de zor olmadığını 20. yüzyılın bütün bir faşizm ve savaş deneyimi bize tüm açıklığı ile gösteriyor. Burjuvazi bir dizi ülkede gerici milliyetçi söylemlerle ve şovenist demagojiyle ilkel milli duyguları körükleyerek geniş küçük-burjuva ve köylü yığınlarını ardından sürükleyebilmiş, emperyalist ve gerici savaşlara sürebilmiş, belli dönemler için faşizmin kitle dayanağı haline getirebilmiştir. Son 15-20 yıldan beridir Türkiye’de olan, Türk halk kitlelerinin başına gelen de özünde budur. Türkiye’de burjuva gericiliği yoksulluğun ve çaresizliğin besleyip güçlendirdiği dinsel gericiliğin yanısıra artık şovenizm üzerinden de önemli bir kitle tabanına sahiptir. Buna yazık ki işçi sınıfının önemli bir kesimi de dahildir. Yakın zamanda bir bölgede işçi kurultayı çalışması çerçevesinde sıradan işçilere yönelik olarak yapılan bir ankette yer alan “Sizce Türkiye’de Kürt sorunu var mıdır” sorusuna işçilerin büyük bir bölümünden gelen “Hayır, Türkiye’de Kürt sorunu yok, terör sorunu var” yanıtı bunun sembolik bir göstergesi sayılmalıdır. Oysa aynı ankette işçiler ekonomik ve sosyal sorunlar çerçevesinde yaşadıkları derin hoşnutsuzluğu tüm açıklığı ile dışa vuruyorlar. Bu, sistemli şovenist propaganda ve şartlandırmaların küçük-burjuvazi ve köylülüğün yanısıra işçi sınıfı tabanında yarattığı etkiyi göstermektedir. Bu aynı zamanda ekonomik ve sosyal sorunların yarattığı derin hoşnutsuzluğun dizginlenmesinde ve saptırılmasında bu aynı propaganda ve şartlandırmaların rolünü ortaya koymaktadır. Kürt sorunu Türkiye’de gericiliğin beslendiği bir kaynak haline gelmiştir derken bunu anlatmaya çalışıyoruz.
Bugünün Türkiye’sinde sosyal mücadelenin, bununla bağlantılı olarak da devrimci hareketin zayıf olması, aynı zamanda Kürt sorununun toplum üzerindeki karmaşık etkileriyle de sıkı sıkıya bağlantılıdır. Özellikle ‘90’lı yıllardan itibaren ulusal uyanış ve özgürlük heyecanı Kürt emekçilerini ulusal hareketin yörüngesine iterken, bu aynı gelişme tersinden de Türk işçi ve emekçilerinin burjuva gericiliğinin şovenist tuzaklarına düşmesini kolaylaştırdı. PKK tarafından temsil edilen Kürt hareketi mayasında bulunan sol kültür sayesinde hiçbir zaman Türk düşmanlığı yapmadı, ama gene de sorunu dar bir milli davaya indirgeyerek ve böylece devrimci sınıf mücadelesi görev ve sorumluluklarından uzak durarak, Türk burjuva gericiliğinin işini fazlasıyla kolaylaştırdı.
Yılların süreklileştirdiği güçsüzlüğümüzün (bununla devrimci hareketin toplamını kastediyoruz) gerisinde bu sorunun çok büyük bir payı var ve biz buna yıllar öncesinden işaret etmiş durumdayız. Türkiye’de sosyal sorunlar ve çelişkiler sınıf mücadelesini ateşlemeye fazlasıyla elverişli gerçekte ve bu uzun yıllardan beridir de böyle. 24 Ocak Kararlarından beri, bu 25 yıl gibi uzun bir süre demektir, bu ülkede işçi sınıfı ve emekçiler haklarını ve kazanımlarını sistemli saldırılarla yitiriyorlar, sürekli bir sosyal yıkım ve yoksullaşma yaşıyorlar. Ama Kürt sorununun beslediği şovenizm zehiri burjuvazinin Türk halk kitlelerini denetim altında tutmasını kolaylaştırıyor. Kürt halk kitleleri ise önemli ölçüde ulusal davayla sınırlıyorlar kendilerini, sınıf mücadelesinden belirgin bir tutumla uzak duruyorlar.
Koca bir ulusun bütün bir cumhuriyet dönemi boyunca tüm temel ulusal hak ve özgürlüklerinden zorla yoksun bırakılması ve sistemli bir asimilasyona tabi tutulması demek olan Kürt sorunu, bu haliyle zaten kuşkusuz başlı başına temel önemde bir sorun. Fakat kendini yeniden gündeme koyalı beri yarattığı yan etkilerle kendi sınırlarının çok ötesinde bir anlam, önem ve etki gücü kazanmıştır. Türkiye’nin iç ve dış politikası son 15-20 yıldır adeta bu soruna kilitlenmiş durumda. Sosyal mücadelenin seyri bu sorundan derinden etkileniyor. Bu sorun bugünkü durumuyla sosyal mücadelenin, aynı anlama gelmek üzere toplumun ilerici-devrimci gelişmesinin önünü tıkıyor. Türkiye’nin genelinde olduğu kadar Kürdistan’da da sınıf mücadelesini boğan bir etkide bulunuyor, devrimci akımların güç kazanmasını belirgin biçimde zora sokuyor.
Bütün bunlar böyleyse eğer o halde bu mesele bir an önce ve öncelikle çözülmelidir denebilir, nitekim deniyor da, ama sonuçta çözülemiyor. Üstelik İmralı teslimiyetine, bunun burjuva sınıf düzeni payına yarattığı olağanüstü uygun ve kolaylaştırıcı koşullara rağmen. Güçlü tarihsel kökleri olan bu çapta bir toplumsal-siyasal sorun, gerçek ve kalıcı manada, ancak onu çözebilecek sosyal dinamikler harekete geçebilirse/geçirilebilirse çözülebilir. Yoksa bugünkü gibi sürünür ve kendisiyle birlikte tüm toplumu da süründürür. Buradan da anlaşılabileceği gibi, genel devrimci siyasal mücadelenin zayıflığı, Kürt sorununda çözümsüzlüğün de sürmesi ve derinleşmesi ile aynı anlama gelmektedir.
Bütün bunlar Kürt meselesinin Türkiye’nin toplam siyasal yaşamı içinde tuttuğu çok özel yeri göstermektedir. Bu öyle basitçe kendi sınırları içinde duran bir mesele değildir, bunu önemle yineliyoruz. Türkiye’deki siyasal yaşamın toplamını derinden etkileyen, dahası bugünkü haliyle birçok bakımdan da belirleyen bir mesele durumundadır. Kürt sorunu üzerine sonu gelmeyen değerlendirme ve tartışmalarımıza da buradan bakmak gerekir. Biz Kürt sorununu tartışıyor görünürken, gerçekte Türkiye’nin ve bölgenin bir dizi gelişmesini ve sorununu tartışmış oluyoruz; ya da tersinden, Ortadoğu ve Türkiye üzerine değerlendirmeler yaparken, ister istemez birçok yönüyle Kürt sorununa da bağlanıyor, ona ilişkin özgün sorunları tartışıp değerlendirmek durumunda kalıyoruz.
Bugüne dek birçok yönden değerlendirmelere konu edip tartıştığımız Kürt sorununa bir de devletin yeni Milli Güvenlik Siyaset Belgesi üzerinden bakmak ihtiyacını da bu çerçevede ele almak gerekir.
Yeni Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nin iç politikaya ilişkin bölümlerinde bir kez daha karşımıza ağırlıklı olarak Kürt sorunu çıkıyor. Kürt sorunu bugün Türk burjuvazisinin iç ve dış politikasının en temel sorunlarından biri, güncel ağırlığından dolayı da belki de birincisi durumunda olduğuna göre bu şaşırtıcı da değildir. 6 yıllık İmralı sürecinin ve Ortadoğu’da Kürt sorunuyla bağlantılı bunca gelişmenin ardından sermaye devletinin Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nde Kürt sorununu nasıl ortaya koyduğunu görmek kuşkusuz fazlasıyla önemli.
