dinsdag 2 september 2008

Yeni Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nde Kürt sorunu... - H. Fırat

İnkara dayalı devekuşu politikasına devam
Daha önce dış politikaya ilişkin bölümlerini sunduğumuz Milli Güvenlik Siyaset Belgesi konulu konferansın Kürt sorununa ilişkin bölümünü de okurlarımıza sunuyoruz. Alt kimlik-üst kimlik eksenli son dönem tartışmalarının yanısıra, son MGK toplantısı ve toplantının ardından Cumhurbaşkanı’nın yeni yıl mesajında verdiği “mesajlar”ın bu bölüme ayrıca bir güncellik kazandırdığına inanıyoruz.
Kürt sorununun toplum ve siyaset yaşamında kazandığı çok özel ağırlık
Özellikle son 15 senedir sermaye düzenini uğraştıran Kürt sorunu, paradoksal bir biçimde onun için aynı zamanda burjuva sınıf gericiliğini her biçimiyle ve her alanda yoğunlaştırmanın ve kurumlaştırmanın da bir dayanağı durumunda. Toplumun geniş küçük-burjuva ve köylü katmanlarını şovenizmle sersemletmenin, gerici burjuva milliyetçiliğinin aleti haline getirmenin pek de zor olmadığını 20. yüzyılın bütün bir faşizm ve savaş deneyimi bize tüm açıklığı ile gösteriyor. Burjuvazi bir dizi ülkede gerici milliyetçi söylemlerle ve şovenist demagojiyle ilkel milli duyguları körükleyerek geniş küçük-burjuva ve köylü yığınlarını ardından sürükleyebilmiş, emperyalist ve gerici savaşlara sürebilmiş, belli dönemler için faşizmin kitle dayanağı haline getirebilmiştir. Son 15-20 yıldan beridir Türkiye’de olan, Türk halk kitlelerinin başına gelen de özünde budur. Türkiye’de burjuva gericiliği yoksulluğun ve çaresizliğin besleyip güçlendirdiği dinsel gericiliğin yanısıra artık şovenizm üzerinden de önemli bir kitle tabanına sahiptir. Buna yazık ki işçi sınıfının önemli bir kesimi de dahildir. Yakın zamanda bir bölgede işçi kurultayı çalışması çerçevesinde sıradan işçilere yönelik olarak yapılan bir ankette yer alan “Sizce Türkiye’de Kürt sorunu var mıdır” sorusuna işçilerin büyük bir bölümünden gelen “Hayır, Türkiye’de Kürt sorunu yok, terör sorunu var” yanıtı bunun sembolik bir göstergesi sayılmalıdır. Oysa aynı ankette işçiler ekonomik ve sosyal sorunlar çerçevesinde yaşadıkları derin hoşnutsuzluğu tüm açıklığı ile dışa vuruyorlar. Bu, sistemli şovenist propaganda ve şartlandırmaların küçük-burjuvazi ve köylülüğün yanısıra işçi sınıfı tabanında yarattığı etkiyi göstermektedir. Bu aynı zamanda ekonomik ve sosyal sorunların yarattığı derin hoşnutsuzluğun dizginlenmesinde ve saptırılmasında bu aynı propaganda ve şartlandırmaların rolünü ortaya koymaktadır. Kürt sorunu Türkiye’de gericiliğin beslendiği bir kaynak haline gelmiştir derken bunu anlatmaya çalışıyoruz.
Bugünün Türkiye’sinde sosyal mücadelenin, bununla bağlantılı olarak da devrimci hareketin zayıf olması, aynı zamanda Kürt sorununun toplum üzerindeki karmaşık etkileriyle de sıkı sıkıya bağlantılıdır. Özellikle ‘90’lı yıllardan itibaren ulusal uyanış ve özgürlük heyecanı Kürt emekçilerini ulusal hareketin yörüngesine iterken, bu aynı gelişme tersinden de Türk işçi ve emekçilerinin burjuva gericiliğinin şovenist tuzaklarına düşmesini kolaylaştırdı. PKK tarafından temsil edilen Kürt hareketi mayasında bulunan sol kültür sayesinde hiçbir zaman Türk düşmanlığı yapmadı, ama gene de sorunu dar bir milli davaya indirgeyerek ve böylece devrimci sınıf mücadelesi görev ve sorumluluklarından uzak durarak, Türk burjuva gericiliğinin işini fazlasıyla kolaylaştırdı.
Yılların süreklileştirdiği güçsüzlüğümüzün (bununla devrimci hareketin toplamını kastediyoruz) gerisinde bu sorunun çok büyük bir payı var ve biz buna yıllar öncesinden işaret etmiş durumdayız. Türkiye’de sosyal sorunlar ve çelişkiler sınıf mücadelesini ateşlemeye fazlasıyla elverişli gerçekte ve bu uzun yıllardan beridir de böyle. 24 Ocak Kararlarından beri, bu 25 yıl gibi uzun bir süre demektir, bu ülkede işçi sınıfı ve emekçiler haklarını ve kazanımlarını sistemli saldırılarla yitiriyorlar, sürekli bir sosyal yıkım ve yoksullaşma yaşıyorlar. Ama Kürt sorununun beslediği şovenizm zehiri burjuvazinin Türk halk kitlelerini denetim altında tutmasını kolaylaştırıyor. Kürt halk kitleleri ise önemli ölçüde ulusal davayla sınırlıyorlar kendilerini, sınıf mücadelesinden belirgin bir tutumla uzak duruyorlar.
Koca bir ulusun bütün bir cumhuriyet dönemi boyunca tüm temel ulusal hak ve özgürlüklerinden zorla yoksun bırakılması ve sistemli bir asimilasyona tabi tutulması demek olan Kürt sorunu, bu haliyle zaten kuşkusuz başlı başına temel önemde bir sorun. Fakat kendini yeniden gündeme koyalı beri yarattığı yan etkilerle kendi sınırlarının çok ötesinde bir anlam, önem ve etki gücü kazanmıştır. Türkiye’nin iç ve dış politikası son 15-20 yıldır adeta bu soruna kilitlenmiş durumda. Sosyal mücadelenin seyri bu sorundan derinden etkileniyor. Bu sorun bugünkü durumuyla sosyal mücadelenin, aynı anlama gelmek üzere toplumun ilerici-devrimci gelişmesinin önünü tıkıyor. Türkiye’nin genelinde olduğu kadar Kürdistan’da da sınıf mücadelesini boğan bir etkide bulunuyor, devrimci akımların güç kazanmasını belirgin biçimde zora sokuyor.
Bütün bunlar böyleyse eğer o halde bu mesele bir an önce ve öncelikle çözülmelidir denebilir, nitekim deniyor da, ama sonuçta çözülemiyor. Üstelik İmralı teslimiyetine, bunun burjuva sınıf düzeni payına yarattığı olağanüstü uygun ve kolaylaştırıcı koşullara rağmen. Güçlü tarihsel kökleri olan bu çapta bir toplumsal-siyasal sorun, gerçek ve kalıcı manada, ancak onu çözebilecek sosyal dinamikler harekete geçebilirse/geçirilebilirse çözülebilir. Yoksa bugünkü gibi sürünür ve kendisiyle birlikte tüm toplumu da süründürür. Buradan da anlaşılabileceği gibi, genel devrimci siyasal mücadelenin zayıflığı, Kürt sorununda çözümsüzlüğün de sürmesi ve derinleşmesi ile aynı anlama gelmektedir.
Bütün bunlar Kürt meselesinin Türkiye’nin toplam siyasal yaşamı içinde tuttuğu çok özel yeri göstermektedir. Bu öyle basitçe kendi sınırları içinde duran bir mesele değildir, bunu önemle yineliyoruz. Türkiye’deki siyasal yaşamın toplamını derinden etkileyen, dahası bugünkü haliyle birçok bakımdan da belirleyen bir mesele durumundadır. Kürt sorunu üzerine sonu gelmeyen değerlendirme ve tartışmalarımıza da buradan bakmak gerekir. Biz Kürt sorununu tartışıyor görünürken, gerçekte Türkiye’nin ve bölgenin bir dizi gelişmesini ve sorununu tartışmış oluyoruz; ya da tersinden, Ortadoğu ve Türkiye üzerine değerlendirmeler yaparken, ister istemez birçok yönüyle Kürt sorununa da bağlanıyor, ona ilişkin özgün sorunları tartışıp değerlendirmek durumunda kalıyoruz.
Bugüne dek birçok yönden değerlendirmelere konu edip tartıştığımız Kürt sorununa bir de devletin yeni Milli Güvenlik Siyaset Belgesi üzerinden bakmak ihtiyacını da bu çerçevede ele almak gerekir.