Devletin yeni Siyaset Belgesi, Türkiye’nin iç güvenliğini tehdit eden temel unsurları irtica, bölücülük ve aşırı sol akımlar olarak tanımlanıyor. Önce kısaca bize ilişkin söylenenlere bir çift sözle değinmek gerekir. Yeni belge her zaman olduğu gibi “aşırı sol unsurların şiddete dayalı faaliyetleri” dese ve olayı böylece “terör sorunu” olarak göstermeye çalışsa da, sonuçta ve gerçekte temel kaygısının ne olduğunu, “toplumda sınıf ayrımcılığını yaratmaya dönük çabalar”engellenmelidir diyerek bütün açıklığıyla ortaya koyuyor. “Toplumda sınıf ayrımcılığını yaratmaya dönük çabalar”ın engellenmesi, sosyal mücadelenin dizginlenmesi, işçi ve emekçi hareketinin bilinçli ve örgütlü öncü kesimi demek olan devrimci akımların ezilmesi anlamına gelmektedir. Burjuvazi elbette sınıf bilinci ve sezgileri sayesinde uzun vadeli ve dolayısıyla çok gerçekçi düşünüyor. Düzen yıkıcılığının stratejik düzeyde en temel tehlike olduğunun yeterince farkında. Devrimci hareketin bugünkü zayıflığı onu gevşetmiyor. İzlenen ekonomik ve sosyal politikaların zaman içinde yaratacağı sorunları ve sonuçları en az bizim kadar görüyor. Dünyada ve Türkiye’de devrim akımının zayıflamasının yarattığı sonuçlardan en iyi biçimde yararlanıyor; şovenizmi körükleyerek Türk halk kitlelerini sersemlettiğini, sosyal bilinçten ve mücadeleden uzaklaştırdığını, bunların kendi işini fazlasıyla kolaylaştırdığını biliyor. Fakat bütün bunların bir sınırı ve sonu olduğunu, olacağını da biliyor. “Toplumda sınıf ayrımcılığını yaratmaya dönük çabalar”ın engellenmesine de bu gözle bakıyor. Devrimci akımlara yönelik “milli siyaset”ni de buradan giderek saptıyor. Bunun basına yansıyan sınırlı bilgiler kapsamında bile bir dizi uzantısı var, ama bunlar üzerinde durmak gerekli değil. Bütün bunları siyasal yaşama ve gelişmelere ilişkin değerlendirmelerimizde zaten sürekli işliyoruz. Yeni Siyaset Belgesi’nde bu açıdan yeni bir şey yok, basına yansıyan o sınırlı bilgilerin bu açıdan bizim için herhangi bir “haber değeri” yok.
Asıl önemli nokta Kürt sorunu üzerine söylenenler. 20 yıllık uyanıştan, 6 yıllık İmralı teslimiyetinden ve Güney Kürdistan’daki son gelişmelerden sonra devlet gelinen yerde Kürt sorununa nasıl bakıyor? Siyaset Belgesi yeniden düzenlenip güncelleştirildiğine göre, burjuvazinin resmi politika planında bütün bu gelişmelerden çıkardığı yeni sonuçlar ve bu çerçevede oluşturduğu yeni politikalar neler? İç politika planında Siyaset Belgesi daha çok bu açıdan, bunları görüp anlamamız bakımından önemlidir.
“Tek devlet, tek ulus, tek bayrak, tek dil”
Sonuç olarak söylenebilecek olanı en baştan söyleyerek başlayabiliriz: Yeni Milli Güvenlik Siyaset Belgesi üzerinden burjuvazi Kürt sorununda devekuşu politikasına kaldığı yerden devam ediyor. Üstelik belgenin bir önceki versiyonuna göre daha da güçlendirilmiş gerici inkarcı vurgularla.
“Türkiye Cumhuriyeti etnik temele dayalı olarak kurulmamıştır”, diyor yeni Siyaset Belgesi. Bunu ne zaman söylüyor? Kürt halkına karşı gerici şoven histerinin en tiksindirici bir Türklük teması üzerinden sürdürüldüğü bir dönemde. Resmi toplumun her yanından gerici şoven karakteriyle Türklük akıyor, ama yeni Siyaset Belgesi “Türkiye Cumhuriyeti etnik temele dayalı olarak kurulmamıştır” deme pişkinliğini buna rağmen gösteriyor. Konuya ilişkin gazete haberinden bu ilk cümleyi izleyen bir sonraki cümleyi okuyorum: “Kuruluş esası, tek devlet, tek ulus, tek bayrak, tek dildir...” Hem etnik temele göre kurulmamıştır, ama hem de herşey belirli bir etnik kimliğe dayalıdır, ona endekslidir, onun tarafından belirlenmektedir. Öyle ya sözü edilen tek ulus Türk ulusudur, tek devlet Türk devletidir, tek bayrak Türk bayrağıdır ve doğal olarak tek dil de Türk dilidir. Demek ki daha ikinci cümledeki bu inkarcı şoven katılık, ilk cümledeki o sözde kapsayıcı yumuşaklığı olduğu gibi tekzip ediyor.
Ama yine de gerçekte burada burjuva gericiliğinin izlediği ve izleyeceği politika bakımından esasa ilişkin bir çelişki yok. Zira burjuva gericiliğinin dilinde “Türkiye Cumhuriyeti etnik temele dayalı olarak kurulmamıştır” söylemi, Kürt ulusal gerçekliğini ve bundan doğan tüm demokratik siyasal hakları inkar etmenin, “tek devlet, tek ulus, tek bayrak, tek dil” politikasını aynen sürdürmenin yeni formülü oluyor, bu ikisi bu açıdan birbirini tamamlıyor. Özetle katı inkarcı politika olduğu gibi sürdürülüyor.
“Atatürk’ün ‘Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir’ sözü temel bir ilkedir. Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı bulunan herkes ülkenin esas unsurudur.” Atatürk’e atfedilen ifade, inkarcı düzenin yeni sığınağı durumunda, “temel ilke” vurgusu da bunu anlatıyor. Ama bu “temel ilke” gerçekte basit ve bayağı bir hokkabazlıktan öte bir anlam taşımıyor. Atatürk’ün bu sözü ne zaman kıymete binip devletin Milli Siyaset Belgesi’ne giriyor? Kürtlerin ulus bilinciyle ayağa kalkıp temel ulusal haklarını talep ettikleri bir dönemde. ‘Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkı”yla sözüm ona bütün etnik kimlikler, bu arada Kürtler zimnen kucaklanmış oluyor. Ama cümlenin öznesindeki bu sözde kucaklayıcılık yüklemde bir kez daha bildiğimiz o katı inkarcı sonuca bağlanıyor. Bu özne üzerinden sunulanın yüklem üzerinden ortadan kaldırılması bile değildir. Zira burada ‘Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkı” tanımı tam da “Türk milleti”ne dayalı inkarcı tutumu vurgulamak içindir. Bu Anadolu’nun etnik-kültürel zenginliğini “Türklük” içinde eritmek ve bitirmek politikasının, bütün bir cumhuriyet dönemini kapsayan o katı inkara dayalı asimilasyoncu politikanın, bu kez “kapsayıcı ulus tanımı” içinde sunulması hokkabazlığından öte bir şey değildir. Bu basit bir hokkabazlıktır; zira “Türkiye halkı”nı oluşturan Türk, Kürt, Arap, Çerkez, Rum, Ermeni milliyetlerinden oluşan halklar mozaiğinin neden acaba “Türk milleti” kalıbı içine sokulması gerektiğinin bilimsel ve tarihsel herhangi bir açıklaması yoktur. Bu yalnızca bir politikadır, üstelik 80 yıldır izlenmekte olan zorla Türkleştirme politikasının ta kendisidir.
Buna rağmen ben onu burjuvazinin yeni sığınağı olarak tanımlıyorsam, bu, “temel ilke”nin öznesindeki sözüm ona kapsayıcılık hokkabazlığından umulan yarardan dolayıdır. Devlet gelinen yerde bundan ciddi ciddi yarar umuyor. Fakat bu boş bir umuttur, bu gerçeklerle alay etmektir, Ortadoğu’daki son gelişmelerin ardından kafasını daha derinlemesine kuma sokmak, gülünç durumlara düşmektir. ‘Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir’ demenin düne kadar Kürtlere “dağ Türkleri” demekten özünde bir farkı yoktur. Biçimdeki farkı ise bir “alt kimlik”, Siyaset Belgesi’nin kullandığı ifadeyle “mahalli” kimlik olarak, Kürtlerin ve öteki etnik kimliklerin artık lütfen kabul edilmesidir. Elbette üst ve belirleyici Türk kimliğine bağlı ve tabi olarak. Haberin yazarı Mustafa Balbay’ın nezaket gösterip “Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı bulunan herkes ülkenin esas unsurudur” sözleriyle sunduğu ifadenin yükleminin gerçekte “Türktür” biçiminde olduğundan en ufak bir kuşku duymamak gerekir. Bunun böyle olduğunu bunu önceleyen “temel ilke” tanımı bütün açıklığı ile ortaya koymuyor mu? Kaldı ki bu mevcut anayasanın 66. maddesindeki tanımın kendisidir ve devlet onu Siyaset Belgesi üzerinden yeniden vurgulayarak inkarcı politikadaki kararlığını ortaya koymuş olmaktadır. (“MADDE 66. – Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür.”)
Çağdışı inkarcılığa “çağdaş” yorum
“Atatürk’ün, ‘Millet; dil, kültür ve ülkü birliğiyle birbirine bağlı vatandaşların oluşturduğu siyasi ve sosyal bir birliktir’ sözü bugün de geçerli olan, çağımızın gereklerine yanıt veren bir yaklaşımdır.” Siyaset Belgesi’nden bunları aktarıyor haberi yapan gazeteci. Bu tanım inkarcı düzenin yeni dönemde inkarcı çizgi çerçevesinde sığınmayı umduğu bir başka argümanı ortaya koyuyor. Atatürk’e atfedilen tanım, millet gerçeğine ilişkin bazı doğrular içeriyor kuşkusuz. Ama buna sığınırak bu saaten sonra Kürt ulusal gerçeğini inkar etmenin bir olanağı var mı? Aynı tanım üzerinden pekala Kürt ulusal gerçeğini de dile getirebilirsiniz. Yine de inkarcı devletin buna sığınması, tutup güncelleştirilmiş bir belgede buna atıfta bulunması boşuna değil. 80 yıllık milli baskı ve asimilasyon politikasının sonuçlarına örtülü bir atıf var burada. Kürtlerin bilim, kültür ve politika dili olarak Kürtçe’den çok Türkçe’ye bağımlılıklarına, Kürtler üzerindeki genel kültürel asimilasyonun sonuçlarına bağlanan bir umut var burada. “Dil, kültür ve ülkü birliği” kalıbı burada buna hizmet ediyor. Yani etnik kökenimiz ayrı olabilir; ama dilimiz ve kültürümüz aynı denmek isteniyor burada ve elbette bununla bir kez daha “temel ilke” olan “tek millet” sonucuna, yani Türklüğe çıkılıyor. Böylece çağdışı ulusal inkarcılık da yeni bir hokkabazlıkla “çağımızın gereklerine yanıt veren bir yaklaşım” cilası içinde sunulmuş oluyor.
Bütün bunlar, Kürt sorunu ekseninde yaşanan bunca gelişmenin ardından, devletin Kürt sorununda esnemek ve bazı açılımlar yapmak yerine, kendini inkarcı çizgide ideolojik olarak tahkim etmek, buna dayalı argümanlarler geliştirmek yoluna gittiğini gösteriyor. Nitekim “çağımızın gereklerine yanıt veren bir yaklaşım” hemen devamında şu sözlerle sürüyor: “Bu bağlamda mahalli dil ve kültürler bireysel özgürlük kapsamındadır. Bu özgürlüklerin kötüye kullanılmaması önem taşımaktadır. Bölücü örgütün bu unsurları kendi amaçları doğrultusunda kullanmamasını sağlamak gereklidir.”
“Mahalli dil ve kültürler”le kuşkusuz temelde Kürtler kastedilmiş oluyor. Buradaki “mahalli dil ve kültürler bireysel özgürlük kapsamındadır” ifadesi çok önemlidir. Devlet bilinen tutumunu yeni Siyaset Belgesi üzerinden bir kez daha yineleyerek, Kürt ulusal varlığını reddetmenin ötesinde Kürtlere “mahalli” planda bile herhangi bir kollektif hak tanımayı reddediyor. Katı inkarcı tutum “mahalli dil ve kültürler”lerin kabulü üzerinden güya esnetiliyor, fakat bireysel hak vurgusuyla da gerisin geri katılaştırılıyor. İnkarcı burjuva sınıf düzeni için bu çok mantıksız da değil. Zira kollektif kimlik ve buna dayalı hak kabulünün Kürt ulusal varlığının kabulüne çıkacağını çok iyi biliyor. Her kollektif ulusal hak kamu yaşamını da kapsamak durumundadır. Kürtçe konuşmak kollektif bir hak olarak tanınırsa, bu onun kamu yaşamının tüm alanlarında da özgürce kullanılabilmesi hakkı anlamına gelir. İnkarcı devlet bundan öcü gibi korkuyor ve “mahalli dil ve kültürler”in bireysel hak kapsamında olduğunun altını çiziyor. Yani Kürt kökenli vatandaş evinde, sokakta, belki kahvehanede Kürtçe konuşabilir, ama okulda, mahkemede, devlet dairesinde asla. Bu, devletin aynı noktada dönüp durduğunu gösteriyor.
Bu konuda Siyaset Belgesi’nin bundan önceki versiyonu bile daha ileri bir noktadaydı. ‘90’lı yılların ortasında, yani Kürt ulusal direnişinin tüm şiddetiyle hala sürdüğü bir sırada kabul edilen belgedeki hüküm, yine basının aktarmasına göre şöyleydi: “Kamusal alana kaymamak koşuluyla mahalli dil ve kültürlerin özelliklerinin geliştirilmesine yönelik düzenlemeler yapılmalıdır.” “Kamusal alana kaymamak” kesin koşuluna rağmen burada “mahalli dil ve kültürlerin özelliklerinin geliştirilmesine yönelik düzenlemeler” biçiminde pozitif bir vurgu vardır. Şimdi ise bireysel hak kapsamı vurgusunu “bu özgürlüklerin kötüye kullanılma”nın engellenmesine yönelik tedbirlerin alınması vurgusu tamamlamaktadır. Bunun ne anlama geldiğini hergünkü baskıcı uygulamalar bize bütün açıklığı ile gösteriliyor. Yerel bir parti kongresinde Kürtçe konuşmanın bile cezai koğuşturma konusu olması gerçeği, devletin Kürt sorunundaki esneme sınırlarını da ortaya koyuyor.
Güney’de bir Kürt devletinin kurulduğu bir sırada Kuzey’de durum işte bu. Kuşkusuz bu sonu olmayan umutsuz bir açmaz, körlemesine bir devekuşu politikası... Bu politikanın bir sonuç vermesi, sorunu çözmesi, çözmek bir yana bir parça olsun yumuşatıp yatıştırması mümkün değildir. Fakat halihazırdaki durum da işte budur. Siyaset Belgesi’nde Kürtlere tanınan resmi hareket alanı işte bu kadardır. “Mahalli dil ve kültürlere” salt bireysel haklar kapsamında sözüm ona “özgürlük”; ama bunun bile sistemli zaptiye tedbirleriyle sıkı biçimde kontrol edilmesi. İmralı çizgisinin dayandığı boş umutlara da buradan bakabiliriz. Sizin gelin de “milli politikası”nı bu sınırlarda belirlemiş bir devletle barışıp bütünleşin! Burada en geri bir ulusal çizgiye bile nefes alacak bir alan yok demek istiyorum. Devlet sizi kollektif bir “alt kimlik” olarak bile kabul etmek istemiyor.
Yeni Siyaset Belgesi bu katı inkarcı tutumu çerçevesinde dikkate değer bir yenilik daha içeriyor. Eski Siyaset Belgesi’nde “Türk milliyetçiliği”nin ırkçı yorumu bir “tehdit unsuru” kabul ediliyordu. Türk ırkçılığının sokak linçlerine varacak düzeyde şaha kalktığı bir dönemde devlet yeni Siyaset Belgesi’nden bunu çıkarıyor. Ve basın bu son derece dikkate değer tutumu “ülkücü milliyetçilik tehdit olmaktan çıkarıldı” manşetleriyle duyuruyor.
Kürtlere nefes alacak alan bırakmamak ile ırkçı faşist milliyetçiliğin tehdit olmaktan çıkarılması aynı politikanın iki yüzüdür. Ya da aynı bütünsel politikanın iki unsurudur. Çünkü o ırkçı-faşist milliyetçilik devletin bizzat yönlendirip uyguladığı linç girişimlerinde artık önemli bir dayanak, geçmişte olduğu gibi devlet için vurucu bir güç. Bu çok çok önemli, fakat ek açıklamalar gerektirmeyecek denli açık bir yeni politika.
Yine de bu politikanın anlamını daha iyi değerlendirebilmek için yeni Siyaset Belgesi’nin bir başka temel önemde tespitine de bakmamız gerekmektedir. Şöyle diyor yeni belge: “Türkiye’nin temel kuruluş ilkeleriyle hedefleri örtüşen sivil toplum kuruluşlarıyla ilişkiler önem taşımaktadır.”
Nedir“Türkiye’nin temel kuruluş ilkeleri”? Yanıtını artık biliyoruz: Tek dil, tek devlet, tek ulus, tek bayrak. Yani Kürtlere nefes alacak alan bırakmamak. Bu çerçevede devletle temel “hedefleri örtüşen sivil toplum kuruluşları” hangileri olabilir? MHP’den Türk-İş’e kadar bütün bir faşist ve gericiler takımı. Siyaset Belgesi’nin saptadığı bu yeni görev ile ırkçı milliyetçiliğin bir “tehdit unsuru” olmaktan çıkartılması arasındaki mantıksal uyum herhangi bir açıklama gerektirmiyor. Devlet aslında bir yanıyla da gerçekçi davranıyor. İşlerin Türk-Kürt çatışmasına bir biçimde gideceği bir muhtemel duruma karşı kendi cephesinden şimdiden hazırlık yapıyor, kendi saflarını hazırlıyor. Eğer Türk milliyetçiliğini tehdit ilan ederseniz, önemli bir kitle dayanağınızla sorun alanı yaratmış olursunuz. Onu tehdit olmaktan çıkarıyorsunuz, dahası “Türkiye’nin temel kuruluş ilkeleriyle hedefleri örtüşen” güçler olarak doğrudan dayanılacak güç ilan ediyorsunuz. Durum zaten buydu kuşkusuz, uygulama yönünden burada esasa ilişkin bir yenilik yok, yeni olan devletin Milli Siyaset Belgesi üzerinden bunu milli bir politika düzeyinde formüle etmesidir. Haber değeri sadece burada, yoksa burada da uygulama yönünden yeni olan herhangi bir şey yok.