Yeni Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nin iç politikaya ilişkin bölümlerinde bir kez daha karşımıza ağırlıklı olarak Kürt sorunu çıkıyor. Kürt sorunu bugün Türk burjuvazisinin iç ve dış politikasının en temel sorunlarından biri, güncel ağırlığından dolayı da belki de birincisi durumunda olduğuna göre bu şaşırtıcı da değildir. 6 yıllık İmralı sürecinin ve Ortadoğu’da Kürt sorunuyla bağlantılı bunca gelişmenin ardından sermaye devletinin Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nde Kürt sorununu nasıl ortaya koyduğunu görmek kuşkusuz fazlasıyla önemli.
Devletin yeni Siyaset Belgesi, Türkiye’nin iç güvenliğini tehdit eden temel unsurları irtica, bölücülük ve aşırı sol akımlar olarak tanımlanıyor. Önce kısaca bize ilişkin söylenenlere bir çift sözle değinmek gerekir. Yeni belge her zaman olduğu gibi “aşırı sol unsurların şiddete dayalı faaliyetleri” dese ve olayı böylece “terör sorunu” olarak göstermeye çalışsa da, sonuçta ve gerçekte temel kaygısının ne olduğunu, “toplumda sınıf ayrımcılığını yaratmaya dönük çabalar”engellenmelidir diyerek bütün açıklığıyla ortaya koyuyor. “Toplumda sınıf ayrımcılığını yaratmaya dönük çabalar”ın engellenmesi, sosyal mücadelenin dizginlenmesi, işçi ve emekçi hareketinin bilinçli ve örgütlü öncü kesimi demek olan devrimci akımların ezilmesi anlamına gelmektedir. Burjuvazi elbette sınıf bilinci ve sezgileri sayesinde uzun vadeli ve dolayısıyla çok gerçekçi düşünüyor. Düzen yıkıcılığının stratejik düzeyde en temel tehlike olduğunun yeterince farkında. Devrimci hareketin bugünkü zayıflığı onu gevşetmiyor. İzlenen ekonomik ve sosyal politikaların zaman içinde yaratacağı sorunları ve sonuçları en az bizim kadar görüyor. Dünyada ve Türkiye’de devrim akımının zayıflamasının yarattığı sonuçlardan en iyi biçimde yararlanıyor; şovenizmi körükleyerek Türk halk kitlelerini sersemlettiğini, sosyal bilinçten ve mücadeleden uzaklaştırdığını, bunların kendi işini fazlasıyla kolaylaştırdığını biliyor. Fakat bütün bunların bir sınırı ve sonu olduğunu, olacağını da biliyor. “Toplumda sınıf ayrımcılığını yaratmaya dönük çabalar”ın engellenmesine de bu gözle bakıyor. Devrimci akımlara yönelik “milli siyaset”ni de buradan giderek saptıyor. Bunun basına yansıyan sınırlı bilgiler kapsamında bile bir dizi uzantısı var, ama bunlar üzerinde durmak gerekli değil. Bütün bunları siyasal yaşama ve gelişmelere ilişkin değerlendirmelerimizde zaten sürekli işliyoruz. Yeni Siyaset Belgesi’nde bu açıdan yeni bir şey yok, basına yansıyan o sınırlı bilgilerin bu açıdan bizim için herhangi bir “haber değeri” yok.
Asıl önemli nokta Kürt sorunu üzerine söylenenler. 20 yıllık uyanıştan, 6 yıllık İmralı teslimiyetinden ve Güney Kürdistan’daki son gelişmelerden sonra devlet gelinen yerde Kürt sorununa nasıl bakıyor? Siyaset Belgesi yeniden düzenlenip güncelleştirildiğine göre, burjuvazinin resmi politika planında bütün bu gelişmelerden çıkardığı yeni sonuçlar ve bu çerçevede oluşturduğu yeni politikalar neler? İç politika planında Siyaset Belgesi daha çok bu açıdan, bunları görüp anlamamız bakımından önemlidir.
“Tek devlet, tek ulus, tek bayrak, tek dil”
Sonuç olarak söylenebilecek olanı en baştan söyleyerek başlayabiliriz: Yeni Milli Güvenlik Siyaset Belgesi üzerinden burjuvazi Kürt sorununda devekuşu politikasına kaldığı yerden devam ediyor. Üstelik belgenin bir önceki versiyonuna göre daha da güçlendirilmiş gerici inkarcı vurgularla.