Kürt sorunu bağlamında Kerkük ve Türkmenler sorunu
Kürt politikasında geriye bir de Kerkük kalıyor. Kerkük başlıklı bir bölüm var, ama politika olarak saptananların fazla bir ciddiyeti yok. Çünkü olayların da açıklıkla gösterdiği gibi uşaklık ettikleri Amerika karşısında yapabilecekleri fazla bir şey yok. Türkiye’deki Kürt sorunu konusunda direnç gösterebilirler ama Güney Kürdistan konusunda yapabilecekleri bir şey yok artık. Gene de yapmak isediklerini okumak istiyorum: “Irak, etnik temele dayalı olarak yapılandırılırsa kalıcı bir devlet yapısı oluşturulamaz.” Bu bir politika değil, daha çok bir fikir beyanı. Yani Irak’ta Kürtler federal bir devlet olursa Irak toprak bütünlüğünü koruyamaz diyor. Bu bir fikir, bir tespit yalnızca, daha açık tanımlar getiremiyorlar, buna cesaret edemiyorlar, yapabilecekleri fazla bir şey olduğuna da artık inanmıyorlar. Sadece Amerika’ya, onu öyle yaparsanız Irak üzerindeki bütünsel etkinizi koruyamazsınız demeye, sözde buradan uyarıda bulunmaya çalışıyorlar. Siyaset Belgesi’nin bu tespitinin Türk diplomasisin gündelik resmi söylemi olduğunu biliyoruz, sözkonusu uyarıyı bu çerçevede dile getiriyorlar.
İkinci hüküm: “Kerkük, herhangi bir etnik grubun doğrudan etkisi altına girmemeli.” Bu da bir şey anlatmıyor. Sonuçta birisinin etkisi altına girecek, bundan kuşku duymamak gerekir. Burjuva ilişkiler dünyasında bunun başka türlü olması olanağı yoktur. Bugüne kadar Arap burjuvazisi şahsında Araplar’ın etkisi altındaydı, bundan böyle de büyük bir ihtimalle Kürt burjuvazisi şahsında Kürtlerin etkisi altında olacak. Dolayısıyla Siyaset Belgesi’nin hükmü boş bir temenniden öteye bir anlam taşımıyor.
Kerkük kuşkusuz etnik bir mozaik. Ama Kürtler de halihazırda zaten başka bir şey söylemiyorlar ki. Kürtler, ki en aşırısı şimdi Barzani’dir, aslında farklı bir şey söylemiyorlar, Kerkük Kürtlerindir demiyorlar. Kerkük Kürtlerin, Türkmenlerin, Arapların yaşadığı bir Kürdistan kentidir diyorlar. Bu anlamda “herhangi bir etnik grub”un tekeli sözkonusu değil şimdilik, ya da kimse bunu savunuyor görünmüyor. Ama bu etnik gruplardan birinin etkin ve egemen güç olmayacağı anlamına da gelmiyor ve bunun yeni adayının Kürtler olduğu da artık aşağı yukarı kesinleşmiş bulunuyor.
Buna rağmen Siyaset Belgesi’nin saptadığı siyasetin bir anlamı var. Kerkük’te Türk devleti bugüne kadar bir fesat odağı idi ve yapılan tespitler çerçevesinde bundan sonra da elinden geldiğince fesat odağı olmaya devam edecek. Sistemli çabalarla Türkmenleri Kürtlere karşı kışkırtma politikası sürdürülecek. Bu vesileyle söylemiş olayım; Türkiye’yi yönetenler halihazırda Kerkük ve Türkmen politikasında bozguna uğramış durumdalar. O sözü çok edilen ve büyük misyonlar biçilen Türkmen Cephesi bu politika bozgununa bağlı olarak dağıldı bile.
Irak Türkmenleri’nin önemli bir bölümü Şii, yani Türk burjuvazisinin temsil ettiği resmi ideoloji ve kültüre bir hayli yabancı. Bu açıdan Türk burjuvazisinin gerici politikalarına alet olmaları sanıldığı kadar kolay değil. Türkmenler halen büyük ölçüde Şii akımların etkisi altındalar. Öteki bir bölümü Kürtlerle çok iyi ilişkiler içerisinde. Onyılları bulan sistemli baskı rejimi Kürtlerle birlikte onları da hedef almış ve bu, Irak’ın bu iki mazlum halkı arasında doğal bir yakınlaşma yaratmış. Daha sıkı bir yakınlaşmanın bizzat Türk devleti tarafından sabote edildiğini biliyoruz. Türk devleti Baas rejimi döneminde etkilediği kadarıyla Türkmenleri Arap rejimini desteklemeye yönlendirdi. Bunu kendisi için tehlike olarak gördüğü Irak Kürt ulusal hareketine karşı düşmanca tutumundan dolayı yaptı ve bu arada Baas rejiminin Türkmenler üzerindeki baskı ve zulmüne gözlerini tümüyle kapadı. Eskiden Türk devleti için ne Türkmenlerin hakkı hukuku ve ne de Kerkük sorun vardı. Bunlar Kürtlerin inisiyatif kazanması ve devletleşmesi ile birlikte gündeme geldiler, Türk devleti için anlam ve önem kazandılar. Dolayısıyla Türk devleti için sorun Türkmenler değil Kürtlerdir, Türkmenler Kürtlere karşı kullanılmak istenen gerici bir kozdur.
Türkmenler Irak’ın mazlum halklarından biridir. Türk devletinin beslemesi Ankara merkezli Türkmen Cephesi’ne bakarak Irak Türkmenleri hakkında bir yargıya varmak tümüyle yanıltıcıdır. Türkmenlerin önemli bir kesimi Türk devletinin kışkırtıcı politikalarına tümüyle ilgisiz biçimde Şii akımların etkisi altında. Öteki bir kesimi Kürtlerle dostluk içerisinde. Çünkü Kürtler onların dil ve kültürlerine, bundan doğan haklarına halihazırda, hiç değilse halihazırda, saygı duyuyorlar ve bunu uygulamada da gösteriyorlar. Yarın devlet olduktan sonra bu durum önemli ölçüde değişecektir, bundan da kuşku duymamak gerekir. Burjuvazi her yerde burjuvazidir ve onun ulusal politikası her zaman öteki ulusal toplulukları ve azınlıkları baskı altına almaktır. Bütün burjuva sınıf iktidarları kendi azınlıklarını bir biçimde ezerler, zira kendileri için tehdit olarak görürler. Ama halihazırdaki durum bu değildir. Kürtler devletleşmelerini ilerletmeye çalışırken Araplar karşısında öteki azınlıkların da desteğine ihtiyaç duymakta, bu çerçevede onların haklarına saygı göstermektedirler. Bugün Güney Kürdistan’daki Türkmenler tüm kültürel haklarını kullanabiliyorlar. Dillerini kullanabiliyorlar, okullarına sahipler, kültürel yaşamları üzerinde bir kısıtlama yok, siyasette yerleri var, idari yapılanmada yerleri var. Bütün bunlar üzerindeki tek gerçek tehdit halihazırda Türk devletinin kışkırtmalarından başka bir şey değil. Türk devletinin Türkmenleri kullanmaya yönelik fesat faaliyetleri Türkmenleri durduk yerde hedef haline getiriyor. Öteki halkların, özellikle de Kürtlerin onlara karşı güvensizlik duymalarını besliyor. Türkmen haklarının şampiyonu

M. Kemal in Kurtler uzerinde oyunlari, belgeler.

ATATURK KURTLERI NASIL KANDIRDI?

BELGE:

"TÜRK,KÜRT,ÇERKES KARDESIZ" Mustafa Kemal'in, Ankara'dan, Çerkes Ethem'in agabeyi Resit Bey'e gönderdigi 7 Ocak 1920 tarihli telgrafindan: , "konu disi olarak, sunu da belirteyim ki, Anzavur'un alçakligi, kendisine ve kiskirtici olan Ingilizler ile ayakçilarina yöneliktir.Bu din ve devletin saglam bir uyrugu olan Çerkez kardeslerimiz, hepimizin övdügümüz bastacimizdir. Asil, bugün düsmanlarla çevrili Türk, Kürt, Çerkez ve diger din kardeslerimizin elele vermesi, sarsilmaz bir bütün olusturmalari, namus ve yasamimizi kurtarmak için bir zorunluluktur..." (Harp Tarihi Vesikalari Dergisi, Sayi: 34, Belge no: 849 BELGE: 5 "KÜRTLER, TÜRKLERLE BIRLESTI" Mustafa Kemal'in, "NUTUK" adli eserinin, "Samsun'a Çiktigim Gün Genel Durum ve Görünüs" baslikli bölümünden: "Anadolu halki, bastan asagi bölünmez bir bütün haline getirildi. Bütün kararlari, bütün komutanlar ve arkadaslarimizla birlikte aliniyor. Vali ve mutasarriflarin hemen hepsi bizden yanadir. Anadolu'daki ulusal örgütler ilçe ve bucaklara kadar yayildi. Ingiliz korumasi altinda bir bagimsiz Kürdistan kurulmasiyla ilgili propaganda ortadan kaldirildi ve bu amaci güdenler yola getirildi. Kürtler Türkler ile birlesti..." (Nutuk, Türk Dil Kurumu, Ankara, 1976, Sayfa: 15) BELGE: 6 "KÜRDISTAN'I AYAKLANDIRIYORLAR!" Mustafa Kemal'in, Nutuk adli eserinde yer alan ve 6. Kolordu Komutani'nin, Padisah'a gönderdigi mektuptan söz ettigi bölümden: "...komutanlar, mektupta hükümetin savas yoluna gidep kongreyi basarak Müslümanlar arasinda kan dökmeye kalkistigi ve Kürdistan'i ayaklandirarak, yurdu parçalatma planini da para karsiliginda yüklenmis oldugu belgelerle anlasildigindan, hükümetin bu iste kullandigi adamlarin bozguna ugrayarak kaçmak zorunda birakildiklarindan söz ediyorlar..." (Nutuk, Inkilap Yayinevi, Ankara,1966, Sayfa: 100) BELGE: 7 "KÜRDISTAN'A OTONOM YÖNETIM!" Altinda "Büyük Millet Meclisi ve Mustafa Kemal" imzasi bulunan ve El-Cezire KomutaniTuggeneral Nehat Pasa'ya gönderilen masaj: "Kisiye Özel. El-Cezire Cephesi Komutani Tuggeneral Nihat Pasa Hazretlerine, 1-Asamali olarak, bütün ülkede ve genis ölçekte dogrudan dogruya halk gruplarinin ilgili ve etkili oldugu bir biçimde yerel yönetimlerin olusturulmasi iç politikamizin geregidir. Kürtlerle dolu bölgede ise, hem iç politikamiz ve hem de dis politikamiz açisindan ölçülü yerel bir yönetim kurulmasini savunmaktayiz. 2-Uluslarin kendilerini yönetmeleri yetkisi bütün dünyada benimsenmis bir ilkedir. Biz de bu ilkeyi benimsiyoruz. Kürtler'in bu döneme kadar yerel yönetime iliskin örgütlerinikurmus ve baskanlari ile yetkilerini bu amaç için bizce kazanilmis olmasi ve oyladiklarinda kendi kaderlerine gerçekten sahip olduklari BMM (Büyük Millet Meclisi) buyrugunda yasam istekleri yayinlanmalidir. Kürdistan'daki bütün çalismalarin bu amaca dayali politikaya yöneltilmesi El-Cezire Cehpesi Komutanligi'nin görevidir. 3-Kürdistan'da Kürtler'in Fransizlar ve özellikle Irak sinirinda Ingilizler'e karsi düsmanligini silahli çarpismayla durdurulamaz bir düzeye vardirmak ve yabancilarla Kürtler'in birlesmesini engellemek asamali olarak yerel yönetimler kurulmasinin zeminini hazirlamak ve bu yolla yürekten bize bagliliklarini saglamak Kürt yöneticilerinin sivil ve askerlik görevleriyle görevlendirilerek bize bagliliklarini pekistirmek gibi genel yollar benimsenmistir. 4-Kürdistan'in iç politikasi El-Cezire Cephesi Komutanligi'nca belirlenecek ve yönetilecektir. Cephe Komutanligi bu konuda Büyük Millet Meclisi Baskanligiyla yazismalar yapar. Iller tarafindan izlenecek yolu düzenleyip uyumu saglayacagi için sivil yöneticilerin de bu konuda bagli olduklari yer, Cephe Komutanligi'dir. 5-El-Cezire Cephe Komutanligi yönetim, adalet ve maliye (parasal) konularda degisiklik ve düzenlemeye gerek gördükçe, bunun uygulanmasini hükümete önerir. BMM Baskani Mustafa Kemal." (TBMM.Gizli Celse Zabitlari, Türkiye Is Bankasi Kültür Yayinlari, Ankara, 1985, Cilt: 3, Sayfa: 550) BELGE: 8 "KÜRDISTAN'DA BULUNMAKTAN KIVANÇ DUYDUM!" Mustafa Kemal'in, Adana'dan, 24 Mart 1919 günü, kendisi ve arkadaslariyla ilgili olarak ortaya atilan bir iddiaya karsilik, Istanbul'a Savas Isleri Bakanligi'na gönderdigi mektuptan: "Arkadaslarimin bu alçakça suçlamaya karsi ne diyeceklerini bilemem. Yalniz kendi adima açikliyorum ki; Benim Anafartalar'da, Kürdistan'da, Suriye'de, baslarinda bulunmaktan kivançz duydugum kahraman ordular, haydutlarin degil, Osmanli ulusunun namuslu çocuklarindan kurulmustur.." (Öyküleriyle Atatürk'ün Özel Mektuplari, Sadi Borak, Çagdas Yayinlari, Istanbul, 1980, Sayfa: 139) BELGE: 9 "AYRILIKÇI KÜRTLER KAZANILDI!" Mustafa Kemal'in, Amasya'dan, 22 Haziran 1919 günü, Sivas Valisi Resit Pasa'ya çektigi telgrafin ikinci paragrafi: "Devletin bütünlesmesinin önem kazandigi bir sirada Ingiliz propagandasinin etkisinde ortaya çikan ve Kürdistan'in bagimsizligini isteyenler, görüsmeler yoluyla kazanilarak Halifelik ve Saltanat çevresindeki ortak amacimiza getirildi. Çok sükür hata anlasilarak aramiza dönmüsler ve kongreye (Sivas) çagrilmislardir. Bu ulusal ve yasamsal sorun için sizin gibi yurtsever, sözünü bilir düsünürlere düsen özveri, özellikle çok büyüktür.." (Tarih Vesikalari Dergisi, Ankara, 1949, Sayi: 15, Sayfa: 162) BELGE: 10 "BAGIMSIZ KÜRDISTAN ISTEYENLERLE GÖRÜSÜLDÜ" Mustafa Kemal'in, 3. Ordu Müfettisi ünvaniyla, Istanbul'a, basta Halide Edip Adivar, Senato Baskani Ahmet Riza Bey ve eski Basbakan Ahmet Izzet Pasa'nin da bulundugu çok sayida aydin ve polotikaciya gönderdigi mesajdan: "...Bu düsünceme siz de katiliyorsunuzdur, herhalde. Anlattigim durum, bugün genel bir kongrenin acele olarak taplanmasini gerektirmektedir. Bu çagri her yere ulastirilmistir. Devletin parçalanmasinin sözkonusu oldugu bir sirada, Ingilizler'in propagandasiyla ortaya çikan ve Kürdistan'in bagimsizligini isteyenler gibi akimlar da, karsilikli görüsmelerle, bu düsüncenin savunuculari, halifelik ve saltanat çevresindeki ortak amacimiza çekilerek durdurulmus ve kongreye çagrilmislardir.." (Milli Mücadele, Sebahattin Selek, Cilt: 1, Sayfa: 324) BELGE: 11 "OSMANLI ÜLKESININ PARÇALARI" 11 Eylül 1919 günü yayinlanan Sivas Kongresi Bildirgesi'nin 1. Maddesi: "1- Yüce Osmanli devletiyle anlasik devletler arasinda yapilan antlasmanin imzalandigi 30 Ekim 1918 günündeki sinirlarimiz içinde kalan ve her yerde ezici çogunlugu Müslüman olan Osmanli ülkesinin parçalari (ki, bu parçalar bir sonraki belgede, yani Amasya Protokolü'nün ilk maddesinde -Osmanli topragi, Türkler ve Kürtler'in yasadigi topraklardir.