“Türkiye Cumhuriyeti etnik temele dayalı olarak kurulmamıştır”, diyor yeni Siyaset Belgesi. Bunu ne zaman söylüyor? Kürt halkına karşı gerici şoven histerinin en tiksindirici bir Türklük teması üzerinden sürdürüldüğü bir dönemde. Resmi toplumun her yanından gerici şoven karakteriyle Türklük akıyor, ama yeni Siyaset Belgesi “Türkiye Cumhuriyeti etnik temele dayalı olarak kurulmamıştır” deme pişkinliğini buna rağmen gösteriyor. Konuya ilişkin gazete haberinden bu ilk cümleyi izleyen bir sonraki cümleyi okuyorum: “Kuruluş esası, tek devlet, tek ulus, tek bayrak, tek dildir...” Hem etnik temele göre kurulmamıştır, ama hem de herşey belirli bir etnik kimliğe dayalıdır, ona endekslidir, onun tarafından belirlenmektedir. Öyle ya sözü edilen tek ulus Türk ulusudur, tek devlet Türk devletidir, tek bayrak Türk bayrağıdır ve doğal olarak tek dil de Türk dilidir. Demek ki daha ikinci cümledeki bu inkarcı şoven katılık, ilk cümledeki o sözde kapsayıcı yumuşaklığı olduğu gibi tekzip ediyor.
Ama yine de gerçekte burada burjuva gericiliğinin izlediği ve izleyeceği politika bakımından esasa ilişkin bir çelişki yok. Zira burjuva gericiliğinin dilinde “Türkiye Cumhuriyeti etnik temele dayalı olarak kurulmamıştır” söylemi, Kürt ulusal gerçekliğini ve bundan doğan tüm demokratik siyasal hakları inkar etmenin, “tek devlet, tek ulus, tek bayrak, tek dil” politikasını aynen sürdürmenin yeni formülü oluyor, bu ikisi bu açıdan birbirini tamamlıyor. Özetle katı inkarcı politika olduğu gibi sürdürülüyor.
“Atatürk’ün ‘Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir’ sözü temel bir ilkedir. Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı bulunan herkes ülkenin esas unsurudur.” Atatürk’e atfedilen ifade, inkarcı düzenin yeni sığınağı durumunda, “temel ilke” vurgusu da bunu anlatıyor. Ama bu “temel ilke” gerçekte basit ve bayağı bir hokkabazlıktan öte bir anlam taşımıyor. Atatürk’ün bu sözü ne zaman kıymete binip devletin Milli Siyaset Belgesi’ne giriyor? Kürtlerin ulus bilinciyle ayağa kalkıp temel ulusal haklarını talep ettikleri bir dönemde. ‘Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkı”yla sözüm ona bütün etnik kimlikler, bu arada Kürtler zimnen kucaklanmış oluyor. Ama cümlenin öznesindeki bu sözde kucaklayıcılık yüklemde bir kez daha bildiğimiz o katı inkarcı sonuca bağlanıyor. Bu özne üzerinden sunulanın yüklem üzerinden ortadan kaldırılması bile değildir. Zira burada ‘Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkı” tanımı tam da “Türk milleti”ne dayalı inkarcı tutumu vurgulamak içindir. Bu Anadolu’nun etnik-kültürel zenginliğini “Türklük” içinde eritmek ve bitirmek politikasının, bütün bir cumhuriyet dönemini kapsayan o katı inkara dayalı asimilasyoncu politikanın, bu kez “kapsayıcı ulus tanımı” içinde sunulması hokkabazlığından öte bir şey değildir. Bu basit bir hokkabazlıktır; zira “Türkiye halkı”nı oluşturan Türk, Kürt, Arap, Çerkez, Rum, Ermeni milliyetlerinden oluşan halklar mozaiğinin neden acaba “Türk milleti” kalıbı içine sokulması gerektiğinin bilimsel ve tarihsel herhangi bir açıklaması yoktur. Bu yalnızca bir politikadır, üstelik 80 yıldır izlenmekte olan zorla Türkleştirme politikasının ta kendisidir.
Buna rağmen ben onu burjuvazinin yeni sığınağı olarak tanımlıyorsam, bu, “temel ilke”nin öznesindeki sözüm ona kapsayıcılık hokkabazlığından umulan yarardan dolayıdır. Devlet gelinen yerde bundan ciddi ciddi yarar umuyor. Fakat bu boş bir umuttur, bu gerçeklerle alay etmektir, Ortadoğu’daki son gelişmelerin ardından kafasını daha derinlemesine kuma sokmak, gülünç durumlara düşmektir. ‘Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir’ demenin düne kadar Kürtlere “dağ Türkleri” demekten özünde bir farkı yoktur. Biçimdeki farkı ise bir “alt kimlik”, Siyaset Belgesi’nin kullandığı ifadeyle “mahalli” kimlik olarak, Kürtlerin ve öteki etnik kimliklerin artık lütfen kabul edilmesidir. Elbette üst ve belirleyici Türk kimliğine bağlı ve tabi olarak. Haberin yazarı Mustafa Balbay’ın nezaket gösterip “Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı bulunan herkes ülkenin esas unsurudur” sözleriyle sunduğu ifadenin yükleminin gerçekte “Türktür” biçiminde olduğundan en ufak bir kuşku duymamak gerekir. Bunun böyle olduğunu bunu önceleyen “temel ilke” tanımı bütün açıklığı ile ortaya koymuyor mu? Kaldı ki bu mevcut anayasanın 66. maddesindeki tanımın kendisidir ve devlet onu Siyaset Belgesi üzerinden yeniden vurgulayarak inkarcı politikadaki kararlığını ortaya koymuş olmaktadır. (“MADDE 66. – Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür.”)