- diye açiklaniyor.) birbirlerinden ve Osmanli bütünlügünden hiçbir nedenle koparilamaz bir bütün olusturur. Bu parçalarda yasayan bütün Müslümanlar; birbirlerine karsi, karsilikli saygi ve özveri duygulariyla dolu, etnik ve sosyal haklariyla, bulunduklari yöne kosullarina bütünüyle bagli öz kardestirler..." Sivas Kongresi, Vehbi Cem Askin, Ankara, 1963, Sayfa: 158 BELGE: 12 "TÜRK VE KÜRTLERIN OTURDUKLARI YERLER" Amasya Protokolü Tutanagi'nin 1. Maddesi aynen su cümlelerle basliyor: "Bildirgenin 1. Maddesinde Osmanli devletinin düsünülen ve kabul edilen sinirlari, Türk ve Kürtler'in oturduklari yerleri kapsadigi ve Kürtler'in Osmanli toplulugundan ayrilmasinin olanaksizligi belirtildikten sonra, bu sinirin en az bir istek olmak üzere elde edilmesinin saglanmasi geregi ortaklasa kabul edildi.Bununla birlikte yabancilar tarafindan, görünüste Kürtler'in bagimsizligi amaci altinda uydurulan yalanlarin önüne geçmek için de, bu durumun Kürtlerce simdiden bilinmesi uygun görüldü..." (1-Yurt Ansiklopedisi, Cilt: 1, Amasya maddesi. 2-Atatürk'ün Kurtulus Savasi Yazismalari, Mustafa Onar, Kültür Bakanligi Yayinlari, 1995, Cilt: 1, Sayfa: 268, Belge no: 348) BELGE: 13 "KÜRDISTAN'L A ILGILENMEK GEREKIYOR" 9. Ordu Birlikleri Müfettisi Mustafa Kemal, Havza'dan, 29 Mayis 1919 günü Genelkurmay Baskanligi'na çektigi telgraf: "Bagimsiz Kürdistan görüsünü savunan, Diyarbakir'daki Kürt Kulübü ile hükümet yandasi olan öteki kulüpler arasindaki çeliskinin arttigini arastirmalarimdan ögrendim. Kürtler'e ve Kürdistan üzerinde etkili, savas sirasinda yakinlik ve sevgilerini çok iyi kazandigim Kürt ileri gelenlerinden bazilarina dogrudan, bazilarina Kolordu araciligiyla telgraflar çekerek, devletin gerçek durumunu ve kendilerince alinmasi gereken önlemler için geregi kadar bilgi vererek, etkili ögütlerde bulundum. Son günlerde edindigim bazi bilgilere göre, Kürdistan bölgesiyle de ilgilenmek gerekiyor, Bunun için bagimsiz Kürdistan olmak üzere, Ingilizlerce de desteklenen hangi bölgelerdir ve ileride çok...(bu cümlenin sonu okunamiyor.) Yine Ingilizlerce kiskirtilan bölgeler hangileridir? Bu konuda yüksek Baskanliginizdaki bilgilerin bildirilmesi için emirlerinizi dilerim..." (Har Tarihi Vesikalari Dergisi, Sayi: 4) BELGE: 14 "KÜRTLER'LE UZLASIN!" Mustafa Kemal'in, 15 Haziran 1919'da Diyarbakir Valiligi'ne gönderdigi telgraftan: "Bütün milletin, hayat ve bagimsizligini kurtarmak için birlestigi su önemli günlerde, bir yabanci devletin korumasina siginarak düsük ve esir yasamayi tercih eden her türlü ilkenin, ülkeyi parçalayarak her türlü dernegin kapatilmasi çok hayati ve gerekli bir görev oldugundan, Kürt Kulübü konusundaki uygulamaniz tarafimizdan da uygun görülmüstür.. ....... Bu nedenle, Diyarbakir ve bagli yörelerde Müdafaa-i Hukuk ve Redd-i Ilhak Derneklerinin olusmasina ve kurulmasina yardim edilmesini önemli salik veririm. Ve özellikle Kürt Kulübünün üyeleriyle, bugünkü telgrafim kapsaminda görüserek uzlasmak uygundur..." (Söylev, Hifzi Veldet Velidedeoglu, Sayfa: 10) BELGE: 15 "KÜRTLER'I TEMSIL ETMIYORLAR" Mustafa Kemal'in Diyarbakir Valisi'ne gönderdigi yukaridaki telgrafa karsilik, Erzurum'daki Kazim Karabekir Pasa'ya gönderdigi telgraftan: "Diyarbakir'da Kürt Kulübünün Ingilizler'in kiskirtmasiyla, Ingilizler'in koruyuculugunda bir Kürdistan kurmak amacini izledigi anlasildigindan kapattirilmistir. Üyeleri hakkinda sorusturma yapiliyor. Kürdistan'in taninmis beylerinden aldigim telgraflarda, dagitilan bu Kürt Kulübü'nün hiçbir Kürt'ü temsil etmedigi, birkaç kendini bilmezin girisimlerinin sonucu oldugu, ülke ve ulusun bütünüyle bagimsiz ve özgür yasamasi ugrunda her türlü özveriye ve bu konuda emirlerinize hazir olduklari bildirilmektedir... ...Hükümetin (Istanbul) bayagi tutsak bir durumda olmasi, baskentin baskili bir askeri isgal altinda bulunmasi dolayisiyla ulusun kurtulusunun, yine ulus ordusuyla gerçeklesecegi sizcede bilinmektedir. Bu nedenle, ben Kürtler'i daha ötesi bir öz kardes olarak, bütün ulusu bir nokta çerçevesinde birlestirmek ve bunu dünyaya Müdafaa-i Hukuk dernekleri araciligiyla göstermek karar ve çabasindayim..." (Söylev, Hifzi Veldet Velidedeoglu, Sayfa: 49) BELGE: 16 "EZICI COGUNLUK TÜRK VE KÜRT" Mustafa Kemal'in, Edirne'deki 12. Kolordu Komutani Mehmet Selahattin Bey'e gönderdigi bir mesajdan: "Ezici çogunlugu Türk ve Kürt olan bu illerden bir karis bile verilemez..." (Söylev, Hifzi Veldet Velidedeoglu, Cilt:1 Sayfa: 72) BELGE: 17 "BEDIRHANLAR VE MALATYA OLAYI" Mustafa Kemal'in Nutuk adli eserinden: "Bay Novel adinda bir Ingiliz Binbasi, Bedirhanlar'dan Kamuran, Celadet ve Cemil Beylerle ve yaninda 15 kadar Kürt atlisiyla Malatya'ya gelmis ve kendilerini Mutasarrif Bedirhanli Halil Bey karsilamistir. Harput (Elazig) Valisi de, bir posta hirsizini izliyor görünerek otomobille Malatya'ya gelmistir. Bu amaçla bunlara Adiyaman'daki birlik de verilmistir. Amaçlarini, Kürdistan kurmaya söz vererek Kürtler'i, islerimizi bozmaya ve bizi öldürtmeye yollamak oldugu anlasilmis ve karsi önlemlere basvurulmustur. Bu arada Vali ve ötekileri yakalatmak istiyoruz. Malatya Mutasarrifi da Kürt asiretlerini Malatya'ya çagirmistir. Bunun üzerine 13. Kolordu ise giristi. Gereken önlemler alinmistir. Yarin aksam Harput'tan gönderilen bir birlik, ortaligi karistiranlari tepeleyecektir..." (Nutuk) BELGE: 18 "DIN VE ULUSUNU SATMIS KÜRTLER!" Mustafa Kemal'in, Erzincan'in Kemah ilçesinde yasayan ve Kürt asiretlere yakinligiyla bilinen eski Milletvekili Halet Bey'e, Sivas'tan, 9 Eylül 1919 günü gönderdigi mesajdan: "...Ingiliz korumasinda bagimsiz bir Kürdistan kurulmasi amaciyla propaganda yapmakta olan Ingiliz Binbasilarindan Mr. Novel'in, din ve ulusunu satmis Kürt Beylerinden Ekrem, Kamran, Ali, Celadet'le birlikte Malatya'ya geldigi ve Istanbul hükümetini tutan, açikçasi ulus ve yurt haini olan Elazig Valisinin de bunlara katildigi ve Bedirhanilerden Malatya Mutasarrifi Halil Beyle birlikte sözde postayi soyan hirsizlari izlemek gibi uydurma bir gerekçeyle silahli Kürtleri toplamaya giristikleri ögrenildi. Söyle ki, Kürtler'in kutsal halifelik makamina ve ülkeye olan baglilik ve ayrilmazliklarini göstermek üzere bazi agalarin birtakim Kürt kuvvetiyle birlikte Malatya'ya dogru yola çikip, padisah ve ulusa karsi Ingilizler'le isbirligi yapmak hainligine kalkisan ve yörenin temiz yürekli Kürtler'ini toplayarak onlarin askerlerce bos yere öldürülmelerine ve padisaha, ulusa baskaldirmis duruma sokulmalarina neden olan vatan hainlerinin alçakliklarini sözünü ettigim Kürtler'e en çabuk yoldan bildirip, çagriya uymalarinin saglanmasina çaba göstermelerini önemle bekler. Olanak varsa bu ise hemen girisilerek sonucun hemen bildirilmesini dileriz..." (Rauf Orbay'in Hatiralari, YakinTarihimiz Dergisi, Cilt: 3, Sayi: 30, Belge no: 1113) ATATÜRK'E AIT BELGELERIN YORUMU (1) Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'nin Eruzurum Subesi'nce, 30 Mayis 1919 günü yayinlanan bir bildiride, Dogu illeri için, "Bu illerimiz kan, din ve tarih kardesi olan Kürt ve Türk'ün namus ve vatanseverligine emanettir..." deniliyordu. Bu Cemiyet'in, 17 Haziran tarihli bir raporunda ise, "Kürt ile Türk'ten meydana gelmis birlesmis bir milletin haklari"ndan söz ediliyordu. Erzurum Kongresi'nde, iki halkin kardesligi ifadesi açilarak resmi belgelere dökülüyordu: "Dogu bölgesinde yasayan unsurlar, birbirlerine karsi saygi ve fedakarlik duygulariyla dolu, irksal durumlarina ve toplumsal ile cografi haklarina saygili öz kardestirler..." 20-22 Ekim 1919 günleri Amasya'da imzalanan protokolde yeni vatan, "Türk ve Kürtler'in oturdugu topraklar" ifadesiyle açiklaniyordu.. Sivas Kongresi'nde de bu görüsler aynen benimseniyordu.. Mustafa Kemal, 1919'da 1. Kolordu Komutani Cafer Tayyar Bey'e çektigi mesajlarda, "Kürtler de Türklerle birlesti" diyerek, sevincini belirtiyordu. Dogu Bölgesi'ndeki tüm görüsme ve yazismalarda, "Türk ve Kürt'ün birbirinden ayrilmaz iki öz kerdis oldugunu" israrla tekrarliyordu. Büyük Millet Meclisi'nen açildigi günlerde yaptigi bir konusmada, yeni ülkeyi olusturan sinirlardan, "kardes milletlerin siniri" diye söz ediyor, "Bu sinirlar içinde Türk oldugu gibi Kürtler de vardir. Bu halklar birbirinin haklarina daima saygilidirlar..." diyordu. 1923 yilinin Ocak ayinda Izmit'te yaptigi önemli bir açiklamada ise bu söylemlerini daha da ileri götürüp somutlastirarak, "Kürtler'e bölgesel özerklik verilecek. Yeni Anayasa bunu saglayacak sekilde yapilacak..." diyecekti. Bu derleme çalismasiyla; Mustafa Kemal'in, 1919-1923 yillari arasinda, baskalarina gönderdigi özel ve resmi bazi mektup, telgraf ve mesajlarda, "kürtler'i nasil gördügünü" ve özellikle "Kürt sorununun çözümü için (o günlerde) neler düsündügünü" kendi kaleminden tarihi belgelere dayanarak sergilemek istedim. Aslinda, gerek genel olarak devletin ve gerekse Mustafa Kemal'in, bu konudaki belgelerinin tümüne tam olarak ulasildigi söylenemez. Bu durum, Osmanli Imparatorlugu'nun son dönemine ait belgeler için de geçerlidir. Kamuoyundan çesitli nedenlerle kaçirilan, imha edilen, sakli tutulup açiklanmayan birçok belgenin oldugu savunuluyor. 1919 yilinda Samsun'a çikisindan sonra, Cumhuriyet'in ilanina kadar süren 5 yillik sürede, atesli bir sekilde "Kürt ve Türk halklarinin kardesligini ve birlikte yasamayi kabul ettiklerini" anlatan, dönemin Basbakani ile diger yöneticileri kastederek, "Kürtle Türk'ü birbirine düsürüp vatan haini olduklarini"söyleyen bir Mustafa Kemal.. Iste, bu Mustafa Kemal'in bu düsünce ve tanimlamalarini, ne 1924 yilindan sonraki dönemdeki konusma ve yazismalarinda; ne de 1924 Anayasasi'nda göremez oluyoruz. Artik O, birakin "Kürdistan'i", "Kürt" adini dahi, ölünceye kadar agzina almayacak bir Mustafa Kemal'dir. Artik O, 1932'lerde, "Diyarbekirli, Vanli, Erzurumlu, Trabzonlu, Istanbullu, Trakyali, Makedonyali hep bir irkin evlatlari, hep ayni cevherin damarlaridir.." diyen bir Mustafa Kemal'dir, hem de Diyarbakir'da... Görüsler farkli: Kimi, Mustafa Kemal'in, Kürtler'le iliskide, özellikle Cumhuriyet'in ilaninindan sonra büyük bir "u" dönüsü yaptigini düsünüyor. Kimi, "Hayir, Mustafa Kemal Kürtler'i seviyordu. Ancak sonralari çevresindeki asiri Türkçü kesimlerin etkisiyle bu konudaki düsüncelerini degistirdigini..." düsünüyor. Kimileri ise, daha da ileri gidip, "Mustafa Kemal'in bu ilisiklerinde içten olmadigini, 'köprüden geçinceye kadar' politikasini güttügünü, Kürtler'i kullanip bir kenara attigini..." öne sürüyorlar. Bu tartismalara girmeden isterseniz tarihi belgeleri konusturalim: "IKI HALKI ÇARPISTIRAN HAINDIR" Evet, bu cümle Mustafa Kemal'e ait, sözünü ettigi halklar ise Kürt ve Türk halklaridir!.. Mustafa Kemal, Sivas'tan 17 Eylül 1919 günü, Istanbul'a, Senato (Ayan) Üyesi Fuat Pasa'ya gönderdigi ve "Saygilar sunar, ellerinizden öperim" ifadesiyle biten mektubunda, dönemin Basbakani Damat Ferit Pasa'dan sikayetçi oluyor. Mektubunun bir bölümünde su cümle dikkati çekiyor: "...Bu Basbakan'in cinayetlerine ortak olan Içisleri ve Savas Isleri Bakanlari da ulusun sesini bogmak, yasal bir toplantisini (Sivas Kongresi) tanimamak, Kürt'ü Türk'ü birbirine düsürerek, Müslümanlar arasinda çarpismalara neden olmak gibi haince girisimlerde bulunuyor..." (1) Mustafa Kemal, mektubun sonunda, "çevresindekilerin, Padisah'a ülkedeki gelismelere iliskin saglikli bilgi ulastirmadigini" belirterek, Fuat Pasa'dan, "mektubunda anlattigi gerçekleri Padisah'a iletmesini istiyor. "KÜRT, TÜRK KARDESINDEN AYRILMAYACAK" Mustafa Kemal, 3. Ordu Müfettisi olarak Amasya'dan, Erzurum'daki Kazim Karabekir Pasa'ya gönderdigi, 24 Haziran 1919 tarihli sifreli mesajin ilk maddesinde, Güneydogu'da meydana gelen bazi olaylara iliskin olarak su bilgileri veriyor: "1-Mr.Novil adindaki bir Ingiliz Yüzbasisi, Urfa'dan Siverek yoluyla Viransehir'e giderek, Milli asiretlerinin ileri gelenleriyle görüsmüs ve Urfa'ya dönmüs. Osmanli hükümeti için çok kötü propagandalar yapmis. Ancak asiret reislerinden aldigi kesin cevaplara sevinmistir. Kürtler, Türk kardeslerinden kesinlikle ayrilmayacaklarini, bu ugurda son kisilerine varincaya kadar ölüme hazir olduklarini söylemisler. Ayrica Ingilizler'in kendilerine vermek istedigi önemli miktardaki parayi almayarak namus ve yurtseverliklerini göstermislerdir..." (2) INGILIZLER'I ABD'YE SIKAYET Amerika Birlesik Devletleri Inceleme Kurulu Baskani General Harbord'a ülkenin içinde bulundugu genel durumla ilgili çok uzun ve ayrintili bir rapor gönderen Mustafa Kemal, olup-bitenlerden Ingilizler'i sorumlu tutuyordu. Bu ülkeyi agir bir dille suçlayip, ABD'ye sikayet ediyordu. Sivas, 24 Eylül 1919 tarihli raporun, Kürtler'in durumunun anlatildigi 5. Maddesinin (B) bölümünün baslangiç maddesi söyle: "Imparatorlugu bölmek ve Türkler ile Kürtler arasinda bir kardes savasi çikarmak ve bagimsiz bir Kürdistan kurma planlarina ortak etmek üzere Kürtler'i kiskirttilar. Ileri sürdükleri tez, Imparatorlugun nasil olsa dagilacagidir. Bu düsüncelerini gerçeklestirmek için büyük paralar harcadilar. Her türlü casusluga basvurdular. Noil adinda bir Ingiliz subayi, uzun süre Diyarbakir'da bu yolda çaba gösterdi ve her türlü yalan ve aldatmaya basvurdu. Ama bizim Kürt yurttaslarimiz düzenlenen oyunun farkina vararak, O'nu ve yüreklerini para ile satan bir grup haini bölgeden kovdular..." Mustafa Kemal, ayni raporun 4. Maddesinin ikinci paragrafinda, Kürt ve Türkler'in disinda, Müslüman olmayan halklara iliskin görüslerini de söyle dile getiriyor: "Kendileriyle çok uzun yillardir birlikte yasadigimiz Müslüman olmayan yurttaslarimiz (Ermeniler, Rumlar, Hristiyan ve Yahudiler) için en iyi niyetlerle içten sevgiler belirtmekten ve onlari da bizimle ayni esitlikte düsünmekten baska bir görüs ve duygumuz yoktur. Kesinlikle inaniyoruz ki, eger ülke, içinde simdiye kadar sürdürülen kötülüklerden kurtulursa, Imparatorlugun degisik uyruklari, birbirleriyle kesin baris içinde yasayacaklar, ortak, mutlu ve güvenli bir yasam sürdüreceklerdir..." (3) "TÜRK, KÜRT, ÇERKEZ KARDESIZ" Mustafa Kemal, Çerkez Ethem'in agabeyi Resit Bey'e gönderdigi bir telgrafta, Salihli'de Tümen Komutani olarak görev yapan Yarbay Ömer Lütfü Yasan ile arasindaki özel sürtüsme ve darginliga son vermesini istiyordu. Ankara, 7 Ocak 1920 tarihini tasiyan sifreli telgrafin bir bölümünde de, "konu disi olarak, sunu da belirteyim ki, Anzavur'un alçakligi, kendisine ve kiskirtici olan Ingilizler ile ayakçilarina yöneliktir.Bu din ve devletin saglam bir uyrugu olan Çerkez