Çağdışı inkarcılığa “çağdaş” yorum
“Atatürk’ün, ‘Millet; dil, kültür ve ülkü birliğiyle birbirine bağlı vatandaşların oluşturduğu siyasi ve sosyal bir birliktir’ sözü bugün de geçerli olan, çağımızın gereklerine yanıt veren bir yaklaşımdır.” Siyaset Belgesi’nden bunları aktarıyor haberi yapan gazeteci. Bu tanım inkarcı düzenin yeni dönemde inkarcı çizgi çerçevesinde sığınmayı umduğu bir başka argümanı ortaya koyuyor. Atatürk’e atfedilen tanım, millet gerçeğine ilişkin bazı doğrular içeriyor kuşkusuz. Ama buna sığınırak bu saaten sonra Kürt ulusal gerçeğini inkar etmenin bir olanağı var mı? Aynı tanım üzerinden pekala Kürt ulusal gerçeğini de dile getirebilirsiniz. Yine de inkarcı devletin buna sığınması, tutup güncelleştirilmiş bir belgede buna atıfta bulunması boşuna değil. 80 yıllık milli baskı ve asimilasyon politikasının sonuçlarına örtülü bir atıf var burada. Kürtlerin bilim, kültür ve politika dili olarak Kürtçe’den çok Türkçe’ye bağımlılıklarına, Kürtler üzerindeki genel kültürel asimilasyonun sonuçlarına bağlanan bir umut var burada. “Dil, kültür ve ülkü birliği” kalıbı burada buna hizmet ediyor. Yani etnik kökenimiz ayrı olabilir; ama dilimiz ve kültürümüz aynı denmek isteniyor burada ve elbette bununla bir kez daha “temel ilke” olan “tek millet” sonucuna, yani Türklüğe çıkılıyor. Böylece çağdışı ulusal inkarcılık da yeni bir hokkabazlıkla “çağımızın gereklerine yanıt veren bir yaklaşım” cilası içinde sunulmuş oluyor.
Bütün bunlar, Kürt sorunu ekseninde yaşanan bunca gelişmenin ardından, devletin Kürt sorununda esnemek ve bazı açılımlar yapmak yerine, kendini inkarcı çizgide ideolojik olarak tahkim etmek, buna dayalı argümanlarler geliştirmek yoluna gittiğini gösteriyor. Nitekim “çağımızın gereklerine yanıt veren bir yaklaşım” hemen devamında şu sözlerle sürüyor: “Bu bağlamda mahalli dil ve kültürler bireysel özgürlük kapsamındadır. Bu özgürlüklerin kötüye kullanılmaması önem taşımaktadır. Bölücü örgütün bu unsurları kendi amaçları doğrultusunda kullanmamasını sağlamak gereklidir.”
“Mahalli dil ve kültürler”le kuşkusuz temelde Kürtler kastedilmiş oluyor. Buradaki “mahalli dil ve kültürler bireysel özgürlük kapsamındadır” ifadesi çok önemlidir. Devlet bilinen tutumunu yeni Siyaset Belgesi üzerinden bir kez daha yineleyerek, Kürt ulusal varlığını reddetmenin ötesinde Kürtlere “mahalli” planda bile herhangi bir kollektif hak tanımayı reddediyor. Katı inkarcı tutum “mahalli dil ve kültürler”lerin kabulü üzerinden güya esnetiliyor, fakat bireysel hak vurgusuyla da gerisin geri katılaştırılıyor. İnkarcı burjuva sınıf düzeni için bu çok mantıksız da değil. Zira kollektif kimlik ve buna dayalı hak kabulünün Kürt ulusal varlığının kabulüne çıkacağını çok iyi biliyor. Her kollektif ulusal hak kamu yaşamını da kapsamak durumundadır. Kürtçe konuşmak kollektif bir hak olarak tanınırsa, bu onun kamu yaşamının tüm alanlarında da özgürce kullanılabilmesi hakkı anlamına gelir. İnkarcı devlet bundan öcü gibi korkuyor ve “mahalli dil ve kültürler”in bireysel hak kapsamında olduğunun altını çiziyor. Yani Kürt kökenli vatandaş evinde, sokakta, belki kahvehanede Kürtçe konuşabilir, ama okulda, mahkemede, devlet dairesinde asla. Bu, devletin aynı noktada dönüp durduğunu gösteriyor.
Bu konuda Siyaset Belgesi’nin bundan önceki versiyonu bile daha ileri bir noktadaydı. ‘90’lı yılların ortasında, yani Kürt ulusal direnişinin tüm şiddetiyle hala sürdüğü bir sırada kabul edilen belgedeki hüküm, yine basının aktarmasına göre şöyleydi: “Kamusal alana kaymamak koşuluyla mahalli dil ve kültürlerin özelliklerinin geliştirilmesine yönelik düzenlemeler yapılmalıdır.” “Kamusal alana kaymamak” kesin koşuluna rağmen burada “mahalli dil ve kültürlerin özelliklerinin geliştirilmesine yönelik düzenlemeler” biçiminde pozitif bir vurgu vardır. Şimdi ise bireysel hak kapsamı vurgusunu “bu özgürlüklerin kötüye kullanılma”nın engellenmesine yönelik tedbirlerin alınması vurgusu tamamlamaktadır. Bunun ne anlama geldiğini hergünkü baskıcı uygulamalar bize bütün açıklığı ile gösteriliyor. Yerel bir parti kongresinde Kürtçe konuşmanın bile cezai koğuşturma konusu olması gerçeği, devletin Kürt sorunundaki esneme sınırlarını da ortaya koyuyor.
Güney’de bir Kürt devletinin kurulduğu bir sırada Kuzey’de durum işte bu. Kuşkusuz bu sonu olmayan umutsuz bir açmaz, körlemesine bir devekuşu politikası... Bu politikanın bir sonuç vermesi, sorunu çözmesi, çözmek bir yana bir parça olsun yumuşatıp yatıştırması mümkün değildir. Fakat halihazırdaki durum da işte budur. Siyaset Belgesi’nde Kürtlere tanınan resmi hareket alanı işte bu kadardır. “Mahalli dil ve kültürlere” salt bireysel haklar kapsamında sözüm ona “özgürlük”; ama bunun bile sistemli zaptiye tedbirleriyle sıkı biçimde kontrol edilmesi. İmralı çizgisinin dayandığı boş umutlara da buradan bakabiliriz. Sizin gelin de “milli politikası”nı bu sınırlarda belirlemiş bir devletle barışıp bütünleşin! Burada en geri bir ulusal çizgiye bile nefes alacak bir alan yok demek istiyorum. Devlet sizi kollektif bir “alt kimlik” olarak bile kabul etmek istemiyor.
Yeni Siyaset Belgesi bu katı inkarcı tutumu çerçevesinde dikkate değer bir yenilik daha içeriyor. Eski Siyaset Belgesi’nde “Türk milliyetçiliği”nin ırkçı yorumu bir “tehdit unsuru” kabul ediliyordu. Türk ırkçılığının sokak linçlerine varacak düzeyde şaha kalktığı bir dönemde devlet yeni Siyaset Belgesi’nden bunu çıkarıyor. Ve basın bu son derece dikkate değer tutumu “ülkücü milliyetçilik tehdit olmaktan çıkarıldı” manşetleriyle duyuruyor.
Kürtlere nefes alacak alan bırakmamak ile ırkçı faşist milliyetçiliğin tehdit olmaktan çıkarılması aynı politikanın iki yüzüdür. Ya da aynı bütünsel politikanın iki unsurudur. Çünkü o ırkçı-faşist milliyetçilik devletin bizzat yönlendirip uyguladığı linç girişimlerinde artık önemli bir dayanak, geçmişte olduğu gibi devlet için vurucu bir güç. Bu çok çok önemli, fakat ek açıklamalar gerektirmeyecek denli açık bir yeni politika.
Yine de bu politikanın anlamını daha iyi değerlendirebilmek için yeni Siyaset Belgesi’nin bir başka temel önemde tespitine de bakmamız gerekmektedir. Şöyle diyor yeni belge: “Türkiye’nin temel kuruluş ilkeleriyle hedefleri örtüşen sivil toplum kuruluşlarıyla ilişkiler önem taşımaktadır.”