kardeslerimiz, hepimizin övdügümüz bastacimizdir. Asil, bugün düsmanlarla çevrili Türk, Kürt, Çerkez ve diger din kardeslerimizin elele vermesi, sarsilmaz bir bütün olusturmalari, namus ve yasamimizi kurtarmak için bir zorunluluktur..." (4) diyordu. "KÜRTLER, TÜRKLER'LE BIRLESTI" Nutuk'un girisinde "Samsun'a çiktigim gün genel durum ve görünüs" baslikli bölümde, ülkenin içinde bulundugu durumu degerlendiren Mustafa Kemal, Kürtler'in, Türkler'le birlestigini belirterek söyle diyor: "Anadolu halki, bastan asagi bölünmez bir bütün haline getirildi. Bütün kararlari, bütün komutanlar ve arkadaslarimizla birlikte aliniyor. Vali ve mutasarriflarin hemen hepsi bizden yanadir. Anadolu'daki ulusal örgütler ilçe ve bucaklara kadar yayildi. Ingiliz korumasi altinda bir bagimsiz Kürdistan kurulmasiyla ilgili propaganda ortadan kaldirildi ve bu amaci güdenler yola getirildi. Kürtler Türkler ile birlesti..." (5) Mustafa Kemal, yine Nutuk'ta da yer alan bir konusmasinda, 6. Kolordu Komutani'nin, Padisah'a gönderdigi bir mektuptan söz ediyor: "...komutanlar, mektupta hükümetin savas yoluna gidep kongreyi basarak Müslümanlar arasinda kan dökmeye kalkistigi ve Kürdistan'i ayaklandirarak, yurdu parçalatma planini da para karsiliginda yüklenmis oldugu belgelerle anlasildigindan, hükümetin bu iste kullandigi adamlarin bozguna ugrayarak kaçmak zorunda birakildiklarindan söz ediyorlar..." (6) Paragrafa geçen ve sonraki belgelerde Mustafa Kemal'in sik sik kullandigi "Kürdistan" adi, bu kez 6. Kolordu Komutanligi'nin ve diger bazi komutanlarin da imzaladigi, yani üst düzey askerlerin mektubunda karsimiza çikiyor. Aslinda, Mustafa Kemal'in sikça kullandigi, ancak buna karsilik duyduklarinda bazilarinin cin çarpmisa dönüp, köse bucak kaçtigi "Kürdistan" adi yüzyillardan beri kullaniliyor. Bir bölümü Irak ve Iran ile Suriye, diger bölümü Türkiye'nin Güneydogusunu içine alan cografi alanin adi olarak... Belki biraz konu disina çikmis olacagim. Fakat yeri gelmisken, bu adla ilgili olarak bazi noktalara deginmekte yarar görüyorum: Iran, kendi topraklarinin Güneybatisina düsen topraklari "resmen" Kürdistan eyaleti adiyla taniyor. Harikatalarinda gösteriyor. Basin-yayin araçlarinda rahatlikla kullaniyor. Yine Iran, Istanbul'a düsen yolcu tasiyan Iran Havayollari'na ait uçaginin adini "Kürdistan" koyabiliyor. Irak da ayni sekilde, bizim "Kuzey Irak" diye adlandirdigimiz alani, çok uzun bir süreden beri ve resmi olarak Irak Kürdistani olarak adlandiriyor. Basin-yayin araçlariyla resmi yazismalarda da bu ad kullaniliyor. Osmanli Imparatorlugu'nda bu adin yer aldigi belgelere 16. Yüzyilda rastliyoruz. Örnegin, Kürt beylerinin, Yavuz Sultan'a gönderdikleri "Aruz-u hal-i ümera-i Ekrad" yeni "Kürt Beylerinin Durumu" baslikli mektubun ikinci cümlesinde "Memalik-i Kürdistan ki, bir aylik yola karib memleketlerdir." Yani günümüz Türkçesiyle "Kürdistan memleketi, bir aylik yola yakin (bir uçtan diger uca uzakligi bir aylik zaman alan) memleketlerdir" deniliyor. (7) Yine 1846 yilinda Padisah Abdülmecit zamaninda Kürt ayaklanmasini bastiran pasa ve valilere "Kürdistan" adli bir madalya verildigini görüyoruz. Meydan Larousse Ansiklopedisi'nin ilgili maddesinde bu madalyaya iliskin olarak, "29 milimetre çapindaki madalyanin bir yüzünde padisahin tugrasi, öbür yüzünde kabartmali bir dag dizisi ve bunun yukarisinda 'Kürdistan' sözcügü altinda ise 'sene 1236' yaziliydi." bilgileri veriliyor. Mustafa Kemal, Nutuk'ta Mondros Ateskes Antlasmasi'ndan sonra Türkiye ile yapilan 4 baris önerisini karsilastirirken, bu cografya ile ilgili gelismeleri "Kürdistan" basligi altinda anlatiyor. (8) Osmanlilar'in en büyük arastirmaci-yazarlarindan Semseddin Sami de 1896 yilinda yayinlanan Kamus-ül Ala adli büyük ansiklopedik sözlügünde, "Kürdistan" baslikli maddede, bu cografi alanla ilgili genis bilgilere yer veriyor. Eserin bu bölümü geçtigimiz yillarda Mehmet Emin Bozarslan tarafindan Osmanlica'dan Türkçe'ye çevrilmisti... Asil sorunu görmezlikten gelip bir renge bir cografi ada veya sözcüklere takilip, bunlari kullananlari bölücülükle suçlayanlara sormak gerekir: "Bu adlari yasaklarken, neden yillardir, 'ezeli düsman' olarak tanitip anlattiginiz Yunanlilar'in atalarindan kalan ve tanri veya tanriçalarinin adi olan "Ege", "Marmara" veya "Izmir" (Bu adlarin kaynagi için Meydan Larousse sözlügüne bakilabilir) ile daha yüzlerce yerlesim biriminin adini kullanmakta bir sakinca ve rahatsizlik görmüyorsunuz!.." "KÜRDISTAN'A OTONOM YÖNETIM" Bu ülkede, "Federasyon da tartisilabilir" dedigi için dönemin Cumhurbaskani Turgut Özal'i neredeyse vatan haini olarak ilan edenler, her nedense Mustafa Kemal'in El-Cezire Cephesi Komutani Tuggeneral Nihat Pasa'ya gönderndigi 'gizli' kayitli resmi yaziyi görmemezlikten geliyorlar. Yasar Kemal'in, geçtigimiz günlerde ATV Televizyonu'nda yayinlanan Siyaset Meydani programinda gündeme getirdigi, altinda "Büyük Millet Meclisi (Meclis, bu adla kuruluyor. Ilk belgelerin önemli bir bölümünde 'Türkiye' adi görülmüyor..) ile Mustafa Kemal imzasi bulunan ve Ankara 22 Temmuz 1922 tarihini tasiyan bu önemli belge aynen söyledir: "Kisiye Özel. El-Cezire Cephesi Komutani Tuggeneral Nihat Pasa Hazretlerine, 1-Asamali olarak, bütün ülkede ve genis ölçekte dogrudan dogruya halk gruplarinin ilgili ve etkili oldugu bir biçimde yerel yönetimlerin olusturulmasi iç politikamizin geregidir. Kürtlerle dolu bölgede ise, hem iç politikamiz ve hem de dis politikamiz açisindan ölçülü yerel bir yönetim kurulmasini savunmaktayiz. 2-Uluslarin kendilerini yönetmeleri yetkisi bütün dünyada benimsenmis bir ilkedir. Biz de bu ilkeyi benimsiyoruz. Kürtler'in bu döneme kadar yerel yönetime iliskin örgütlerini kurmus ve baskanlari ile yetkilerini bu amaç için bizce kazanilmis olmasi ve oyladiklarinda kendi kaderlerine gerçekten sahip olduklari BMM (Büyük Millet Meclisi) buyrugunda yasam istekleri yayinlanmalidir. Kürdistan'daki bütün çalismalarin bu amaca dayali politikaya yöneltilmesi El-Cezire Cehpesi Komutanligi'nin görevidir. 3-Kürdistan'da Kürtler'in Fransizlar ve özellikle Irak sinirinda Ingilizler'e karsi düsmanligini silahli çarpismayla durdurulamaz bir düzeye vardirmak ve yabancilarla Kürtler'in birlesmesini engellemek asamali olarak yerel yönetimler kurulmasinin zeminini hazirlamak ve bu yolla yürekten bize bagliliklarini saglamak Kürt yöneticilerinin sivil ve askerlik görevleriyle görevlendirilerek bize bagliliklarini pekistirmek gibi genel yollar benimsenmistir. 4-Kürdistan'in iç politikasi El-Cezire Cephesi Komutanligi'nca belirlenecek ve yönetilecektir. Cephe Komutanligi bu konuda Büyük Millet Meclisi Baskanligiyla yazismalar yapar. Iller tarafindan izlenecek yolu düzenleyip uyumu saglayacagi için sivil yöneticilerin de bu konuda bagli olduklari yer, Cephe Komutanligi'dir. 5-El-Cezire Cephe Komutanligi yönetim, adalet ve maliye (parasal) konularda degisiklik ve düzenlemeyegerek gördükçe, bunun uygulanmasini hükümete önerir. BMM Baskani Mustafa Kemal." (9)