Nedir“Türkiye’nin temel kuruluş ilkeleri”? Yanıtını artık biliyoruz: Tek dil, tek devlet, tek ulus, tek bayrak. Yani Kürtlere nefes alacak alan bırakmamak. Bu çerçevede devletle temel “hedefleri örtüşen sivil toplum kuruluşları” hangileri olabilir? MHP’den Türk-İş’e kadar bütün bir faşist ve gericiler takımı. Siyaset Belgesi’nin saptadığı bu yeni görev ile ırkçı milliyetçiliğin bir “tehdit unsuru” olmaktan çıkartılması arasındaki mantıksal uyum herhangi bir açıklama gerektirmiyor. Devlet aslında bir yanıyla da gerçekçi davranıyor. İşlerin Türk-Kürt çatışmasına bir biçimde gideceği bir muhtemel duruma karşı kendi cephesinden şimdiden hazırlık yapıyor, kendi saflarını hazırlıyor. Eğer Türk milliyetçiliğini tehdit ilan ederseniz, önemli bir kitle dayanağınızla sorun alanı yaratmış olursunuz. Onu tehdit olmaktan çıkarıyorsunuz, dahası “Türkiye’nin temel kuruluş ilkeleriyle hedefleri örtüşen” güçler olarak doğrudan dayanılacak güç ilan ediyorsunuz. Durum zaten buydu kuşkusuz, uygulama yönünden burada esasa ilişkin bir yenilik yok, yeni olan devletin Milli Siyaset Belgesi üzerinden bunu milli bir politika düzeyinde formüle etmesidir. Haber değeri sadece burada, yoksa burada da uygulama yönünden yeni olan herhangi bir şey yok.
Kürt sorunu bağlamında Kerkük ve Türkmenler sorunu
Kürt politikasında geriye bir de Kerkük kalıyor. Kerkük başlıklı bir bölüm var, ama politika olarak saptananların fazla bir ciddiyeti yok. Çünkü olayların da açıklıkla gösterdiği gibi uşaklık ettikleri Amerika karşısında yapabilecekleri fazla bir şey yok. Türkiye’deki Kürt sorunu konusunda direnç gösterebilirler ama Güney Kürdistan konusunda yapabilecekleri bir şey yok artık. Gene de yapmak isediklerini okumak istiyorum: “Irak, etnik temele dayalı olarak yapılandırılırsa kalıcı bir devlet yapısı oluşturulamaz.” Bu bir politika değil, daha çok bir fikir beyanı. Yani Irak’ta Kürtler federal bir devlet olursa Irak toprak bütünlüğünü koruyamaz diyor. Bu bir fikir, bir tespit yalnızca, daha açık tanımlar getiremiyorlar, buna cesaret edemiyorlar, yapabilecekleri fazla bir şey olduğuna da artık inanmıyorlar. Sadece Amerika’ya, onu öyle yaparsanız Irak üzerindeki bütünsel etkinizi koruyamazsınız demeye, sözde buradan uyarıda bulunmaya çalışıyorlar. Siyaset Belgesi’nin bu tespitinin Türk diplomasisin gündelik resmi söylemi olduğunu biliyoruz, sözkonusu uyarıyı bu çerçevede dile getiriyorlar.
İkinci hüküm: “Kerkük, herhangi bir etnik grubun doğrudan etkisi altına girmemeli.” Bu da bir şey anlatmıyor. Sonuçta birisinin etkisi altına girecek, bundan kuşku duymamak gerekir. Burjuva ilişkiler dünyasında bunun başka türlü olması olanağı yoktur. Bugüne kadar Arap burjuvazisi şahsında Araplar’ın etkisi altındaydı, bundan böyle de büyük bir ihtimalle Kürt burjuvazisi şahsında Kürtlerin etkisi altında olacak. Dolayısıyla Siyaset Belgesi’nin hükmü boş bir temenniden öteye bir anlam taşımıyor.
Kerkük kuşkusuz etnik bir mozaik. Ama Kürtler de halihazırda zaten başka bir şey söylemiyorlar ki. Kürtler, ki en aşırısı şimdi Barzani’dir, aslında farklı bir şey söylemiyorlar, Kerkük Kürtlerindir demiyorlar. Kerkük Kürtlerin, Türkmenlerin, Arapların yaşadığı bir Kürdistan kentidir diyorlar. Bu anlamda “herhangi bir etnik grub”un tekeli sözkonusu değil şimdilik, ya da kimse bunu savunuyor görünmüyor. Ama bu etnik gruplardan birinin etkin ve egemen güç olmayacağı anlamına da gelmiyor ve bunun yeni adayının Kürtler olduğu da artık aşağı yukarı kesinleşmiş bulunuyor.
Buna rağmen Siyaset Belgesi’nin saptadığı siyasetin bir anlamı var. Kerkük’te Türk devleti bugüne kadar bir fesat odağı idi ve yapılan tespitler çerçevesinde bundan sonra da elinden geldiğince fesat odağı olmaya devam edecek. Sistemli çabalarla Türkmenleri Kürtlere karşı kışkırtma politikası sürdürülecek. Bu vesileyle söylemiş olayım; Türkiye’yi yönetenler halihazırda Kerkük ve Türkmen politikasında bozguna uğramış durumdalar. O sözü çok edilen ve büyük misyonlar biçilen Türkmen Cephesi bu politika bozgununa bağlı olarak dağıldı bile.
Irak Türkmenleri’nin önemli bir bölümü Şii, yani Türk burjuvazisinin temsil ettiği resmi ideoloji ve kültüre bir hayli yabancı. Bu açıdan Türk burjuvazisinin gerici politikalarına alet olmaları sanıldığı kadar kolay değil. Türkmenler halen büyük ölçüde Şii akımların etkisi altındalar. Öteki bir bölümü Kürtlerle çok iyi ilişkiler içerisinde. Onyılları bulan sistemli baskı rejimi Kürtlerle birlikte onları da hedef almış ve bu, Irak’ın bu iki mazlum halkı arasında doğal bir yakınlaşma yaratmış. Daha sıkı bir yakınlaşmanın bizzat Türk devleti tarafından sabote edildiğini biliyoruz. Türk devleti Baas rejimi döneminde etkilediği kadarıyla Türkmenleri Arap rejimini desteklemeye yönlendirdi. Bunu kendisi için tehlike olarak gördüğü Irak Kürt ulusal hareketine karşı düşmanca tutumundan dolayı yaptı ve bu arada Baas rejiminin Türkmenler üzerindeki baskı ve zulmüne gözlerini tümüyle kapadı. Eskiden Türk devleti için ne Türkmenlerin hakkı hukuku ve ne de Kerkük sorun vardı. Bunlar Kürtlerin inisiyatif kazanması ve devletleşmesi ile birlikte gündeme geldiler, Türk devleti için anlam ve önem kazandılar. Dolayısıyla Türk devleti için sorun Türkmenler değil Kürtlerdir, Türkmenler Kürtlere karşı kullanılmak istenen gerici bir kozdur.
Türkmenler Irak’ın mazlum halklarından biridir. Türk devletinin beslemesi Ankara merkezli Türkmen Cephesi’ne bakarak Irak Türkmenleri hakkında bir yargıya varmak tümüyle yanıltıcıdır. Türkmenlerin önemli bir kesimi Türk devletinin kışkırtıcı politikalarına tümüyle ilgisiz biçimde Şii akımların etkisi altında. Öteki bir kesimi Kürtlerle dostluk içerisinde. Çünkü Kürtler onların dil ve kültürlerine, bundan doğan haklarına halihazırda, hiç değilse halihazırda, saygı duyuyorlar ve bunu uygulamada da gösteriyorlar. Yarın devlet olduktan sonra bu durum önemli ölçüde değişecektir, bundan da kuşku duymamak gerekir. Burjuvazi her yerde burjuvazidir ve onun ulusal politikası her zaman öteki ulusal toplulukları ve azınlıkları baskı altına almaktır. Bütün burjuva sınıf iktidarları kendi azınlıklarını bir biçimde ezerler, zira kendileri için tehdit olarak görürler. Ama halihazırdaki durum bu değildir. Kürtler devletleşmelerini ilerletmeye çalışırken Araplar karşısında öteki azınlıkların da desteğine ihtiyaç duymakta, bu çerçevede onların haklarına saygı göstermektedirler. Bugün Güney Kürdistan’daki Türkmenler tüm kültürel haklarını kullanabiliyorlar. Dillerini kullanabiliyorlar, okullarına sahipler, kültürel yaşamları üzerinde bir kısıtlama yok, siyasette yerleri var, idari yapılanmada yerleri var. Bütün bunlar üzerindeki tek gerçek tehdit halihazırda Türk devletinin kışkırtmalarından başka bir şey değil. Türk devletinin Türkmenleri kullanmaya yönelik fesat faaliyetleri Türkmenleri durduk yerde hedef haline getiriyor. Öteki halkların, özellikle de Kürtlerin onlara karşı güvensizlik duymalarını besliyor. Türkmen haklarının şampiyonu

Geen opmerkingen: