Evet! Bağımsızlık ne korkunç bir “düş” siyasi Kürt kadroları için! Bağımsızlık olgusunun içi içeriğinin katmerce boşaltıldığı tek coğrafya Kürdistan’dır. Sömürgecisine kendisini beğendirmek için kırk takla atan “aydın ve siyasi kadrolarına” sahip gene tek coğrafya Kürdistan’dır.
Olaylara, olgulara bakarken kendi öznel dar mantıklarıyla bakmaktadırlar ve bakışlarını “yeni” gelişmeler üzerinden geliştirirlerken siyasal olguların sosyal hayatın bir ürünü olduğunu ve bu sosyal gelişmenin maddi hayatın gerçek dili olduğunu unutmaktadırlar. Ser sefillik buradan gelmektedir. Kürdistan gerçeği ve Kürt ulusunun varlığı öznel mantığın dar alanına sığmadığını maddi hayat sürekli tekzip etmiştir. Kürdistan gerçeği OrtaDoğu’nun kıyamet düğümüdür, dolaysıyla bu düğümün çözülmesi dünya dengelerini, özellikle emperyal ülkelerin Orta-Doğu siyasetini parçalanması demektir. O yüzden başta sömürgeci devletler olmak üzere onların uluslar arası (ilişkileri-) bağlantıları olan emperyal ülkeler var olan statukonun değişmesini istememektedir. Orta-Doğu’ya ilişkin olarak geliştirdikleri politikanın ana merkezinde Kürt ulusunu parçalar düzeyinde dikenli tellerle, mayınlı tarlalarla kuşatarak uzun erimli bir süreçle eritilmesi öngörülmeketedir. Kuzey Kürdistan bölgesinde PKK eliyle sürdürülen savaşın bir amacıda budur! Bu olgunun tartışılması gerekiyor.
Kürt karşıtı savaşın tüm boyutları 19.yüzyıldan itibaren Kürdistan’da çok ağır boyutlarda sürdürülmektedir ve bu Kürt karşıtı politikaların uygulanmasında Kürt aydın ve siyasi kadrolarının büyük payı vardır. Kürdistanda sürdürülen savaşa karşı Kürt aydın ve siyasi kadroları ulusal refleksleriyle hareket ederek askeri işgale karşı savaşma yerine sürekli uzlaşmacı politikalar geliştirmişlerdir. Ki, Kürdistan’ın asıl parçalanması ve statusu olmayan bir sömürge konumuna düşürülmesi 18 Ocak 1919 da açılan Paris Barış Konferansı süreciyle başlamış Sevr-Lozan süreciyle devam ederek bu güne gelmiştir. Kürtler ülkesiyle, halkıyla parçalanması ve paylaşılmasına ilişkin olarak yürütülen bu politiklara karşı eleştirel yaklaşılmamış olduğu gibi sürekli yandaşlık edinme çabasına girilmiştir. Kürdistan’ın bağımısızlığını savunan ve bu uğurda can bedeli bir savaş yürüten Azadi örgütünün yürüttüğü ulusal mücadele süreci de anlaşılmamıştır; anlaşılmadığı gibi 1925 Kürt ulusal hareketine sömürgeci Türk devletinin resmi ideolojisiyle oluşturulmuş argümanlarla yaklaşılmıştır ve halende yaklaşılmaktır. Buna ilişkin olarak sağlıklı bir hesaplaşma da yapılmamaktadır.
Oysa bu süreç çok önemli bir süreçtir, bu sürecin tartışılmasıyla birlikte yakın tarihimizle yüzleşmesine gidilerek bugünkü sürecin aşılmasında önemli bir adım atılacaktır. Bu yakın tarihimizle yüzleşmek hesaplaşmak sadece Kürt tarihi ile sınırlı kalmayacağı gibi bir bütün olarak Orta-Doğu’nun tarihiyle de yüzleşme ve hesaplaşma yapılacaktır. Çünkü Orta-Doğu’da geliştirilen politikların sonucu olarak Kürdistanın bölünüp parçalanması, paylaşılması sağlanmıştır. Orta-Doğu’nun statükosunu belirleyen emperyal devletlerin yürüttükleri politikalar sonucu Kürdistan statüsü olmayan bir sömürge konumuna itilmiştir.
Bugün Orta-Doğu’da dengeler değişse bile Kürdistan’a ilşikin olarak sömürgeci devletler ile emperyal devletlerin politikalarında herhangi bir değişiklik söz konusu olmayacaktır. Kürdistan parçalanmış, sınırları ortadan kaldırılmış, Kürt ulusunun varlığı yok sayılmış inkar edilmiş bir durumdadır, bu durum sömürgeciler açısından, emperyal devletler açısından değişmeyen bir durumdur. Değişen sadece Kürt siyasi kadrolarının öznel mantığıdır. Kendilerinin değişimini dünyanın değişimi olarak görmektedirler. Kürdistan açısından değişen bir durum yoktur. Kürdistan sınırları belli alt sömürge statüsüne bile sahip olmayan bir sömürgedir. Olaya bu açıdan baktığımızda Kürdistan’a ilişkin olarak nasıl bir politik hat geliştirebiliriz? Kürdistan’ın bağımsızlığını, Kürt ulusunun özgürlüğünü hedef alan hangi mücadele araçlarına ve örgütlülüğüne sahibiz?
Elbetteki bugün kü süreç düne göre çok daha gelişkindir fakat belirleyici değildir. Sömürge ve sömürgeci ilişkisinin siyasi, politik boyutu tam anlamıyla bilince çıkarılmamıştır. Mücadele parçalar düzeyinden merkezi bir duruma sıçramamış, uluslara arası ilişkilerde Kürt ulusunun bir bütün olarak temsili bir kurumu mevcut değildir. Mücadelenin seyri parçalar düzeyinde sınırlı kalmaktadır ve her parçanın konumu bir diğerine göre dengesiz bir gelişme gösteriyor. Parçalardaki siyasi mücadele Milli Misak-i sınırlarını aşabilecek bir durumda değildir, olmadığı gibi politikaların merkezinde sömürgeci devletlerin uniter yapısını parçalama yerine onların bir parçası olarak kenilerini görüyorlar. (Bunun en canlı örneği Güney Kürdistan bölgesi siyasi kadrolarının Irak devletiyle Güney Kürdistan bölegesi sorununa ilişkin olarak sürdürülen bakış açılarıdır) Öte yanda ise Kuzey Kürdistan bölgesi siyasi kadrolarının bir çoğu sömürgeci parlementoya seçme seçilme hesapları vardır. Sömürgeci Türk devletinin içinde bulunduğu krizin aşılması için bu Kürt “siyasi kadroları”nın azımsanmayacak bir biçimde çabaları mevcuttur. Bunun en yakın örneği Bin imzalı “Türkiye'de Kürt sorununa barışçıl çözüm" başlıklı yayınlanan bildiridir. Bu bildiri de şöyle denilmektedir:
“Bizler Kürdüz ve kimliğimizle anılmak istiyoruz, atalarımızın toprakları üstünde onurumuzla ve kimliğimizle birer Kürt olarak yaşamak, dilimizi kültürümüzü serbestçe kulanmak istiyoruz” (...)
“Hiçbir biçimde askeri bir çözümü olmayan Kürt sorununa, aşağıda belirtilen ve halkımızın ortak asgari talepleri temelinde barışçıl bir çözüm getirilmeli; iki asırdan beri süregelen baskı-isyan-baskı süreci artık sona erdirilmeli ve silahlar susturulmalıdır. (...)
Hazırlanmakta olan yeni Anayasa, Türkiye’de vatandaşlık tanımını bir soy esasına bağlı olarak tanımlamamalı ve Kürt halkının inkârına son vererek varlığını kabul etmelidir. Kürt vatandaşlara kendi dillerinde her düzeyde resmi eğitim-öğretim imkânı sağlanmalı ve kamusal alanda kendi dillerini kullanma, medya kurma ve işletme, dernek, kurum ve parti kurma, kültürlerini geliştirme ve siyasal istemlerini özgürce ifade ve savunma haklarını güvence altına almalıdır.
Bu talepler mevcut sınırları sorgulamayan ve tüm demokratik ülkelerin vatandaşlarına tanıdıkları asgari temel insan haklardır. Bunları istemek değil, aksine tanımamak suç sayılmalıdır.”
Doğal olarak şunu sormak istiyorum, gerçekten Türkiye’nin bir Kürt sorunu var mı ki Türkiye de Kürt sorununa “Demokratik çözüm” aranıyor? Bir defa Türkiye’nin bir Kürt sorunu yoktur, çünkü Türk devleti ve onun resmi ideolojisinin bakışı gereği Kürt diye bir ulus, Kürdistan diye de bir ülke yoktur. Varlığı yok ve inkâr edilen bir ulus için hangi “Demokratik çözüm”den bahsedebiliriz. Bu söylenenler her ne kadar cafcaflı sözler ise de, bu isteklerle Türkiye’nin Mili Misak-i sınırlarını korunması ve Türk devletinin uniter devlet yapısına dokunmadan gerçekleştirilmek istenen bir şeydir. Varlığı inkar edilen yok sayılan bir ulus hangi temelde kimliği ile yaşayacak eğer ulusal bağımsızlığı yoksa, bir ulusun kendi kaderini kendisinin tayin etme hakkı yoksa hangi kimlikle yaşayacak, var mı dünya da böyle bir örneği? Bir ulus her şeyiyle inkar edilecek yok sayılacak, buna karşılık iki tane “sömürgeci aydın kopyası”na dönüşmüş aydın imzasıyla Türk devleti Kürtlere alın kimliğiniz, dilinizi, toprağınızı diyecek!
Oysa; Kızılderili yaşlı lider olan Kırmızı Bulut’un dediği gibi: Bize birçok söz verdiler, hatırlayamadığım kadar çok; bir tekinin dışında hiç birini tutmadılar. Toprağınızı alacağız dediler, ve aldılar.(**) Sömürgeci Türk devleti Kürt sorunundan dolayı derin krize girdiği her dönem “Kürt realitesini tanıyoruz!”la başlayıp “ Kürt sorunu benimde sorunumdur!”la bitirince sömürgeci sisteme yama politika yapan Kürt “siyasi kadrolarının” iç yağları eriyor ağızları sulanıyor ve hemen “Türkiye de demokratik bir gelişme(!)” olduğunun yaygarasını koparıyorlar. Sömürgeci Türk devleti de ağıza bir parmak şekerlenmiş bal sürerek süreci biraz daha böyle idare etmeye başlıyor. Bu idare edilen süreç boyuncada Kürdistan’a cellat tırpanıyla giriyor. Avrupa’nın sosyal yardım kapılarının rengi sosyal demkrasi’nin yeşiline boyanınca bizim, Avrupa “misafiri” Kürt aydınlarının çağdaşlığı büyüyor. Ve böylece TC. Devletinde demokratik gelişmenin olduğu Kürt sorunun çözümünün önü açılacağının rüyasını görüyorlar, tabi aç tavuk ruyasında darı anbarını gördüğü gibi bir ruya!
Kürt ulusunun kaderini yazboz tahtasına çevirmiş reklam aşığı ve desinler için ve bir kariyeri olsun diye sömürgeci Türk devletine yağcılık yapan, Ankara bulvarlarında Kürt kanı üzerinde salya sümük dilenci konumlarıyla siyaset yapan aydın bozmalarıyla Avrupanın sosyal yardım kapılarında ayakkabı eskiten aydınların hiçbir surette Kürt ulusunun kaderiyle oynamaya hakkı yoktur..
Her şeyi ile kirlenmiş, siyaset ortamında Sömürgeci ile sömürgenin ayrışmasının derinleşmediği bir yerde hangi barıştan bahsedebiliriz? Başından tırnağına kadar Kürdistan’a kan taşınıyor. Bu taşınan kan içinde Kürt ulusunun varlığı yok sayılıp inkar ediliyor. Barış gelecekse ve olacaksa bu da Kürt ulusunun özgürlüğü Kürdistan’ın bağımsızlığından geçmektedir. Bu olguyu kavramayan anlamayan veya anlamak, kavramak istemeyen aydınların Kürt ulusunun köleliğini getiren sömürgeci sistemin dolaylı ayakları olmaktan öte görevleri yoktur.
Sömürgeci sistemin tanıdığı olanak ve statüsü içinde yürütülen politikalarla Kürt ve Kürdistan sorununa çözümün geliştirilmesinin imkanı yoktur; olmasını düşünmek eşyanın tabiatına aykırıdır. Legal düzeyde sürdürülen mücadelenin alanını ve yönünü Sömürgeci Türk devleti belirlenmektedir. En alt düzeye düşürülmüş taleplere Kürdün kolunu kanadını kırarak karşı çıkan bir devletin “demokratik çözüm” sorunu olmaz. Bunu düşünmek bile Kürt ulusuna karşı çok büyük haksızlık olduğu kadar, Kürt ulusunu aldatmaktır. Sömürgeci Türk devletinin Kürdistan’da yürüttüğü askeri işgalinin derinleşmesine biraz daha katkı sunmaktır.
“Türkiye'de Kürt sorununa barışçıl çözüm” arayanların mantığında diplomasi yürütüldüğü hesapları vardır. Diploması ilkesizlikle yürütülmez. Ülke ve ulus bilincini kırarak, Misak-ı Milli sınırları kabul ederek ve üstelik bu Misak-ı Milli olarak kabul edilen“ mevcut sınırları sorgulamayan” politikalar yürütülerek diplomasi yapılmaz. Diplomasi karşıt güçlerin birbiriyle ulusal ve uluslar arası alanda yürüttükleri siyasi ve politik mücadele biçimidir. Karşıtlığınız yoksa diplomasi yapamazsınız! Her şeyden önce kendi karşıtınıza dönüşmeden kendiniz olarak karşıtınıza karşı cephe savaşı yürütmek zorundasınız, bu cephe savaşının temel prensibi ulusal düzeyde örgütlü ve temsil düzeyi olan bir kurumla çıkmanızdan geçer. Böyle bir kurumunuz yoksa sizi kimse ciddiye almaz. Diplomasi yürütülmesinin araçlarına sahip olmak zorundasınız, bunun yolu da örgütlü, kararlı, ilkeli ve bağımsız olmaktan geçer. “Kürt sorununa barışçıl çözüm” önerisiyle sömürgeci sisteme yama politiklarla yürütülemez.
İşe yanlış temelde başlandığında sonuçta başlanılan yanlışların ürünü olarak kendini oluşturacaktır. Neresinden bakarsak bakalım Kuzey Kürdistanda 1950 sonrası yürütülen mücadeleler ülke ve ulus bilnciyle değil ideolojik örgütlenmelerle yürütülen mücadele biçimleridir, dolaysıyla ulus ve vatan bilincinden yoksun olarak olaylara, olgulara yaklaşmıştır. Kürdistanda sürdürülen sömürgeci sistemin asimilasyon politikasını anlayamadığı için sınıf mücadelesi adı altında, yürütülen asimilasyon polikasının yaygınlaşmasına, derinleşmesine dolaylı da olsa yardımcı olmuştur. Türk devletinin “demokrasi” krizinin aşılmasında gene aynı ivedilikle çaba harcamaktadır.
Bir kere şu olgu kavranılmadığı sürece bizim sağlıklı olarak mücadele yürütmemizin şansı yoktur. Her şeyden önce olguların, şeylerin kendi gerçekliğinin bilinciyle hareket etmek zorundayız; “Sömürge-sömürgeci ilişkilerinde önemli olan, sömürgenin doğal zenginliklerinin metropol ülkeye taşınmasıdır. Alt-sömürgeye karşı yürütülen temel politika ise asimilasyondur. Asimilasyon uygulamalarının yoğunluğu millet bilincini vatan bilincini eritip silmiştir. Kürtlerde milli duygunun zayıflığı izlenebilen ve gözlenebilen ve saptanan bir olgudur. Vatan bilinciyse sıfırdır, sıfırın bile altındadır. Gerilla mücadelesinin bu konularda sağlıklı bir bilinç geliştirmesi beklenirdi. Bu beklenti gerçekleşmemiştir.”(***)
Önce vatan ve ulus bilincini kendimizde oluşturarak diplomasinin nasıl yürütülmesi gerektiğini ancak o zaman sağlıklı olarak düşünebiliriz. Çağrılarımız, bildirilerimiz, mesajımız Vatan bilinciyle, ulus bilinciyle yapılarak, her şart altında Kürdistanın bağımsızlığını, Kürt ulusunun özgürlüğünü savunarak; bu iki temel amaç için can bedeli bir mücadele yürütülerek bağımsızlık düşümüzü gerçeye dönüştürme çabamız olmalıdır, sorunun çözümü için bu şekilde başladığımız anda sonucunuda ona göre oluşturmamızın önünde hiç bir engel yoktur:
Kürtlerin zaaflarının da dikkate alınması, irdelenmesi gerekir. Bölünmenin, parçalanmanın ve paylaşılmanın hedefi olan bir ulus, birçok zaafı olan bir ulustur. Düşmanları, onun bu zayıf tarafından yararlanarak onu bölmüşler, parçalamışlar, paylaşmışlar, yok etmeye çalışıyorlar.
donderdag 30 oktober 2008
YEZDAN ŞÊR AYAKLANMASI (Botan, 1854-1856)
1847 yılındaki Botan ayaklanmasının Osmanlı tarafından bastırılmasında olumsuz rol oynayan Bedirxan Bey'in yeğeni Yezdanşêr, 19.yüzyılın en büyük Kürt ayaklanmalarından birinin başında yer almıştı. Yezdanşêr bir yandan, belirli topraklar üzerinde kişisel iktidarının çıkarlarını ön planda tutan gerçek bir feodaldi. Politik tutarsızlığı bundan kaynaklanmaktaydı, öbür yandan O, öz toprağının kurtuluşu için çalışan içtenlikli bir Kürdistan yurtseveri, kısa bir süre zarfında bir beyliğin çerçevesini aşıp Kürdistan'ın büyük bir bölümünü kapsayan ve Kürt tarihinde feodal hareketlerin gerçekten ulusal bir harekete dönüştüğü geçiş döneminin habercisi sayılan genel bir halk ayaklanmasının önderiydi.
Yezdanşêr, Bedirxan Bey'in kıyamında yaptığı ihanet karşısında Bedirhan Bey'in yerine Cizre beyi olarak atanmıştı. Ancak Osmanlıların Cizre beyliğini yeniden canlandırmaya niyetleri yoktu, olaylar bastırılıp tehlike atlatılınca, Yezdanşêr'e de gerek kalmadı. Onu uzaklaştırıp yerine bir Osmanlı paşası atadılar ve bölgedeki Kürt beyliklerinin tümünü ortadan kaldırmak için yeni düzenlemelere giriştiler. Umduğunu bulamayan Yezdanşêr, Osmanlıya karşı iç cephe açmak için, onun Kırım Savaşı'nın elverişsiz konumundan yararlanmak istedi.
Beylikler ortadan kaldırılıp yerlerine Osmanlı paşalarının atanması, çeşitli yerlere yeni askeri beylikler yerleştirilmesi, ağırlaşan vergiler zorunlu askeri yönetimin baskı ve kötülükleri kitleler arasında hoşnutsuzluğun yükselmesine yeni bir ayaklanma için ortamın olgunlaşmasına neden olmuştu. 1854'te Yezdanşêr 2000 kişilik bir güçle Bitlis'i ele geçirdi ve yönetimine el koydu, kısa sürede Musul'u ele geçirip çok miktarda top, tüfek ve cephane ele geçirdi.
Ayaklanma, hızla genişledi ve Bedirhan Bey ayaklanmasında bile görülemeyen kitlesel bir nitelik kazandı. Ayaklanma alanı içinde yaşayan farklı ulusal azınlıklar; Süryaniler, Ermeniler, Rumlar da ayaklanmaya katıldılar. Aralık ayında 2000 kişiyle başlayan ayaklanma, Ocakta 30.000 Şubatta 60.000'e daha sonra ise 100.000'e ulaştı. Bu dönemde insanlar bir kurtarıcı arayışı içindeydiler ve bu rolü bu kez Yezdanşêr oynadı.
Ayaklanma 1855 yılının kışı sonunda doruk noktasındaydı. Ayaklananlar Güneyden Bağdat ve Halep yönünden saldırıya geçmeye çalışan az sayıdaki ve dağılmış hükümet birliklerini kolayca aşıyorlardı.Van ve Erzurum'u ele geçirmek amacıyla kuzeye ilerlemeye hazırlanıyorlardı. Yezdanşêr, Rus ordusuyla temasa geçmek istedi ama başarılı olamadı. Bu arada Osmanlı ordusu ayaklanmayı püskürtmeye çalışıyordu. Büyük sömürgeci devletler güçten düşmüş Osmanlı topraklarını aralarında paylaşamıyorlardı ve Kürt halkının kendi bağımsızlığını kazanıp bir devlet kurmalarını istemiyorlardı. Bu anlamda söz konusu Kürt halkının bağımsızlığı olduğunda yüzyılların düşman devletleri dahi aynı masada oturup kendi aralarında birleşebiliyorlardı. İngilizler ayaklanmanın için Osmanlılara, silah yardımı ve birliklerin yönetilmesi dahil her türlü desteği verdiler.
İngilizlerin Musul konsolosu, Kürt aşiretlerin arasında ikilik sokmak ve Yezdanşêr'in Osmanlıyla uzlaşmaya ikna için yoğun çaba gösterdi. Yezdanşêr, politik tutarsızlığı ve verilen vaatlere hemen kanmasından kaynaklı, Osmanlıyla görüşmeyi kabul etti.Musul'daki İngiliz konsolosunun kişisel sözde güvencesiyle, sözde görüşme vaatleriyle, tuzağa düşürülerek İstanbul'a gönderildi ve orada tutuklandı. Lidersiz kalan ayaklanma kısa sürede dağıldı.
Bu ayaklanmayı daha öncekilerden farklı kılan şey Kuzey ve Batı Kürdistan'ın geniş topraklarını kucaklamış olmasıdır. Türk iktidarlarına karşı Kürt halkının kurtuluş mücadelesi, Kürt aşiretlerinin feodal dağınıklığından dolayı, sürekli olarak başarısız kalmıştır. Türk iktidarları sömürgeci politika uygulayan Avrupa devletleri tarafından da destek buluyordu. Yezdanşêr önderliğindeki hareket, açık bir politik programın olmayışı, askerlerin kötü askeri politik eğitim{sizliğ}i ve düzenli düşman kuvvetleri ile savaşta dayanıksız olmaları yenilgiye sebep olmuştur. Sonuç olarak diyebiliriz ki, Kürtler, uğradıkları geçici yenilgilere karşın her zaman kıyam geleneklerini korumuşlardı.
--------------------------------------------------------------------------------
Yezdanşêr, Bedirxan Bey'in kıyamında yaptığı ihanet karşısında Bedirhan Bey'in yerine Cizre beyi olarak atanmıştı. Ancak Osmanlıların Cizre beyliğini yeniden canlandırmaya niyetleri yoktu, olaylar bastırılıp tehlike atlatılınca, Yezdanşêr'e de gerek kalmadı. Onu uzaklaştırıp yerine bir Osmanlı paşası atadılar ve bölgedeki Kürt beyliklerinin tümünü ortadan kaldırmak için yeni düzenlemelere giriştiler. Umduğunu bulamayan Yezdanşêr, Osmanlıya karşı iç cephe açmak için, onun Kırım Savaşı'nın elverişsiz konumundan yararlanmak istedi.
Beylikler ortadan kaldırılıp yerlerine Osmanlı paşalarının atanması, çeşitli yerlere yeni askeri beylikler yerleştirilmesi, ağırlaşan vergiler zorunlu askeri yönetimin baskı ve kötülükleri kitleler arasında hoşnutsuzluğun yükselmesine yeni bir ayaklanma için ortamın olgunlaşmasına neden olmuştu. 1854'te Yezdanşêr 2000 kişilik bir güçle Bitlis'i ele geçirdi ve yönetimine el koydu, kısa sürede Musul'u ele geçirip çok miktarda top, tüfek ve cephane ele geçirdi.
Ayaklanma, hızla genişledi ve Bedirhan Bey ayaklanmasında bile görülemeyen kitlesel bir nitelik kazandı. Ayaklanma alanı içinde yaşayan farklı ulusal azınlıklar; Süryaniler, Ermeniler, Rumlar da ayaklanmaya katıldılar. Aralık ayında 2000 kişiyle başlayan ayaklanma, Ocakta 30.000 Şubatta 60.000'e daha sonra ise 100.000'e ulaştı. Bu dönemde insanlar bir kurtarıcı arayışı içindeydiler ve bu rolü bu kez Yezdanşêr oynadı.
Ayaklanma 1855 yılının kışı sonunda doruk noktasındaydı. Ayaklananlar Güneyden Bağdat ve Halep yönünden saldırıya geçmeye çalışan az sayıdaki ve dağılmış hükümet birliklerini kolayca aşıyorlardı.Van ve Erzurum'u ele geçirmek amacıyla kuzeye ilerlemeye hazırlanıyorlardı. Yezdanşêr, Rus ordusuyla temasa geçmek istedi ama başarılı olamadı. Bu arada Osmanlı ordusu ayaklanmayı püskürtmeye çalışıyordu. Büyük sömürgeci devletler güçten düşmüş Osmanlı topraklarını aralarında paylaşamıyorlardı ve Kürt halkının kendi bağımsızlığını kazanıp bir devlet kurmalarını istemiyorlardı. Bu anlamda söz konusu Kürt halkının bağımsızlığı olduğunda yüzyılların düşman devletleri dahi aynı masada oturup kendi aralarında birleşebiliyorlardı. İngilizler ayaklanmanın için Osmanlılara, silah yardımı ve birliklerin yönetilmesi dahil her türlü desteği verdiler.
İngilizlerin Musul konsolosu, Kürt aşiretlerin arasında ikilik sokmak ve Yezdanşêr'in Osmanlıyla uzlaşmaya ikna için yoğun çaba gösterdi. Yezdanşêr, politik tutarsızlığı ve verilen vaatlere hemen kanmasından kaynaklı, Osmanlıyla görüşmeyi kabul etti.Musul'daki İngiliz konsolosunun kişisel sözde güvencesiyle, sözde görüşme vaatleriyle, tuzağa düşürülerek İstanbul'a gönderildi ve orada tutuklandı. Lidersiz kalan ayaklanma kısa sürede dağıldı.
Bu ayaklanmayı daha öncekilerden farklı kılan şey Kuzey ve Batı Kürdistan'ın geniş topraklarını kucaklamış olmasıdır. Türk iktidarlarına karşı Kürt halkının kurtuluş mücadelesi, Kürt aşiretlerinin feodal dağınıklığından dolayı, sürekli olarak başarısız kalmıştır. Türk iktidarları sömürgeci politika uygulayan Avrupa devletleri tarafından da destek buluyordu. Yezdanşêr önderliğindeki hareket, açık bir politik programın olmayışı, askerlerin kötü askeri politik eğitim{sizliğ}i ve düzenli düşman kuvvetleri ile savaşta dayanıksız olmaları yenilgiye sebep olmuştur. Sonuç olarak diyebiliriz ki, Kürtler, uğradıkları geçici yenilgilere karşın her zaman kıyam geleneklerini korumuşlardı.
--------------------------------------------------------------------------------
dinsdag 28 oktober 2008
Kürdistan şimdi kurulacak veya hiçbir zaman!!!!!!!!!!
Aşiret çözülme sürecine girmiş, tarikat ve medresenin Kürdistandaki rolu nerdeyse yok edilmiştir. Bu durum, Kürt Milletini savunmasız bir hale getirmiştir. Ama düşmanlarımızın durumu bizimkiden daha ‘iyi’ değil. Onlar da ideolojik, etnik, ekonomik, askeri ve siyasal problemler ile karşı karşıyadır. Merkezleri bunalım içerisindedir ve çözülme sürecine girmişler. Bizi yutmaya çalışıyorlar. Bizi yutanlar parçalanır.
Kürtler Millet olarak varlık ile yokluğun son aşamasını yaşıyor. Bu son savaştır. Ya başaracak ve kurtulacaklar ya da yok olup gidecekler.
Tarihin hiçbir zamanında işgalci güçler Kürt bireyi ile ilişki kurma olanağına sahip olmamıştır. Tekniki nedenler, dil ve diğer komunikasyon olanakları, buna engel olduğu gibi, Kürt milletinin örgütlülüğü buna esas engeldi.
1900’li yıllara kadar işgalci güçler’in Kürdistandaki varlığı geçici olmuştur. Esas olarak anlaşmaya dayanan bir ilişki geçerli olmuştur ve fiili bir işgal da yoktur. Sadece geçici ve savaş dönemlerinde, işgalci güçler ile Kürtler arasında direk bir ilişkiden söz etmek mümkündür. O da esas olarak bir savaş ilşkisidir. Fakat muharebe cepsesinde Kürtleri yenen işgalciler, Kürt toplumunun sivil kuruluşlarına teslim olmak zorunda kalmış ve anlaşma yolunu seçmişlerdir. Yani Kürdistandaki sistem varlığını kuruyabilmiştir.
1900’li yıllardan sonra işgalciler Kürt beyleri, ağaları veya seçkin şahsiyetler üzerinden ilişki kurmak zorundaydı. İşgalci devlet vazifedaraları ile ilişkiye geçmek Kürt toplumu içerisinde kabahat sayılıyordu. Fiili olarak’ta engellenmişti. Devlet ile sıradışı ilşki kuran bireyler toplumdan tecrit ediliyor veya yok ediliyordu. Şehir, kasaba ve köylerde sadece bellirli kişiler işgalci memur ve askerler ile ilişki kurma yetkisine sahipti. Görevleri durumu idare etmekti. Bu durum, apocu savaşa kadar böyleydi.
Şimdiki durumda, Kürdistan’ın güneyi kurtulmuş, güneyin diğer parçasında Suriye rejiminin hiçbir dayanağı yoktur. Doğu Kürdistan’da durumu biraz karışıktır ve bu karışıklığın da esas nedeni apoculuktur. Cumhuri İslami ve Türklerin anlaşması sonucu apocular Kürdistan’ın doğusunda örgütlenmişir. Ama apoculuğun özelliği ve vazifesi gereği, güç olmaması hesaplanmıştır. Apoculara örgütlenmeden güçlenme görevi verilmiştir. Türklerin ve Cumhuri İslami rejiminin ‘siyasallaşmaktan’ duydukları korkudan dolayı, apoculuk, onları stratejik amaçlarına ulaştıracak bir araç olamamıştır. Apoculuk, toplumun dejenere edilmesinde, toplumun çözülmesinde kullanılmış ama güç olması engellenmiştir.
Apoculuk Kürt toplumunun enerjisini, gerçekleştirilmesi mümkün olmayan demode amaç ve fikirlere kanilize etmiş, Kürt Milletinin kurtuluşunu engelleyen bir faktör olmuştur.
Apocu hareket sadece Kürdistan’ın kuzeyinde değil, diğer parçalarda da örgütlenmiş ve merkezdeki ‘yoketme projesini’ sekteye uğratacak bir Kürt hareketinin gelişmesini engellemek için kullanılmıştır.
Kürdistan’ın kuzeyi Kürtleri yoketme projesinin merkezidir
Kürdistan’ın kuzeyinde ise Türk devleti, son 20-30 yılda Kürt toplumuna zorla çözmek, asimile etmek ve Kürt Milletini yoketme amaçlı projesini uygulamıştır. Asimlasyon ve Kürt Kültürüne düşmanlık esasında geliştirilen apoculuk, televizyon kanalları ile desteklenmiş ve Kürt olan herşeye düşman ‘kürt hareketi’ güçlendirilmiştir.
Köylerden ve kasabalardan çıkarılan milyonlarca Kürt, asimile etmek, soysuzlaşmak anlamına gelen Türkleştirmek ve ortadan kaldırmak amacı ile Kürdistan’ın birkaç şehrine ve Türkiyenin batısına sürgün edilmiştir. 3.5 milyon Kürt çocuğu ‘sokak çocuğu’ haline getirilmiş onbinlerce Kürt kızı fahişleştirlmiş ve yüzbinlercesi de savaş’ta katledilmiştir.
Türk devletinden nefret eden, Kürdistan’ın kurtuluşu için savaşmak isteyneler apocu saflara katılmıştır. Türk devletinin en gaddar kolu olan apoculuk, Kürt olan herşey ile amansız bir şekilde savaşmıştır. Kürt ulusal kurumlarına düşmanlık, Kürt Kültürü ve geleneklerine düşmanlık esas hedef olarak bellirlenmiş ve Kürt siyasal hareketine karşı savaş başlatmıştır. Kürt gençleri apocu saflarda düşman’ın çıplak hedefi haline getirilmiş, örgüt içi tasfiyeler ve çeşitli bahaneler ile binlerce ve onbinlerce Kürt genci öldürülmüştür. Tek kelime Türkçe bilmeyen gençlere zorla Türkçe öğretilmiş ve sözüm ona Kürt hareketinin resmi dili Türkçe olmuştur. Apocuların veya yandaşlarının belediyelerinde Kürt kadınları için Türkçe kursları adı altında Kürt toplumuna nefret eken kurslar açılmış ve Kürt kadının asimile ve Kürtlükten çıkması için her türlü metod denenmiştir.
Eğitim, infrastruktur, ekonomik ilişkiler, teknik olanaklar ve televizyon yayınları ile desteklenen soysuzlaştırma projesi, apocuların fiili ve aktif desteği ile sürdürülmüştür.
Kürt toplumu Kürdistan’ın kuzeyinde tam bir çözülme sürecine girmiş ve tanınmaz bir hale gelmiştir.
Sadece seçkinler değil sıradan Kürt bireyi, aşiret çocukları, Türkçe öğrenmiş ve işgalci güçlerin propagandasından etkilenir hale gelmiştir. Kürt toplumu ile işgalci güçler arasında kalkan olan aşiret, tarikat ve medresenin zayıflaması, Kürt bireyini savunmasız bir duruma getirmiştir. Kürt bireyi işgalci güçlerin propaganda, yayın ve psikolojik savaşından etkilenir hale gelmiştir.
İşte tam da bu noktada, Kürt siyasal hareketi, kadim Kürt örgütlerinin görevini üstlenmesi gerekliydi. Ve işte tam bu noktada apoculuk ‘truva atı’ olarak kullanılmış ve Kürt Milletini, tarihin hiçbir zamanında olmadığı kadar zayıflatmıştır. Ve işte bu nedenden dolayı, apoculuğa fazlaca atıfta bulunuyorum.
Düşmanlarımızın durumu
Kürt örgütlerinin çözülmesi, Türk devleti için de problem olmuştur. Nasıl ki Selçuklular ve Osmanlılar Kürt Beyliklerini, Aşiret Konfederasyonlarını küçülterek Kürdistanı idare edilemez bir hale getirdilerse ve sonradan daha alt birimler ile anlaşmak zorunda kaldılarsa, aynı durumun yeni bir tekararı ile karşı karşıyayız. Mart-Nisan aylarında Diyarbekir, Gever, Şemzinan ve diğer şehirlerde meydana gelen olayları kontrol altına alabilmek için işlemez hale getirdikleri Kürt belediye vb. kuruluşların yardımını almak zorunda kaldılar. Yani bireyleşen Kürt toplumunu idare etmek hiç te sandıkları gibi kolay değil. Yani Kürtlerin en zayıf olduğu bir zamanda da çıplak silah ve zorla yönetemek mümkün değil.
Kürt Milleti son yüzyılda devlet kuramadı. Soğuk Savaşın gaddar politikasının kurbanı ve hedefi oldu. Soğuk Savaş bittiği zaman da, soğuk savaş konseptinin bitişini, zor ve 10-15 yıl geç yaşayan, geri ve paylaşılamayan bölgenin merkezinde, barbarların insafsızlığına kaldı.
Ama Kürtleri döven, söven, öldüren güçler zayıflamış ve bunalım sürecine girmiş bulunuyor. ABD’nin yeni koncepte göre bölgeye gelmesi, Kürtler ile devlet kurmuş olanlar arasındaki askeri güç dengesini eşitledi. Hatta yer yer Kürtler, onlardan daha avantajlı ve daha güçlü duruma geldiler.
Karanlık çemberi bir noktada koptu. Kürtler Kürdistanın güneyinden güneşi gördüler. Kırılan çemberin tamiri mümkün değil ve tamamen çözülmek üzeredir.
Devlet aparatına sahip olmak dışında, herhangi bir özelliğe sahip olmayan işgalciler, gelişmelere ayak uyduramıyor. Hantal rejimleri günün koşullarına elverişli olmadığı gibi, değişim kabiliyetine de sahip değiller. Oluşturdukları kalabalık orduları, modern askeri eğitim ve askeri tekniğe sahip ordular karşısında, oyun oynayan çocuk birlikleri gibidir. Biriktirdikleri silahları, ABD’nin modern silahları karşısında çocuk oyuncağı bile değil.
Çok çok abartılırsa polislik yapabilecek kapasiteye sahip orduları işlevsiz kalmıştır. İşgalci dört devletin orduları iç-savaş ve dış destekli bölgesel savaşlar için hazırlanmıştı. ABD ordularının bölgede bulunması, bölge devletlerinin kendi ordularını iç’te ve bölgede kullanılmasını engelliyor. İşlevsiz kalan orduların merkezi bunalıma düşmüş ve orduların varlığı tartışılır hale gelmiştir.
Kürtler Millet olarak varlık ile yokluğun son aşamasını yaşıyor. Bu son savaştır. Ya başaracak ve kurtulacaklar ya da yok olup gidecekler.
Tarihin hiçbir zamanında işgalci güçler Kürt bireyi ile ilişki kurma olanağına sahip olmamıştır. Tekniki nedenler, dil ve diğer komunikasyon olanakları, buna engel olduğu gibi, Kürt milletinin örgütlülüğü buna esas engeldi.
1900’li yıllara kadar işgalci güçler’in Kürdistandaki varlığı geçici olmuştur. Esas olarak anlaşmaya dayanan bir ilişki geçerli olmuştur ve fiili bir işgal da yoktur. Sadece geçici ve savaş dönemlerinde, işgalci güçler ile Kürtler arasında direk bir ilişkiden söz etmek mümkündür. O da esas olarak bir savaş ilşkisidir. Fakat muharebe cepsesinde Kürtleri yenen işgalciler, Kürt toplumunun sivil kuruluşlarına teslim olmak zorunda kalmış ve anlaşma yolunu seçmişlerdir. Yani Kürdistandaki sistem varlığını kuruyabilmiştir.
1900’li yıllardan sonra işgalciler Kürt beyleri, ağaları veya seçkin şahsiyetler üzerinden ilişki kurmak zorundaydı. İşgalci devlet vazifedaraları ile ilişkiye geçmek Kürt toplumu içerisinde kabahat sayılıyordu. Fiili olarak’ta engellenmişti. Devlet ile sıradışı ilşki kuran bireyler toplumdan tecrit ediliyor veya yok ediliyordu. Şehir, kasaba ve köylerde sadece bellirli kişiler işgalci memur ve askerler ile ilişki kurma yetkisine sahipti. Görevleri durumu idare etmekti. Bu durum, apocu savaşa kadar böyleydi.
Şimdiki durumda, Kürdistan’ın güneyi kurtulmuş, güneyin diğer parçasında Suriye rejiminin hiçbir dayanağı yoktur. Doğu Kürdistan’da durumu biraz karışıktır ve bu karışıklığın da esas nedeni apoculuktur. Cumhuri İslami ve Türklerin anlaşması sonucu apocular Kürdistan’ın doğusunda örgütlenmişir. Ama apoculuğun özelliği ve vazifesi gereği, güç olmaması hesaplanmıştır. Apoculara örgütlenmeden güçlenme görevi verilmiştir. Türklerin ve Cumhuri İslami rejiminin ‘siyasallaşmaktan’ duydukları korkudan dolayı, apoculuk, onları stratejik amaçlarına ulaştıracak bir araç olamamıştır. Apoculuk, toplumun dejenere edilmesinde, toplumun çözülmesinde kullanılmış ama güç olması engellenmiştir.
Apoculuk Kürt toplumunun enerjisini, gerçekleştirilmesi mümkün olmayan demode amaç ve fikirlere kanilize etmiş, Kürt Milletinin kurtuluşunu engelleyen bir faktör olmuştur.
Apocu hareket sadece Kürdistan’ın kuzeyinde değil, diğer parçalarda da örgütlenmiş ve merkezdeki ‘yoketme projesini’ sekteye uğratacak bir Kürt hareketinin gelişmesini engellemek için kullanılmıştır.
Kürdistan’ın kuzeyi Kürtleri yoketme projesinin merkezidir
Kürdistan’ın kuzeyinde ise Türk devleti, son 20-30 yılda Kürt toplumuna zorla çözmek, asimile etmek ve Kürt Milletini yoketme amaçlı projesini uygulamıştır. Asimlasyon ve Kürt Kültürüne düşmanlık esasında geliştirilen apoculuk, televizyon kanalları ile desteklenmiş ve Kürt olan herşeye düşman ‘kürt hareketi’ güçlendirilmiştir.
Köylerden ve kasabalardan çıkarılan milyonlarca Kürt, asimile etmek, soysuzlaşmak anlamına gelen Türkleştirmek ve ortadan kaldırmak amacı ile Kürdistan’ın birkaç şehrine ve Türkiyenin batısına sürgün edilmiştir. 3.5 milyon Kürt çocuğu ‘sokak çocuğu’ haline getirilmiş onbinlerce Kürt kızı fahişleştirlmiş ve yüzbinlercesi de savaş’ta katledilmiştir.
Türk devletinden nefret eden, Kürdistan’ın kurtuluşu için savaşmak isteyneler apocu saflara katılmıştır. Türk devletinin en gaddar kolu olan apoculuk, Kürt olan herşey ile amansız bir şekilde savaşmıştır. Kürt ulusal kurumlarına düşmanlık, Kürt Kültürü ve geleneklerine düşmanlık esas hedef olarak bellirlenmiş ve Kürt siyasal hareketine karşı savaş başlatmıştır. Kürt gençleri apocu saflarda düşman’ın çıplak hedefi haline getirilmiş, örgüt içi tasfiyeler ve çeşitli bahaneler ile binlerce ve onbinlerce Kürt genci öldürülmüştür. Tek kelime Türkçe bilmeyen gençlere zorla Türkçe öğretilmiş ve sözüm ona Kürt hareketinin resmi dili Türkçe olmuştur. Apocuların veya yandaşlarının belediyelerinde Kürt kadınları için Türkçe kursları adı altında Kürt toplumuna nefret eken kurslar açılmış ve Kürt kadının asimile ve Kürtlükten çıkması için her türlü metod denenmiştir.
Eğitim, infrastruktur, ekonomik ilişkiler, teknik olanaklar ve televizyon yayınları ile desteklenen soysuzlaştırma projesi, apocuların fiili ve aktif desteği ile sürdürülmüştür.
Kürt toplumu Kürdistan’ın kuzeyinde tam bir çözülme sürecine girmiş ve tanınmaz bir hale gelmiştir.
Sadece seçkinler değil sıradan Kürt bireyi, aşiret çocukları, Türkçe öğrenmiş ve işgalci güçlerin propagandasından etkilenir hale gelmiştir. Kürt toplumu ile işgalci güçler arasında kalkan olan aşiret, tarikat ve medresenin zayıflaması, Kürt bireyini savunmasız bir duruma getirmiştir. Kürt bireyi işgalci güçlerin propaganda, yayın ve psikolojik savaşından etkilenir hale gelmiştir.
İşte tam da bu noktada, Kürt siyasal hareketi, kadim Kürt örgütlerinin görevini üstlenmesi gerekliydi. Ve işte tam bu noktada apoculuk ‘truva atı’ olarak kullanılmış ve Kürt Milletini, tarihin hiçbir zamanında olmadığı kadar zayıflatmıştır. Ve işte bu nedenden dolayı, apoculuğa fazlaca atıfta bulunuyorum.
Düşmanlarımızın durumu
Kürt örgütlerinin çözülmesi, Türk devleti için de problem olmuştur. Nasıl ki Selçuklular ve Osmanlılar Kürt Beyliklerini, Aşiret Konfederasyonlarını küçülterek Kürdistanı idare edilemez bir hale getirdilerse ve sonradan daha alt birimler ile anlaşmak zorunda kaldılarsa, aynı durumun yeni bir tekararı ile karşı karşıyayız. Mart-Nisan aylarında Diyarbekir, Gever, Şemzinan ve diğer şehirlerde meydana gelen olayları kontrol altına alabilmek için işlemez hale getirdikleri Kürt belediye vb. kuruluşların yardımını almak zorunda kaldılar. Yani bireyleşen Kürt toplumunu idare etmek hiç te sandıkları gibi kolay değil. Yani Kürtlerin en zayıf olduğu bir zamanda da çıplak silah ve zorla yönetemek mümkün değil.
Kürt Milleti son yüzyılda devlet kuramadı. Soğuk Savaşın gaddar politikasının kurbanı ve hedefi oldu. Soğuk Savaş bittiği zaman da, soğuk savaş konseptinin bitişini, zor ve 10-15 yıl geç yaşayan, geri ve paylaşılamayan bölgenin merkezinde, barbarların insafsızlığına kaldı.
Ama Kürtleri döven, söven, öldüren güçler zayıflamış ve bunalım sürecine girmiş bulunuyor. ABD’nin yeni koncepte göre bölgeye gelmesi, Kürtler ile devlet kurmuş olanlar arasındaki askeri güç dengesini eşitledi. Hatta yer yer Kürtler, onlardan daha avantajlı ve daha güçlü duruma geldiler.
Karanlık çemberi bir noktada koptu. Kürtler Kürdistanın güneyinden güneşi gördüler. Kırılan çemberin tamiri mümkün değil ve tamamen çözülmek üzeredir.
Devlet aparatına sahip olmak dışında, herhangi bir özelliğe sahip olmayan işgalciler, gelişmelere ayak uyduramıyor. Hantal rejimleri günün koşullarına elverişli olmadığı gibi, değişim kabiliyetine de sahip değiller. Oluşturdukları kalabalık orduları, modern askeri eğitim ve askeri tekniğe sahip ordular karşısında, oyun oynayan çocuk birlikleri gibidir. Biriktirdikleri silahları, ABD’nin modern silahları karşısında çocuk oyuncağı bile değil.
Çok çok abartılırsa polislik yapabilecek kapasiteye sahip orduları işlevsiz kalmıştır. İşgalci dört devletin orduları iç-savaş ve dış destekli bölgesel savaşlar için hazırlanmıştı. ABD ordularının bölgede bulunması, bölge devletlerinin kendi ordularını iç’te ve bölgede kullanılmasını engelliyor. İşlevsiz kalan orduların merkezi bunalıma düşmüş ve orduların varlığı tartışılır hale gelmiştir.
Kürt devleti kuramnın zamanı geldi
Bu gün kürtlerin en büyük ve en caydırıcı güçleri ulusal ve toplumsal projelerinin dayandığı esaslardir. Bu esaslar demokrasidir, insan haklarıdır, eşitlik, iş ve özgürlüktür. Bu kanli coğrafyada bunlar yerli yerine oturduğunda, işte o zaman Kürdistan bir yidiz gibi bölgede parlayacaktır. Bu anlamda şartlar eşittir diyebiliriz.
Pericles, M.Ö. 431 yılında, yirmiyedi sene süren Atina ve Sparta iç savaşında ölenlerin mezarları başında şöyle diyordu: “Hiç bir kurumun yada geleneğin devamı olmıyan bir devlet biçimimiz vardır. Daha çok bize özgü olan bu biçim, başkalarına da örnek olabilir. Bunun adı demokrasidir. Bundan dolayı bizde devlet işlerine katılım ve söz söyleme hakkı bir azınlığın hakkından çok, tüm toplumun hakkı olarak uygulanır.Tüm özel ve toplumsal çelişkilerde insanlar, hukuk karşısında eşittirler. Kamu düzeni kadar kişinin, kendi yaşamıda önemlidir. Fakirlikten dolayı hiç kimse hakir görülemez. Toplumsal olanaklar herkese sunulur. Biz özgür yaşayan vatandaşlar olarak, günlük hayatımızda birbirimize karşı köstekleyici davranışlarda bulunamayız. Hak ve ödevlerimizi belirleyen yasalarımız var. Aksi durumda ortaya çıkan olaylar yasal kovuşturmaya uğramakla kalmıyor, aynı zamanda acı veren durumlara sebebiyette vermektedir…Ayrıca biz düşmanlarımızdan askeri metodlar ve disiplin bakımından da ayrıyız. Biz herkesin içinde yaşıyabileceği bir devlette, asla yabancıları dışarıya atmayız. Düşmanlarımızın onları bize karşı harekete geçirmelerine olanak vermeyiz.[1]”
Yunan’lılar Pers’lere karşı verdikleri ağır bağımsızlık mücadelesi koşuları içinde demokrasi doğdu. Bu ayni zamanda özgürlügün ve insanın derin anlamının idrak edilmesini de sağladı. Atina ve Sparta ayrılığını ortadan kaldırdı. Tarih, Achilles’in ideallerini bir aşk tutkusunda inşa etti.
Daha sonralar, Avrupa’da hemen hemen aynı dönemlerde yaşamış, demokrasi ve toplumsal hareketler üzerine araştırmalar yapan önemli iki otorite var. Biri F.Engels diğeri Alexis de Tocqueville. Avrupa’da sosyalist bir devrimin öngörüsünde bulunan Engels tarihsel olarak yanıldı. 1835 de ilk bölümü yayınlanan ” Amerika’daki demokrasi üzerine “ adlı eseri ile Tocqueville, 19. yüzyılın en önemli devlet ve demokrasi teorisyeni olarak önemini koruduğu gibi, hala çağından öncesine ışık tutan önemli tespitler yapmıştır. Tarih Engels’i değil Tocqueville’yi doğruladı.
Bizi burada ilgilendiren yere gelelim ve ona bakalım. Tocqueville eserinin ilk başında şöyle der, “ Amerika’da bulunduğum esnada, dikkatimi çeken yeni meselelerden hiçbiri, beni, şartlarin eşitliği (toplumsal ve bireysel özgürlükler anlamında) kadar şaşırtmadı. Bu vakianın toplumun gidişi üzerindeki muazzam tesirini kolayca farkettim: halkın düşüncelerine belli bir istikamet veren; kanunların belli bir tarzda çıkmasını sağlayan; idare edenlere yeni formüller, idare edilenlerede hususi alışkanlıklar kazandıran hep oydu. Çok geçmeden aynı vakianın, tesirini kanunların ve siyasi adetlerin çok ötesine kadar yaydığını ve sivil hayattaki nüfuzunun devlet hayatındakinden daha az olmadığını anladım.”[2]
Bu gün, Kürdistan’da yüzyıllardan beri süren bir mücadelenin sonucu olarak ortaya çıkan bir oluşum vardır. Kürtler özgür topraklarda kendi, demokrasilerinin ilk tecrübesini yaşıyorlar. Küzey Kürdistan ise, sömürgeci kemalist statukocular ile değişim ve toplumsal reformlar yapmak isteyen güçler arasidan, toplumsal nefesi tıkanmış, amacsiz, kör bir şiddet altında, enerjisi tüketilmek istenen bir toplum haline getiriliyor.
Umut, bu statukonun parçalanmasını isteyen kesimlerin çok boyutlu, tavizsiz mücadelelerinden geçiyor. Kürtler açısından şartlar eşittir. Çünkü kürtler, özgürlük ve demokrasiyi isteyen kesim olarak her türlü değişime açıktırlar. Uluslararasi konjüktür hala kürtlerden yana. Berlin duvarının yıkılmasından bu yana seneler geçmesine rağmen Türkiye, kendisinin muhtaç olduğu değişim ve dönüşümü yapamıyor, hala doğum sancıları geçirerek bir türlü açık bir topluma doğru zor ilerliyor. Donmuş ideolojik sistemlerini başkalarına dayatarak, eski ölmüş kamu vicdanını kemalist reflekslerle kotaracaklarını sanıyorlar. Türk kemalist erkinin her halükarda zorlandığı bir dömeme giriyoruz. Şemdinli, Beytulşebab katliamları, PKK’nın ajanlar kampanyası, bütün bu tablonun birer parçalarıdır.
Kürtler büyük düşünüp, kendi bölgelerinde görevlerine sarılmak durumunda olmalılar. Kürt cephesi bu durumun ciddiyetini kavramak ve bu konjüktürün hayati önemini idrak etmelidir. Bu durumunda, şarların eşit oduğu gerçeği, toplumsal dönüşümde bir sır gibi saklı olduğu bilinmelidir.
Tocqueville ile devan edelim; “ şartların eşitliğinin tedrici gelişimi, şu halde, ilahi bir oluşun belli başlı özelliklerini taşımaktadır : evrenseldir, devamlıdır, insanın önliyebileceği birşey değildir, bütün insanlar ve bütün hadiseler gelişmesine yardım etmektedir.”[3]
Gelinen yerde kürtler, yarattıklari değerlerle, toplumsal projeleriyle kazanabilirler. Bu tarihin her halka verdiği bir şey, önceden tayin edilmeyen koşullarda gerçekleşmektedir. Gerçi bu topraklar, belli bir ölçüde eskidende kendi içinde demokrasiyi yaşamıştır. Örneğin 20. yüzyılın başında Şeyh Abdulsselam önderliğinde yapılan reformlar. Bu ulusal önderin o günkü koşullarda toplumsal referanslarını gözlemlemek için yaptığı reformlara göz atmakta yarar var:
Pericles, M.Ö. 431 yılında, yirmiyedi sene süren Atina ve Sparta iç savaşında ölenlerin mezarları başında şöyle diyordu: “Hiç bir kurumun yada geleneğin devamı olmıyan bir devlet biçimimiz vardır. Daha çok bize özgü olan bu biçim, başkalarına da örnek olabilir. Bunun adı demokrasidir. Bundan dolayı bizde devlet işlerine katılım ve söz söyleme hakkı bir azınlığın hakkından çok, tüm toplumun hakkı olarak uygulanır.Tüm özel ve toplumsal çelişkilerde insanlar, hukuk karşısında eşittirler. Kamu düzeni kadar kişinin, kendi yaşamıda önemlidir. Fakirlikten dolayı hiç kimse hakir görülemez. Toplumsal olanaklar herkese sunulur. Biz özgür yaşayan vatandaşlar olarak, günlük hayatımızda birbirimize karşı köstekleyici davranışlarda bulunamayız. Hak ve ödevlerimizi belirleyen yasalarımız var. Aksi durumda ortaya çıkan olaylar yasal kovuşturmaya uğramakla kalmıyor, aynı zamanda acı veren durumlara sebebiyette vermektedir…Ayrıca biz düşmanlarımızdan askeri metodlar ve disiplin bakımından da ayrıyız. Biz herkesin içinde yaşıyabileceği bir devlette, asla yabancıları dışarıya atmayız. Düşmanlarımızın onları bize karşı harekete geçirmelerine olanak vermeyiz.[1]”
Yunan’lılar Pers’lere karşı verdikleri ağır bağımsızlık mücadelesi koşuları içinde demokrasi doğdu. Bu ayni zamanda özgürlügün ve insanın derin anlamının idrak edilmesini de sağladı. Atina ve Sparta ayrılığını ortadan kaldırdı. Tarih, Achilles’in ideallerini bir aşk tutkusunda inşa etti.
Daha sonralar, Avrupa’da hemen hemen aynı dönemlerde yaşamış, demokrasi ve toplumsal hareketler üzerine araştırmalar yapan önemli iki otorite var. Biri F.Engels diğeri Alexis de Tocqueville. Avrupa’da sosyalist bir devrimin öngörüsünde bulunan Engels tarihsel olarak yanıldı. 1835 de ilk bölümü yayınlanan ” Amerika’daki demokrasi üzerine “ adlı eseri ile Tocqueville, 19. yüzyılın en önemli devlet ve demokrasi teorisyeni olarak önemini koruduğu gibi, hala çağından öncesine ışık tutan önemli tespitler yapmıştır. Tarih Engels’i değil Tocqueville’yi doğruladı.
Bizi burada ilgilendiren yere gelelim ve ona bakalım. Tocqueville eserinin ilk başında şöyle der, “ Amerika’da bulunduğum esnada, dikkatimi çeken yeni meselelerden hiçbiri, beni, şartlarin eşitliği (toplumsal ve bireysel özgürlükler anlamında) kadar şaşırtmadı. Bu vakianın toplumun gidişi üzerindeki muazzam tesirini kolayca farkettim: halkın düşüncelerine belli bir istikamet veren; kanunların belli bir tarzda çıkmasını sağlayan; idare edenlere yeni formüller, idare edilenlerede hususi alışkanlıklar kazandıran hep oydu. Çok geçmeden aynı vakianın, tesirini kanunların ve siyasi adetlerin çok ötesine kadar yaydığını ve sivil hayattaki nüfuzunun devlet hayatındakinden daha az olmadığını anladım.”[2]
Bu gün, Kürdistan’da yüzyıllardan beri süren bir mücadelenin sonucu olarak ortaya çıkan bir oluşum vardır. Kürtler özgür topraklarda kendi, demokrasilerinin ilk tecrübesini yaşıyorlar. Küzey Kürdistan ise, sömürgeci kemalist statukocular ile değişim ve toplumsal reformlar yapmak isteyen güçler arasidan, toplumsal nefesi tıkanmış, amacsiz, kör bir şiddet altında, enerjisi tüketilmek istenen bir toplum haline getiriliyor.
Umut, bu statukonun parçalanmasını isteyen kesimlerin çok boyutlu, tavizsiz mücadelelerinden geçiyor. Kürtler açısından şartlar eşittir. Çünkü kürtler, özgürlük ve demokrasiyi isteyen kesim olarak her türlü değişime açıktırlar. Uluslararasi konjüktür hala kürtlerden yana. Berlin duvarının yıkılmasından bu yana seneler geçmesine rağmen Türkiye, kendisinin muhtaç olduğu değişim ve dönüşümü yapamıyor, hala doğum sancıları geçirerek bir türlü açık bir topluma doğru zor ilerliyor. Donmuş ideolojik sistemlerini başkalarına dayatarak, eski ölmüş kamu vicdanını kemalist reflekslerle kotaracaklarını sanıyorlar. Türk kemalist erkinin her halükarda zorlandığı bir dömeme giriyoruz. Şemdinli, Beytulşebab katliamları, PKK’nın ajanlar kampanyası, bütün bu tablonun birer parçalarıdır.
Kürtler büyük düşünüp, kendi bölgelerinde görevlerine sarılmak durumunda olmalılar. Kürt cephesi bu durumun ciddiyetini kavramak ve bu konjüktürün hayati önemini idrak etmelidir. Bu durumunda, şarların eşit oduğu gerçeği, toplumsal dönüşümde bir sır gibi saklı olduğu bilinmelidir.
Tocqueville ile devan edelim; “ şartların eşitliğinin tedrici gelişimi, şu halde, ilahi bir oluşun belli başlı özelliklerini taşımaktadır : evrenseldir, devamlıdır, insanın önliyebileceği birşey değildir, bütün insanlar ve bütün hadiseler gelişmesine yardım etmektedir.”[3]
Gelinen yerde kürtler, yarattıklari değerlerle, toplumsal projeleriyle kazanabilirler. Bu tarihin her halka verdiği bir şey, önceden tayin edilmeyen koşullarda gerçekleşmektedir. Gerçi bu topraklar, belli bir ölçüde eskidende kendi içinde demokrasiyi yaşamıştır. Örneğin 20. yüzyılın başında Şeyh Abdulsselam önderliğinde yapılan reformlar. Bu ulusal önderin o günkü koşullarda toplumsal referanslarını gözlemlemek için yaptığı reformlara göz atmakta yarar var:
BÜTÜN KÜRTLER BİRLEŞİN, ARAPLIK VE TÜRKLÜK YOK OLACAK VE BAĞIMSIZ KÜRDİSTAN BİR GERÇEK OLACAKTIR.
1974 Kıbrıs ‘Barış Harekatı'ndan sonra bir Yahudi şarkısına Türkçe sözler yazılmış ve ortaya Ayten Alpman’ın ünlü Memleketim şarkısı çıkmıştır. 1980 darbesinden sonra solcu mahkumları ‘millileştirmek’ için marş niyetine binlerce kez çalındığı için bu gün pek çok eski mahkum, bu şarkının adını duyduğunda bile ciddi bir gerginlik yaşar. On binlerce Fenerbahçelinin coşkuyla söyledikleri Yaşa Fenerbahçe Marşı, Franko dönemine ait faşist güfteli Viva L'Espanya (Yaşa İspanya) adlı İspanyol marşıdır ve bugün İspanya’da pek çok kişi bu marşı duymaya tahammül edemez. Ülkücülerin söylerken gözlerini yaşartan “Çırpınırdı Karadeniz/Bakıp Türkün Bayrağına” türküsü 18.yüzyılda yaşamış Sayat Nova adlı Ermeni sanatçının Kamança adlı şarkısının Türkçesi’dir.
AKP BİAT MI EDİYOR? Ama daha ilginci, Türklerin topluca ezbere söyleyebildikleri nadir marşlardan olan Gençlik Marşı, İstiklal Marşı ve 10. Yıl Marşı’nın bestelerinin de ‘gayri-milli’ olduğu yolunda iddialar var. Bunlardan 10. Yıl Marşı, 28 Şubat 1997 müdahalesinden beri rejime iman tazelemek isteyenlerin ilk aklına gelen marş. Geçenlerde AKP’nin Gençlik Kolları 2. Olağan Kongresi’nde, Başbakan Erdoğan’ın salona gelişi öncesinde 10. Yıl Marşı ve ‘Atatürk’ün İzindeyiz’ şarkısı çalınması, Erdoğan Deniz Baykal’ı eleştirirken sık sık Atatürk’e vurgu yapması aklımıza AKP de ‘iman tazeleyenlere katıldı?’ sorusunu getirmedi değil. Nitekim Hürriyet başyazarı Ertuğrul Özkök de kendilerini ‘marşa itibarını iade ettikleri ve zihniyet devrimi yaptıkları için’ kutlamıştı. AKP eğer düne kadar eleştirdiği merkezle ittifak yapmaya karar vermediyse, merkezi ‘Kim daha Atatürkçü?’ yarışmasıyla alt etmeyi düşünüyor demektir ki, bu gerçekten ilginç bir duruma işaret ediyor. Şimdilik işin bu yanını zamana bırakarak, “bu marşı 28 Şubat Marşı diye küçümsemek”, “çok ama çok kötü bir şeydir”, hatta ‘tehlikeli bir bölücülüktür’ diye gözdağı veren ‘Türkiye Türklerindir’ gazetesinin başyazarının gazabına uğramayı göze alarak, üç ‘milli’ marşımıza da yakından bakalım dedik.
‘Şakıyan Üç Genç Kız’
Türklerin en çok bildiği ve sevdiği üç marştan biri olan “Dağ başını duman almış, gümüş dere durmaz akar’ diye başlayan Gençlik Marşı, İsveçli besteci Felix Körling'e ait bir ormancı şarkısı. Marşın asıl adı ‘Tre Trallade Jantor’ yani ‘Şakıyan Üç Genç Kız’. Bazıları şarkının sözlerinin erotik olduğunu söylüyor ama İsveççe bilmediğim için kontrol edemedim. Marşın ‘millileştirilmesi’ 1900’lerin başında oluyor. İttihat ve Terakki Cemiyeti tarafından kurulan ‘paramiliter’ Osmanlı Genç Dernekleri’ndeki gençlerin ‘milli duygularının yoğunlaşması için’ Mektebi Sultani’nin idman hocalarından Selim Sırrı (Tarcan) Bey müzik eğitimi için gittiği Stocholm’den döndükten sonra aklına bir fikir geliyor. Gerisini İstanbul Erkek Muallim Mektebi Türkçe öğretmeni Ali Ulvi (Elöve) Bey’den dinleyelim: “Bir gün okulun uygulama odalarından birinde çalışırken, Selim Sırrı Tarcan ziyaretime geldi. O günlerde pek gözde olan bir İsveç marşı için yazmamı istedi. İstenilen güfte 4x4 veya 8 heceli olacaktı. Vakit geçirmeden çalışmaya koyuldum. I. Dünya Savaşı’nın aleyhimize döndüğü yıllardı o yıllar. Gençlik ve halk kaygıya kapılmıştı. Marş yazarken başlıca amacım bu havayı dağıtmak, gençlere azim, ümit ve kalp vermek oldu…”
MUSTAFA KEMAL ÇOK SEVİYOR. Marş ilk kez Ali Ulvi Bey’in okulunda (bugün St. Joseph Koleji) çalınır ve pek sevilir. Okul dışındaki ilk icrası ise 1916 yılının ilkbaharında Kadıköy’de İttihat Spor Çayırı’nda olacaktır. Marşın Cumhuriyet döneminin en sevilen marşı olmasını ise Mustafa Kemal’e borçluyuz. Önce Samsun’a giden Bandırma Vapuru’nun güvertesinde yıldızlara bakarak dalgaların sesini dinlerken; Samsun’dan Havza’ya giderken Çamlıbel mevkiinde arabası bozulduğunda ise yürüyerek Havza’ya giderken güç toplamak için, yanındakilerle bu marşı söylemiş. Milli Mücadele sırasında ordudaki subaylara moral veren marşın resmen ‘milli marş’ olması ise ancak 20 Haziran 1938 tarihli, 2400 Sayılı Kanun’la olmuş.
Bu bölümü eğlenceli bir anekdotla bitirelim: 1955'te İsveç'ten bir kız jimnastik ekibi İstanbul'a gelir. Spor ve Sergi Sarayı'nda yaptıkları gösteriyi piyano eşliğinde söyledikleri bir şarkıyla bitirirler. Şarkı ‘Tre Trallade Jantor’dur. O sırada salondaki bütün izleyiciler ayağa kalkar ve ‘Dağ başını duman almış/Gümüş dere durmaz akaarrrrr….’diye İsveçli sporculara eşlik eder. Durumu bilmeyen İsveç medyası olayı "centilmen Türk seyircisinden jest" olarak yorumlar. Nereden bilsinler, tam 40 yıl önce şirin şarkılarını millileştirdiğimizi…
İstiklal Marşı ve Karmen Silva Opereti
“Bir gün Orta Tedrisat Müdürü odasında çalışıyordum. Kalpağımı masanın bir kenarına koymuştum. Kapı açıldı. İçeriye kısa boylu bir Erkanı Harbiye Albayı girdi. Onu görünce ayağa kalktım, kalpağımı giydim. ‘Buyurunuz’ dedim. Bu zat ‘Ben, Garp Cephesi Erkanı Harbiye Reisi İsmet’ dedi. Kendisini masamın önündeki iskemleye buyur ettim, oturdu. ‘Beni size Dr. Rıza Nur Bey gönderdi. Orduca karar verdik. Bir İstiklal Marşı istiyoruz. Bunun güftesini ve bestesini ayrı müsabakaya korsunuz. Her birini kazanana beşer yüz lira vereceğiz’ dedi. Emirlerini hemen yapacağımı söyledim. O da kalktı gitti.” Bu satırlar 1921’de Maarif Vekaleti’nde orta dereceli eğitimden sorumlu olan Kazım Nami (Duru) Bey’e ait.
O sırada Ankara’da ev bulamadığı için, Taceddin Dergâhı’nda misafir edilen ve Meclis’e Burdur Milletvekili olarak katılan ‘Çanakkale Şehitleri’ ve ‘Bülbül’ şiirlerinin sahibi Mehmet Akif (Ersoy)’un ‘Milletin başarılarının para ile övülemeyeceğini’ düşündüğü için yarışmaya katılmak istemediği, yarışmaya gönderilen 724 şiiiri gözü tutmayan ‘Türkçü’ Maarif Vekili Hamdullah Suphi (Tanrıöver) Bey’in kendisine yazdığı davet mektubundan sonra fikrini değiştirdiği bilinir.
MEHMET AKİF’İN ŞİİRİ SEÇİLİYOR. Ön elemeyi geçen yedi şiir, Mustafa Kemal’in oturum başkanlığını yaptığı 12 Mart 1921 günü tartışmaya açılır. İyi bir hatip olan Hamdullah Suphi, gür sesiyle Mehmet Akif’in şiirini okuduğunda milletvekilleri büyük bir heyecana kapılırlar. Hamdullah Suphi’nin başını çektiği bir ekip diğer şiirlerin okunmasına gerek bile görmez ve oylamaya geçmeyi önerir. Buna itiraz edenler olur. Çünkü diğer altı şiir Mehmet Akif’in şiirinden daha fazla ‘milli’ öğeler taşımaktadır. Örneğin bu şiirlerde ‘Türk’ sözü geçerken Akif’in şiirinde sadece ümmet anlamına gelen ‘ırk’ terimi vardır. Mustafa Kemal’in konuşmasını takiben şiir iki kez daha okunur ve oylamaya geçilir. Şiirin bazı yerlerinin tadil edilmesini gerektiğini ima eden Bolu Milletvekili Tunalı Hilmi Bey oylamanın oldu-bittiye getirilmesinin marşın meşruiyetini zedeleyeceğini ileri sürer ama sözünü dinletemez. Hamdullah Suphi’nin el kaldırma usulüyle yaptığı oylamada Akif’in şiiri ‘çoğunlukla’ ‘İstiklal Marşı’ olarak kabul edilir. Bunlar olurken Mehmet Akif, utangaçlığından başını kollarının arasına saklayarak, sırasının üstüne kapanır. Oylama sonucu belli olur olmaz da heyecanla Meclis’i terk ederek Taceddin Dergahı’na gidecek ve tebrikleri orada kabul edecektir. Daha sonra Hamdullah Suphi Bey’e “Ben bu kadar güzel yazmadım. Ama siz, çok güzel okudunuz.” diyecektir.
O günlerde büyük yoksunluk içinde yaşayan şair, yarışmanın başındaki tutumunu sürdürecek ve 500 liralık para ödülünü Darü’l Mesai adlı hayır kurumuna bağışlayacaktır. Mustafa Kemal daha sonra gazeteci İsmail Habib Sevük'e, İstiklal Marşı'nın en beğendiği beytinin "Hakkıdır hür yaşamış bayrağımın hürriyet/Hakkıdır Hakka tapan milletimin istiklâl" olduğunu söyleyecek ve "bu milletten asla unutmamasını istediğim mısralar işte bunlardır" diyecektir.
GÜFTECİ ÇOK BESTECİ AZ. Sıra beste yarışmasına gelmiştir. Aralarında yine Kazım Karabekir’in olduğu 24 ‘besteci’ eser göndermiştir, yani katılım düşüktür. Fakat o günlerde Yunan ordusu Polatlı’ya yaklaşmıştır. Hükümetin ve Meclis’in Kayseri’ye nakli düşünülmektedir. Sonunda, Meclis’te ordunun Sakarya’da savunma düzenine geçmesi fikri galip gelerek, Ankara’nın tahliyesinden vazgeçilir ama yarışma unutulur gider. Bunun üzerine bazı bestekarlar kendi bestelerini çevrelerinde ‘İstiklal Marşı’ diye yaymaya başlarlar. 1924 yılında bu kargaşaya son vermek için Milli Eğitim Bakanlığı’nda bir kurul oluşturulur ve Ali Rıfat (Çağatay) Bey’in Türk müziği etkisindeki ‘acemaşiran’ motifli bestesinde karar kılınır. Ancak 1930’da nedendir bilinmez, yeni bir emirle Riyaset-i Cumhur Orkestrası Şefi Osman Zeki (Üngör)’ün Batılı tarzdaki bestesinin ‘milli marş olarak kabul edildiği’ memleketin dört bir köşesine bildirilir. Batıcı modernleşme çabalarının bir sonucu olarak Türk musikisinin gözden düşmeye başlayacağının ilk işaretidir bu karar.
İLK MEZURLAR. “Nurettin Eşfak/mavzer tabancasının emniyetiyle oynıyarak konuşuyor:/-Bizim İstiklâl Marşı'nda aksıyan bir taraf var/bilmem ki, nasıl anlatsam,/Âkif, inanmış adam, büyük şair/fakat onun/inandıklarının hepsine inanmıyorum./Meselâ, bakın: ‘Gelecektir sana vaadettiği günler Hakkın.’/Hayır,/gelecek günler için/gökten âyet inmedi bize./Onu biz, kendimiz/vaadettik kendimize./Bir şarkı istiyorum/zaferden sonrasına dair./ ‘Kim bilir belki yarın...’”
Yer sorunu yüzünden büyük bir ayıp işleyerek düzenini bozarak aktardığımız bu dizeler, Nazım Hikmet’in Kuvayı Milliye Destanı’ndan alınma. Nazım’ın itirazının neye olduğunu anlıyoruz ama, konumuz bu olmadığı için duymazlıktan geliyoruz. Ama başka aksayan yanlar da İstiklal Marşı’mızda. Hepimizin bildiği gibi 1930’dan beri “larda yüzen alsancak…”, “nim milletimin…” “bu celal sana…”, “kanlarımız sonra helal hakkıdır” gibi dizelerle savaşmak zorunda kalmıştır vatan evlatları. Çünkü marşta ‘prozodi’ hataları vardır, yani sözlerle müzik arasında ahenk yoktur. Marşın neden böyle olduğunu irdelemeden önce marşın besteleniş hikayesinin Zeki Üngör versiyonunu dinleyelim: “İstiklal Savaşı’nın devam ettiği sıralarda ben Muzıka-i Humayun muallimi idim. Yani doğrudan doğruya saraya ve Vahdettin’e bağlıydık (…) Kurtuluş ordusu süvarilerinin İzmir’e girdiklerinden iki veya üç gün sonra evimde, Talim-Terbiye Hey’eti azası ve terbiye mütehassısı dostum Haydar merhumla oturuyorduk. Kapı çalındı. İlkokul öğretmeni İhsan merhum geldi. Büyük bir heyecan içinde süvarilerin İzmir’e girişlerini anlatmaya başladı. Hepimiz coşmuştuk. Hemen kalkıp piyano başına geçtim. Ve derhal içimden doğan parçayı çalmaya koyuldum. Böylece marşın ilk ‘ti’ yerine kadar akordu çıktı. Bu şekilde iki üç mezur yaptım (…) İki gün sonra beste bitti. Götürüp arkadaşlara gösterdim. Çok beğendiler. Bunun üzerine bu müziği milli marş olarak takdime karar verdim. Kıymeti hakkında daha kat’i bir fikir edinmek maksadı ile besteyi Viyana Konservatuvarı direktörüne gönderdim. On gün sonra direktörden gelen bir mektupta eserin çok orijinal bulunduğu ve melodisinin Türk ihtişamına yakışacak şekilde olduğu belirtilerek tebrik ediliyordum. Bu mektup geldikten on beş gün sonra beni Ankara’dan çağırdılar, gittim. Bana Muzıka-i Hümayun-u bütün kadrosu ile Ankara’ya nakletmek vazifesi verildi (…) Vahdettin henüz padişah olduğu için bu işleri gizli yapıyorduk. Bir ay sonra da kimseye bir şey söylemeden Ankara’ya gittim. Ve hemen İstanbul’daki arkadaşları bir telgrafla çağırdım. Üç gün sonra geldiler. Böylece milli marşı bu heyete ilk defa olarak Ankara’da verilen o baloda Atatürk’ün huzurunda çaldık. İşte milli marş böyle bestelendi.”
DÖRTNALA ATLILAR NEREDE?. Osman Zeki Bey, marşın pek ölgün bulunan ritminin kabahatini de başkalarına atar: “Ben İstiklal Marşı’nı bestelerken kulaklarımda İzmir’e koşan atlıların dörtnal sesleri vardı. Bir de marşın bugün aldığı şekli düşünün. Eserin başında metronomu 1 dörtlük 80 olan bir eser hiç bir vakit cenaze marşına benzemez. Plaklardaki ağır tempolu çalınışı ise, ‘Sahibinin Sesi’ stüdyosunda orkestra ile plağa çaldığımız zaman teknisyenler, bunun çok süratli bir marş olduğunu söylediler. Bu sebeple plağın aynı yüzüne bir marş daha çalmamızı rica ettiler. Ben böyle bir teklifi kabul edemezdim. O anda aklıma bir şey geldi: ‘Marşı biraz ağır çalalım, böylece plak dolar. Sonra çalınırken gramofon biraz hızlıya ayarlanır, olur biter’ dedim. Bu fikir pek münasip görüldü ve dediğim gibi yapıldı. Fakat bilahare böyle bir fikir vermekle hata ettiğimi anladım. Çünkü marş çalınırken gramofonun hızlıya ayarlanması icab ettiğini kim bilebilirdi?” Bu açıklamaya inanıp ‘keşke böyle yapmasaydı’ deyip geçiyoruz çünkü çok daha vahim bir iddia var.
İNTİHAL Mİ?. O yıllarda TBMM’de Bursa Milletvekili olarak görev yapan askeri doktor Osman Şevki (Uludağ) Bey’e göre Osman Zeki Bey’in bestesi Karmen Silva adlı bir sokak şarkısından esinlenerek yapılmış, özgün olmayan bir eserdir. 1924’ten 1930’a kadar söylenen Ali Rıfat Bey’e ait besteyi prozodi açısından çok daha iyi bulan Osman Zeki Bey bu konudaki iddiasını defalarca Meclis kürsüsünde dile getirmiş ancak yetkililerden ve besteciden tatmin edici bir cevap alamamıştır. Şimdi sözü Osman Zeki Bey’e bırakalım: “…Sekiz ay sonra Ali Rıfat Bey’in kardeşi Samih Rıfat bey, Maarif Vekaleti’nden ayrılmış, onun yerine [Süleyman] Necati Bey geçmişti. Bu esnada Zeki Bey İstanbul’dan Ankara’ya gelerek yerleşmişti. Rivayete göre Zeki Bey kendi bestesinin Milli Marş olması için Latife Hanım’ın tavassutunu rica etmiş ve o da Necati Bey nezdinde iltimas ederek bu suretle Ali Rıfat beyin marşı men olunmuş ve sırada dördüncü olan Zeki beyin bestesi onun yerine geçmiştir. Bu rivayeti o zamanın mebusları hep böylece naklederler. Zeki Bey’in, kendi zamanında iyi bir viyolonist olduğunu söylerler. Fakat bu muhterem zatın besteciliği hakkında biz, ancak menfi bir kanaat sahibiyiz. Evvelce Maarif Vekaleti tarafından mekteplerde okutulan bir musiki kitabında ‘papatyalar’ adlı şarkının notaları üstüne kendisinin ‘bestekar’ diye imza atması ve eskiden Sâti Bey’in mektebinde musiki hocalığı ettiği esnada bunu talebesine kendi eseri olarak göstermesi hoş görülmez (…) Ben bunu 07/05/1940’da C.H.P. Meclis Gurubu’nda Maarif Vekili’nden sordum ve izahat istedim. Sonra da İstiklal Marşı’na geçerek bunun ilk kısmını teşkil eden on ölçüsünün Karmen Silva adında bir sokak şarkısından transpozisyon suretiyle alındığı rivayetini naklettikten sonra sordum: ‘Bu Marş, İstiklal Marşı olarak ortaya çıkarılmazdan evvel Vahdettin’e marş olarak takdim edilmiş midir, değil midir? Bu marşın orkestrasyonunu yapan Ermeni milletinden [Edgar] Manas Efendi değil midir?”
‘BİZDE BESTEKAR YOKTUR’. Maarif Vekili Hasan Ali Yücel kendisine şu cevabı vererek adeta iddiaları doğrular: “… Demek isteniyor ki bizim bestekarlarımız, kompozitörlerimiz yoktur, başka milletlerin bestelemiş oldukları şarkıyı alıp sözlerini değiştiriyor ve bu nağmeleri alıp kendi çocuklarımıza veriyoruz. Üstelik de bunları nereden aldığımızı söylemiyoruz. Arkadaşımızın bunda hakkı vardır. Çünkü hakikaten bir kısım şarkılarda ve marşlarda böyle iktibaslar, intihaller yapılmış ve bunu yapanlar da kemali cesaretle kendi adlarını altına koymuşlardır… adaptasyon mutlaka fena şey değildir. Fakat yalancılık, tercüme ettiği bir eser üzerine ‘Benimdir’ diye imza koymak ayıp bir şeydir….” Ve sonra İstiklal Marşı’na geçerek devam eder: “Mütehassısların bendenize söylediklerine göre bu bize Karmen operasından bir kısım değil de Karmen Silva diye bir vals varmış, revaçta imiş, onun bilmem kaç batutası benziyormuş. Zeki Bey bunun orkestrasyonunu Ermeni bir zata yaptırmıştır…”
Osman Şevki Bey’in ısrarlı sorularına rağmen, Zeki Üngör, eserini kısmen Karmen Silva adlı sokak şarkısından kopya ettiği yolundaki iddialara karşı suskun kalmıştır. Dolayısıyla İstiklal Marşı’mızın bestesi üzerindeki ‘gayri millilik’ şaibesi hala devam etmektedir! İlgililere duyurulur….
Kemalist Güzelleme: 10.Yıl Marşı
Müziği ‘devşirme’ olan marşlardan bir diğeri bazı kaynaklara göre İstiklal Marşı’nın yerine hazırlatıldığını söylenen 10. Yıl Marşı. Marş adından da anlaşılacağı üzere 1933 yılında Cumhuriyet’in 10. yıldönümü kutlamaları için hazırlanmış. Güftesi Faruk Nafiz (Çamlıbel) ve Behçet Kemal’e (Çağlar), bestesi Cemal Reşit’e (Rey) ait olan marş, tüm dünyaya bir zamanların ‘Hasta Adamı’ nın nasıl dirildiğini ve 10 yılda ne büyük işler başardığını anlatmayı amaçlıyor. Marşı ilk kez 14 Ekim’de dinleyen Mustafa Kemal’in marşı beğenmesi üzerine önce İstanbul’da Beyazıt ve Taksim meydanlarında, Şehir Bandosu’nun eşliğinde marş talimleri yapılmış, ardından bütün yurtta bir marş seferberliği başlatılmıştı. Ancak 1940’larda çocukların ağzında ‘Hamama da gittik nalınla/ Annem bizi yıkadı/Mis kokulu sabunla` şekline dönüşen marş, uzun süren bir kış uykusuna yattı. Aradan yıllar geçti, doğru dürüst bir ikinci marş bestelenemediği için olsa gerek 1990’larda Güneydoğu’da kan gövdeyi götürünce Cumhuriyet’in bekasına ilişkin kuşkulara kapılan kesimler tarafından tozlu raflardan indirildi ve yeniden dolaşıma sokuldu. Bunda Cumhuriyet’in 75. Yılı için bestelenen marşın tutmamasının da rolü büyüktü. 28 Şubat 1997’de TSK tarafından RP-DYP Koalisyonu’na verilen muhtıra sonrasında ise adeta Kemalist bir meydan okumaya dönüştü. O tarihten bu yana Türkiye’yi iç ve dış düşmanların saldırı altında hisseden kesimler, 10. Yıl Marşı’nı topluca okuyarak kendilerini güçlü hissetmeye çalışıyorlar. Aynen mezarlıktan geçerken ıslık çalanlar gibi…
DEMİR AĞLAR. “Çıktık açık alınla on yılda her savaştan/On yılda on beş milyon genç yarattık her yaştan/Başta bütün dünyanın saydığı Başkumandan/Demir ağlarla ördük anayurdu dört baştan” şeklindeki ilk kıtada, Mustafa Kemal’in asker kimliği öne çıkarılarak Milli Mücadele dönemindeki askeri ve sivil mücadeleler vurgulanıyor ve aslında 14 milyon civarında olan ülke nüfusu kafiye uğruna 15 milyona çıkarıldıktan sonra, Osmanlı İmparatorluğu döneminden beri yönünü Batıya çevirmiş bir toplum olarak, o dönemde medeniyetin sembolü olarak görülen ve eksikliği ciddi bir eziklik yaratmış olan demiryolu meselesine atıfta bulunuluyor. Marşın “Türk'üz, Cumhuriyet'in göğsümüz tunç siperi/Türk'e durmak yaraşmaz, Türk önde, Türk ileri!” şeklindeki nakarat bölümünde ise o yıllarda pek beğenilen Nazi Almanyası ile Mussolini İtalyası’nın esintileri var.
TÜRK’ÜZ. “Bir hızla kötülüğü, geriliği boğarız/Karanlığın üstüne güneş gibi doğarız/Türk'üz, bütün başlardan üstün olan başlarız/Tarihten önce vardık, tarihten sonra varız” şeklindeki ikinci kıtasının ilk dizesinde Cumhuriyet’in yerini aldığı Osmanlı Devleti ve onu oluşturan tüm unsurların nasıl algılandığına dair ipuçları var. İkinci dizede, malum ırkçı tema tekrar karşımıza çıkıyor. Son dizeler ise dünyadaki bütün dillerin Türkçe’den türediğini ileri süren Güneş Dil Teorisi ile, dünyadaki tüm kültürlerin kökeninde Türklerin olduğunu ileri süren Türk Tarih Tezi’ne bir gönderme.
“Çizerek kanımızla öz yurdun haritasını/Dindirdik memleketin yıllar süren yasını/Bütünledik her yönden İstiklâl kavgasını/Bütün dünya öğrendi Türklüğü saymasını” dizeleri ‘öz yurt’ tanımı ile Anadolu’nun Türklere ait olduğunu bir kez daha vurgularken, her ne kadar Birinci Dünya Savaşı sonunda imparatorluk topraklarının çoğu kaybedilmişse de, son Osmanlı Meclisi’nde alınan Misak-ı Milli kararı ile tarif edilen sınırların korunduğu tesellisiyle bitiyor.
SINIFSIZ KİTLE. “Örnektir milletlere açtığımız yeni iz/İmtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir kitleyiz/Uyduk görüşte bilgiye, gidişte ülküye biz/Tersine dönse dünya yolumuzdan dönmeyiz” dizelerinde önce toplumsal ayrışmayı ve sınıf oluşumunu rejime yönelik en büyük tehlike gören zihniyetin icadı olan ‘halkçılık’ ilkesinin ifadesi olarak Cumhuriyet rejiminin en kof hedefi vurgulanıyor, ardından bir İslam toplumundan Batılı bir toplum yaratmanın çelişkilerini çözmek için Ziya Gökalp’in icad ettiği ‘Batı medeniyeti-Türk/İslam kültürü’ sentezine atıfta bulunuluyor. Marşın noktasını rejimi tehdit eden iç ve dış düşmanlara verilen gözdağı oluşturuyor.
BESTE GAYRİ MİLLİ Mİ? İstiklal Marşı ile ilgili çarpıcı iddialarda bulunan Osman Şevki Bey’e göre, Cemal Reşit Rey’in bestesi de özgün değildir. Cemal Reşit eseri bestelerken, librettosu (güftesi) ve bestesi ünlü yazar Jean-Jacques Rousseau’ya ait olan ve ilk kez 1752 yılında Kral XV. Louis’in huzurunda sergilenen tek perdelik ‘Le devin du village’ (Köy Kâhini) adlı operanın “J’ai perdu tout mon bonheur/J’ai perdu mon serviteur” (bütün saadetimi kaybettim/hizmetçimi kaybettim) diye başlayan bölümden esinlenmiştir. Osman Şevki Bey, bestedeki ‘prozodi’ hatalarını bu kopyacılığa bağlar. Bu iddialara karşı uzun süre sessiz kalan Cemal Reşit Rey, sonunda böyle bir operanın tek bir notasından bile haberi olmadığını söylemekle yetinir. Ancak, Cemal Reşit Rey’in 1913’de, yani Jean-Jacques Rousseau’nun 200. doğum yılı etkinliklerinin düzenlendiği yıldan sadece bir yıl sonra, ailecek Paris’e yerleştiği; müzik eğitimini de bu ülkede aldığı düşünülünce ‘hiç duymadım’ savunması inandırıcı görünmez. Bu konuda kendi karar vermek isteyen okuyucularımız http://www.rousseauassociation.org/aboutRousseau/musicalWorks.htm adresinden Rousseau’nun operasını dinleyebilirler.
Kaynakça: Etem Üngör, Türk Marşları, Türk Kültürünü Araştırma Ens. Yayınları, Ankara, 1966; Ahmet Hatipoğlu, Türk Musıkîsi Prozodisi, TRT Yayınları, Ankara, 1988; Nusret Karanlıktagezer, İstiklal Marşı ve Mehmet Akif Ersoy, 1986; Musiki Mecmuası, 1 Nisan 1954, S.74.
AYŞE HÜR ÖZGEÇMİŞ
Ayşe Hür 1956’da Artvin’de doğdu. Her ikisi de lise öğretmeni olan Balkan kökenli babası ve İstanbullu annesi ile Urfa, Nazilli ve Edirne’de yaşadı, ardından İstanbul’a yerleşti. Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü ile Uluslararası İlişkiler ve Siyaset Bölümü’nde çift anadal eğitimini 1992’de tamamladı. Aynı üniversitenin Atatürk Enstitüsü’nde “Avrupa Birliği’nin Tarihle Barışma Politikaları ve Ermeni Meselesi” üzerine lisansüstü tezini 2005’te verdi. Halen aynı enstitünün doktora programına devam ediyor. 20 yıl işçilik, memurluk ve yöneticilik yaptı. Son 10 yılda, hayatını sosyal bilimler ve piyasa araştırmacılığı ve moderatörlük yaparak kazanıyor.Taraf, Radikal, AGOS, Toplumsal Tarih başta olmak üzere çeşitli gazete ve dergilerde tarih ve siyaset yazıları yazıyor.
AKP BİAT MI EDİYOR? Ama daha ilginci, Türklerin topluca ezbere söyleyebildikleri nadir marşlardan olan Gençlik Marşı, İstiklal Marşı ve 10. Yıl Marşı’nın bestelerinin de ‘gayri-milli’ olduğu yolunda iddialar var. Bunlardan 10. Yıl Marşı, 28 Şubat 1997 müdahalesinden beri rejime iman tazelemek isteyenlerin ilk aklına gelen marş. Geçenlerde AKP’nin Gençlik Kolları 2. Olağan Kongresi’nde, Başbakan Erdoğan’ın salona gelişi öncesinde 10. Yıl Marşı ve ‘Atatürk’ün İzindeyiz’ şarkısı çalınması, Erdoğan Deniz Baykal’ı eleştirirken sık sık Atatürk’e vurgu yapması aklımıza AKP de ‘iman tazeleyenlere katıldı?’ sorusunu getirmedi değil. Nitekim Hürriyet başyazarı Ertuğrul Özkök de kendilerini ‘marşa itibarını iade ettikleri ve zihniyet devrimi yaptıkları için’ kutlamıştı. AKP eğer düne kadar eleştirdiği merkezle ittifak yapmaya karar vermediyse, merkezi ‘Kim daha Atatürkçü?’ yarışmasıyla alt etmeyi düşünüyor demektir ki, bu gerçekten ilginç bir duruma işaret ediyor. Şimdilik işin bu yanını zamana bırakarak, “bu marşı 28 Şubat Marşı diye küçümsemek”, “çok ama çok kötü bir şeydir”, hatta ‘tehlikeli bir bölücülüktür’ diye gözdağı veren ‘Türkiye Türklerindir’ gazetesinin başyazarının gazabına uğramayı göze alarak, üç ‘milli’ marşımıza da yakından bakalım dedik.
‘Şakıyan Üç Genç Kız’
Türklerin en çok bildiği ve sevdiği üç marştan biri olan “Dağ başını duman almış, gümüş dere durmaz akar’ diye başlayan Gençlik Marşı, İsveçli besteci Felix Körling'e ait bir ormancı şarkısı. Marşın asıl adı ‘Tre Trallade Jantor’ yani ‘Şakıyan Üç Genç Kız’. Bazıları şarkının sözlerinin erotik olduğunu söylüyor ama İsveççe bilmediğim için kontrol edemedim. Marşın ‘millileştirilmesi’ 1900’lerin başında oluyor. İttihat ve Terakki Cemiyeti tarafından kurulan ‘paramiliter’ Osmanlı Genç Dernekleri’ndeki gençlerin ‘milli duygularının yoğunlaşması için’ Mektebi Sultani’nin idman hocalarından Selim Sırrı (Tarcan) Bey müzik eğitimi için gittiği Stocholm’den döndükten sonra aklına bir fikir geliyor. Gerisini İstanbul Erkek Muallim Mektebi Türkçe öğretmeni Ali Ulvi (Elöve) Bey’den dinleyelim: “Bir gün okulun uygulama odalarından birinde çalışırken, Selim Sırrı Tarcan ziyaretime geldi. O günlerde pek gözde olan bir İsveç marşı için yazmamı istedi. İstenilen güfte 4x4 veya 8 heceli olacaktı. Vakit geçirmeden çalışmaya koyuldum. I. Dünya Savaşı’nın aleyhimize döndüğü yıllardı o yıllar. Gençlik ve halk kaygıya kapılmıştı. Marş yazarken başlıca amacım bu havayı dağıtmak, gençlere azim, ümit ve kalp vermek oldu…”
MUSTAFA KEMAL ÇOK SEVİYOR. Marş ilk kez Ali Ulvi Bey’in okulunda (bugün St. Joseph Koleji) çalınır ve pek sevilir. Okul dışındaki ilk icrası ise 1916 yılının ilkbaharında Kadıköy’de İttihat Spor Çayırı’nda olacaktır. Marşın Cumhuriyet döneminin en sevilen marşı olmasını ise Mustafa Kemal’e borçluyuz. Önce Samsun’a giden Bandırma Vapuru’nun güvertesinde yıldızlara bakarak dalgaların sesini dinlerken; Samsun’dan Havza’ya giderken Çamlıbel mevkiinde arabası bozulduğunda ise yürüyerek Havza’ya giderken güç toplamak için, yanındakilerle bu marşı söylemiş. Milli Mücadele sırasında ordudaki subaylara moral veren marşın resmen ‘milli marş’ olması ise ancak 20 Haziran 1938 tarihli, 2400 Sayılı Kanun’la olmuş.
Bu bölümü eğlenceli bir anekdotla bitirelim: 1955'te İsveç'ten bir kız jimnastik ekibi İstanbul'a gelir. Spor ve Sergi Sarayı'nda yaptıkları gösteriyi piyano eşliğinde söyledikleri bir şarkıyla bitirirler. Şarkı ‘Tre Trallade Jantor’dur. O sırada salondaki bütün izleyiciler ayağa kalkar ve ‘Dağ başını duman almış/Gümüş dere durmaz akaarrrrr….’diye İsveçli sporculara eşlik eder. Durumu bilmeyen İsveç medyası olayı "centilmen Türk seyircisinden jest" olarak yorumlar. Nereden bilsinler, tam 40 yıl önce şirin şarkılarını millileştirdiğimizi…
İstiklal Marşı ve Karmen Silva Opereti
“Bir gün Orta Tedrisat Müdürü odasında çalışıyordum. Kalpağımı masanın bir kenarına koymuştum. Kapı açıldı. İçeriye kısa boylu bir Erkanı Harbiye Albayı girdi. Onu görünce ayağa kalktım, kalpağımı giydim. ‘Buyurunuz’ dedim. Bu zat ‘Ben, Garp Cephesi Erkanı Harbiye Reisi İsmet’ dedi. Kendisini masamın önündeki iskemleye buyur ettim, oturdu. ‘Beni size Dr. Rıza Nur Bey gönderdi. Orduca karar verdik. Bir İstiklal Marşı istiyoruz. Bunun güftesini ve bestesini ayrı müsabakaya korsunuz. Her birini kazanana beşer yüz lira vereceğiz’ dedi. Emirlerini hemen yapacağımı söyledim. O da kalktı gitti.” Bu satırlar 1921’de Maarif Vekaleti’nde orta dereceli eğitimden sorumlu olan Kazım Nami (Duru) Bey’e ait.
O sırada Ankara’da ev bulamadığı için, Taceddin Dergâhı’nda misafir edilen ve Meclis’e Burdur Milletvekili olarak katılan ‘Çanakkale Şehitleri’ ve ‘Bülbül’ şiirlerinin sahibi Mehmet Akif (Ersoy)’un ‘Milletin başarılarının para ile övülemeyeceğini’ düşündüğü için yarışmaya katılmak istemediği, yarışmaya gönderilen 724 şiiiri gözü tutmayan ‘Türkçü’ Maarif Vekili Hamdullah Suphi (Tanrıöver) Bey’in kendisine yazdığı davet mektubundan sonra fikrini değiştirdiği bilinir.
MEHMET AKİF’İN ŞİİRİ SEÇİLİYOR. Ön elemeyi geçen yedi şiir, Mustafa Kemal’in oturum başkanlığını yaptığı 12 Mart 1921 günü tartışmaya açılır. İyi bir hatip olan Hamdullah Suphi, gür sesiyle Mehmet Akif’in şiirini okuduğunda milletvekilleri büyük bir heyecana kapılırlar. Hamdullah Suphi’nin başını çektiği bir ekip diğer şiirlerin okunmasına gerek bile görmez ve oylamaya geçmeyi önerir. Buna itiraz edenler olur. Çünkü diğer altı şiir Mehmet Akif’in şiirinden daha fazla ‘milli’ öğeler taşımaktadır. Örneğin bu şiirlerde ‘Türk’ sözü geçerken Akif’in şiirinde sadece ümmet anlamına gelen ‘ırk’ terimi vardır. Mustafa Kemal’in konuşmasını takiben şiir iki kez daha okunur ve oylamaya geçilir. Şiirin bazı yerlerinin tadil edilmesini gerektiğini ima eden Bolu Milletvekili Tunalı Hilmi Bey oylamanın oldu-bittiye getirilmesinin marşın meşruiyetini zedeleyeceğini ileri sürer ama sözünü dinletemez. Hamdullah Suphi’nin el kaldırma usulüyle yaptığı oylamada Akif’in şiiri ‘çoğunlukla’ ‘İstiklal Marşı’ olarak kabul edilir. Bunlar olurken Mehmet Akif, utangaçlığından başını kollarının arasına saklayarak, sırasının üstüne kapanır. Oylama sonucu belli olur olmaz da heyecanla Meclis’i terk ederek Taceddin Dergahı’na gidecek ve tebrikleri orada kabul edecektir. Daha sonra Hamdullah Suphi Bey’e “Ben bu kadar güzel yazmadım. Ama siz, çok güzel okudunuz.” diyecektir.
O günlerde büyük yoksunluk içinde yaşayan şair, yarışmanın başındaki tutumunu sürdürecek ve 500 liralık para ödülünü Darü’l Mesai adlı hayır kurumuna bağışlayacaktır. Mustafa Kemal daha sonra gazeteci İsmail Habib Sevük'e, İstiklal Marşı'nın en beğendiği beytinin "Hakkıdır hür yaşamış bayrağımın hürriyet/Hakkıdır Hakka tapan milletimin istiklâl" olduğunu söyleyecek ve "bu milletten asla unutmamasını istediğim mısralar işte bunlardır" diyecektir.
GÜFTECİ ÇOK BESTECİ AZ. Sıra beste yarışmasına gelmiştir. Aralarında yine Kazım Karabekir’in olduğu 24 ‘besteci’ eser göndermiştir, yani katılım düşüktür. Fakat o günlerde Yunan ordusu Polatlı’ya yaklaşmıştır. Hükümetin ve Meclis’in Kayseri’ye nakli düşünülmektedir. Sonunda, Meclis’te ordunun Sakarya’da savunma düzenine geçmesi fikri galip gelerek, Ankara’nın tahliyesinden vazgeçilir ama yarışma unutulur gider. Bunun üzerine bazı bestekarlar kendi bestelerini çevrelerinde ‘İstiklal Marşı’ diye yaymaya başlarlar. 1924 yılında bu kargaşaya son vermek için Milli Eğitim Bakanlığı’nda bir kurul oluşturulur ve Ali Rıfat (Çağatay) Bey’in Türk müziği etkisindeki ‘acemaşiran’ motifli bestesinde karar kılınır. Ancak 1930’da nedendir bilinmez, yeni bir emirle Riyaset-i Cumhur Orkestrası Şefi Osman Zeki (Üngör)’ün Batılı tarzdaki bestesinin ‘milli marş olarak kabul edildiği’ memleketin dört bir köşesine bildirilir. Batıcı modernleşme çabalarının bir sonucu olarak Türk musikisinin gözden düşmeye başlayacağının ilk işaretidir bu karar.
İLK MEZURLAR. “Nurettin Eşfak/mavzer tabancasının emniyetiyle oynıyarak konuşuyor:/-Bizim İstiklâl Marşı'nda aksıyan bir taraf var/bilmem ki, nasıl anlatsam,/Âkif, inanmış adam, büyük şair/fakat onun/inandıklarının hepsine inanmıyorum./Meselâ, bakın: ‘Gelecektir sana vaadettiği günler Hakkın.’/Hayır,/gelecek günler için/gökten âyet inmedi bize./Onu biz, kendimiz/vaadettik kendimize./Bir şarkı istiyorum/zaferden sonrasına dair./ ‘Kim bilir belki yarın...’”
Yer sorunu yüzünden büyük bir ayıp işleyerek düzenini bozarak aktardığımız bu dizeler, Nazım Hikmet’in Kuvayı Milliye Destanı’ndan alınma. Nazım’ın itirazının neye olduğunu anlıyoruz ama, konumuz bu olmadığı için duymazlıktan geliyoruz. Ama başka aksayan yanlar da İstiklal Marşı’mızda. Hepimizin bildiği gibi 1930’dan beri “larda yüzen alsancak…”, “nim milletimin…” “bu celal sana…”, “kanlarımız sonra helal hakkıdır” gibi dizelerle savaşmak zorunda kalmıştır vatan evlatları. Çünkü marşta ‘prozodi’ hataları vardır, yani sözlerle müzik arasında ahenk yoktur. Marşın neden böyle olduğunu irdelemeden önce marşın besteleniş hikayesinin Zeki Üngör versiyonunu dinleyelim: “İstiklal Savaşı’nın devam ettiği sıralarda ben Muzıka-i Humayun muallimi idim. Yani doğrudan doğruya saraya ve Vahdettin’e bağlıydık (…) Kurtuluş ordusu süvarilerinin İzmir’e girdiklerinden iki veya üç gün sonra evimde, Talim-Terbiye Hey’eti azası ve terbiye mütehassısı dostum Haydar merhumla oturuyorduk. Kapı çalındı. İlkokul öğretmeni İhsan merhum geldi. Büyük bir heyecan içinde süvarilerin İzmir’e girişlerini anlatmaya başladı. Hepimiz coşmuştuk. Hemen kalkıp piyano başına geçtim. Ve derhal içimden doğan parçayı çalmaya koyuldum. Böylece marşın ilk ‘ti’ yerine kadar akordu çıktı. Bu şekilde iki üç mezur yaptım (…) İki gün sonra beste bitti. Götürüp arkadaşlara gösterdim. Çok beğendiler. Bunun üzerine bu müziği milli marş olarak takdime karar verdim. Kıymeti hakkında daha kat’i bir fikir edinmek maksadı ile besteyi Viyana Konservatuvarı direktörüne gönderdim. On gün sonra direktörden gelen bir mektupta eserin çok orijinal bulunduğu ve melodisinin Türk ihtişamına yakışacak şekilde olduğu belirtilerek tebrik ediliyordum. Bu mektup geldikten on beş gün sonra beni Ankara’dan çağırdılar, gittim. Bana Muzıka-i Hümayun-u bütün kadrosu ile Ankara’ya nakletmek vazifesi verildi (…) Vahdettin henüz padişah olduğu için bu işleri gizli yapıyorduk. Bir ay sonra da kimseye bir şey söylemeden Ankara’ya gittim. Ve hemen İstanbul’daki arkadaşları bir telgrafla çağırdım. Üç gün sonra geldiler. Böylece milli marşı bu heyete ilk defa olarak Ankara’da verilen o baloda Atatürk’ün huzurunda çaldık. İşte milli marş böyle bestelendi.”
DÖRTNALA ATLILAR NEREDE?. Osman Zeki Bey, marşın pek ölgün bulunan ritminin kabahatini de başkalarına atar: “Ben İstiklal Marşı’nı bestelerken kulaklarımda İzmir’e koşan atlıların dörtnal sesleri vardı. Bir de marşın bugün aldığı şekli düşünün. Eserin başında metronomu 1 dörtlük 80 olan bir eser hiç bir vakit cenaze marşına benzemez. Plaklardaki ağır tempolu çalınışı ise, ‘Sahibinin Sesi’ stüdyosunda orkestra ile plağa çaldığımız zaman teknisyenler, bunun çok süratli bir marş olduğunu söylediler. Bu sebeple plağın aynı yüzüne bir marş daha çalmamızı rica ettiler. Ben böyle bir teklifi kabul edemezdim. O anda aklıma bir şey geldi: ‘Marşı biraz ağır çalalım, böylece plak dolar. Sonra çalınırken gramofon biraz hızlıya ayarlanır, olur biter’ dedim. Bu fikir pek münasip görüldü ve dediğim gibi yapıldı. Fakat bilahare böyle bir fikir vermekle hata ettiğimi anladım. Çünkü marş çalınırken gramofonun hızlıya ayarlanması icab ettiğini kim bilebilirdi?” Bu açıklamaya inanıp ‘keşke böyle yapmasaydı’ deyip geçiyoruz çünkü çok daha vahim bir iddia var.
İNTİHAL Mİ?. O yıllarda TBMM’de Bursa Milletvekili olarak görev yapan askeri doktor Osman Şevki (Uludağ) Bey’e göre Osman Zeki Bey’in bestesi Karmen Silva adlı bir sokak şarkısından esinlenerek yapılmış, özgün olmayan bir eserdir. 1924’ten 1930’a kadar söylenen Ali Rıfat Bey’e ait besteyi prozodi açısından çok daha iyi bulan Osman Zeki Bey bu konudaki iddiasını defalarca Meclis kürsüsünde dile getirmiş ancak yetkililerden ve besteciden tatmin edici bir cevap alamamıştır. Şimdi sözü Osman Zeki Bey’e bırakalım: “…Sekiz ay sonra Ali Rıfat Bey’in kardeşi Samih Rıfat bey, Maarif Vekaleti’nden ayrılmış, onun yerine [Süleyman] Necati Bey geçmişti. Bu esnada Zeki Bey İstanbul’dan Ankara’ya gelerek yerleşmişti. Rivayete göre Zeki Bey kendi bestesinin Milli Marş olması için Latife Hanım’ın tavassutunu rica etmiş ve o da Necati Bey nezdinde iltimas ederek bu suretle Ali Rıfat beyin marşı men olunmuş ve sırada dördüncü olan Zeki beyin bestesi onun yerine geçmiştir. Bu rivayeti o zamanın mebusları hep böylece naklederler. Zeki Bey’in, kendi zamanında iyi bir viyolonist olduğunu söylerler. Fakat bu muhterem zatın besteciliği hakkında biz, ancak menfi bir kanaat sahibiyiz. Evvelce Maarif Vekaleti tarafından mekteplerde okutulan bir musiki kitabında ‘papatyalar’ adlı şarkının notaları üstüne kendisinin ‘bestekar’ diye imza atması ve eskiden Sâti Bey’in mektebinde musiki hocalığı ettiği esnada bunu talebesine kendi eseri olarak göstermesi hoş görülmez (…) Ben bunu 07/05/1940’da C.H.P. Meclis Gurubu’nda Maarif Vekili’nden sordum ve izahat istedim. Sonra da İstiklal Marşı’na geçerek bunun ilk kısmını teşkil eden on ölçüsünün Karmen Silva adında bir sokak şarkısından transpozisyon suretiyle alındığı rivayetini naklettikten sonra sordum: ‘Bu Marş, İstiklal Marşı olarak ortaya çıkarılmazdan evvel Vahdettin’e marş olarak takdim edilmiş midir, değil midir? Bu marşın orkestrasyonunu yapan Ermeni milletinden [Edgar] Manas Efendi değil midir?”
‘BİZDE BESTEKAR YOKTUR’. Maarif Vekili Hasan Ali Yücel kendisine şu cevabı vererek adeta iddiaları doğrular: “… Demek isteniyor ki bizim bestekarlarımız, kompozitörlerimiz yoktur, başka milletlerin bestelemiş oldukları şarkıyı alıp sözlerini değiştiriyor ve bu nağmeleri alıp kendi çocuklarımıza veriyoruz. Üstelik de bunları nereden aldığımızı söylemiyoruz. Arkadaşımızın bunda hakkı vardır. Çünkü hakikaten bir kısım şarkılarda ve marşlarda böyle iktibaslar, intihaller yapılmış ve bunu yapanlar da kemali cesaretle kendi adlarını altına koymuşlardır… adaptasyon mutlaka fena şey değildir. Fakat yalancılık, tercüme ettiği bir eser üzerine ‘Benimdir’ diye imza koymak ayıp bir şeydir….” Ve sonra İstiklal Marşı’na geçerek devam eder: “Mütehassısların bendenize söylediklerine göre bu bize Karmen operasından bir kısım değil de Karmen Silva diye bir vals varmış, revaçta imiş, onun bilmem kaç batutası benziyormuş. Zeki Bey bunun orkestrasyonunu Ermeni bir zata yaptırmıştır…”
Osman Şevki Bey’in ısrarlı sorularına rağmen, Zeki Üngör, eserini kısmen Karmen Silva adlı sokak şarkısından kopya ettiği yolundaki iddialara karşı suskun kalmıştır. Dolayısıyla İstiklal Marşı’mızın bestesi üzerindeki ‘gayri millilik’ şaibesi hala devam etmektedir! İlgililere duyurulur….
Kemalist Güzelleme: 10.Yıl Marşı
Müziği ‘devşirme’ olan marşlardan bir diğeri bazı kaynaklara göre İstiklal Marşı’nın yerine hazırlatıldığını söylenen 10. Yıl Marşı. Marş adından da anlaşılacağı üzere 1933 yılında Cumhuriyet’in 10. yıldönümü kutlamaları için hazırlanmış. Güftesi Faruk Nafiz (Çamlıbel) ve Behçet Kemal’e (Çağlar), bestesi Cemal Reşit’e (Rey) ait olan marş, tüm dünyaya bir zamanların ‘Hasta Adamı’ nın nasıl dirildiğini ve 10 yılda ne büyük işler başardığını anlatmayı amaçlıyor. Marşı ilk kez 14 Ekim’de dinleyen Mustafa Kemal’in marşı beğenmesi üzerine önce İstanbul’da Beyazıt ve Taksim meydanlarında, Şehir Bandosu’nun eşliğinde marş talimleri yapılmış, ardından bütün yurtta bir marş seferberliği başlatılmıştı. Ancak 1940’larda çocukların ağzında ‘Hamama da gittik nalınla/ Annem bizi yıkadı/Mis kokulu sabunla` şekline dönüşen marş, uzun süren bir kış uykusuna yattı. Aradan yıllar geçti, doğru dürüst bir ikinci marş bestelenemediği için olsa gerek 1990’larda Güneydoğu’da kan gövdeyi götürünce Cumhuriyet’in bekasına ilişkin kuşkulara kapılan kesimler tarafından tozlu raflardan indirildi ve yeniden dolaşıma sokuldu. Bunda Cumhuriyet’in 75. Yılı için bestelenen marşın tutmamasının da rolü büyüktü. 28 Şubat 1997’de TSK tarafından RP-DYP Koalisyonu’na verilen muhtıra sonrasında ise adeta Kemalist bir meydan okumaya dönüştü. O tarihten bu yana Türkiye’yi iç ve dış düşmanların saldırı altında hisseden kesimler, 10. Yıl Marşı’nı topluca okuyarak kendilerini güçlü hissetmeye çalışıyorlar. Aynen mezarlıktan geçerken ıslık çalanlar gibi…
DEMİR AĞLAR. “Çıktık açık alınla on yılda her savaştan/On yılda on beş milyon genç yarattık her yaştan/Başta bütün dünyanın saydığı Başkumandan/Demir ağlarla ördük anayurdu dört baştan” şeklindeki ilk kıtada, Mustafa Kemal’in asker kimliği öne çıkarılarak Milli Mücadele dönemindeki askeri ve sivil mücadeleler vurgulanıyor ve aslında 14 milyon civarında olan ülke nüfusu kafiye uğruna 15 milyona çıkarıldıktan sonra, Osmanlı İmparatorluğu döneminden beri yönünü Batıya çevirmiş bir toplum olarak, o dönemde medeniyetin sembolü olarak görülen ve eksikliği ciddi bir eziklik yaratmış olan demiryolu meselesine atıfta bulunuluyor. Marşın “Türk'üz, Cumhuriyet'in göğsümüz tunç siperi/Türk'e durmak yaraşmaz, Türk önde, Türk ileri!” şeklindeki nakarat bölümünde ise o yıllarda pek beğenilen Nazi Almanyası ile Mussolini İtalyası’nın esintileri var.
TÜRK’ÜZ. “Bir hızla kötülüğü, geriliği boğarız/Karanlığın üstüne güneş gibi doğarız/Türk'üz, bütün başlardan üstün olan başlarız/Tarihten önce vardık, tarihten sonra varız” şeklindeki ikinci kıtasının ilk dizesinde Cumhuriyet’in yerini aldığı Osmanlı Devleti ve onu oluşturan tüm unsurların nasıl algılandığına dair ipuçları var. İkinci dizede, malum ırkçı tema tekrar karşımıza çıkıyor. Son dizeler ise dünyadaki bütün dillerin Türkçe’den türediğini ileri süren Güneş Dil Teorisi ile, dünyadaki tüm kültürlerin kökeninde Türklerin olduğunu ileri süren Türk Tarih Tezi’ne bir gönderme.
“Çizerek kanımızla öz yurdun haritasını/Dindirdik memleketin yıllar süren yasını/Bütünledik her yönden İstiklâl kavgasını/Bütün dünya öğrendi Türklüğü saymasını” dizeleri ‘öz yurt’ tanımı ile Anadolu’nun Türklere ait olduğunu bir kez daha vurgularken, her ne kadar Birinci Dünya Savaşı sonunda imparatorluk topraklarının çoğu kaybedilmişse de, son Osmanlı Meclisi’nde alınan Misak-ı Milli kararı ile tarif edilen sınırların korunduğu tesellisiyle bitiyor.
SINIFSIZ KİTLE. “Örnektir milletlere açtığımız yeni iz/İmtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir kitleyiz/Uyduk görüşte bilgiye, gidişte ülküye biz/Tersine dönse dünya yolumuzdan dönmeyiz” dizelerinde önce toplumsal ayrışmayı ve sınıf oluşumunu rejime yönelik en büyük tehlike gören zihniyetin icadı olan ‘halkçılık’ ilkesinin ifadesi olarak Cumhuriyet rejiminin en kof hedefi vurgulanıyor, ardından bir İslam toplumundan Batılı bir toplum yaratmanın çelişkilerini çözmek için Ziya Gökalp’in icad ettiği ‘Batı medeniyeti-Türk/İslam kültürü’ sentezine atıfta bulunuluyor. Marşın noktasını rejimi tehdit eden iç ve dış düşmanlara verilen gözdağı oluşturuyor.
BESTE GAYRİ MİLLİ Mİ? İstiklal Marşı ile ilgili çarpıcı iddialarda bulunan Osman Şevki Bey’e göre, Cemal Reşit Rey’in bestesi de özgün değildir. Cemal Reşit eseri bestelerken, librettosu (güftesi) ve bestesi ünlü yazar Jean-Jacques Rousseau’ya ait olan ve ilk kez 1752 yılında Kral XV. Louis’in huzurunda sergilenen tek perdelik ‘Le devin du village’ (Köy Kâhini) adlı operanın “J’ai perdu tout mon bonheur/J’ai perdu mon serviteur” (bütün saadetimi kaybettim/hizmetçimi kaybettim) diye başlayan bölümden esinlenmiştir. Osman Şevki Bey, bestedeki ‘prozodi’ hatalarını bu kopyacılığa bağlar. Bu iddialara karşı uzun süre sessiz kalan Cemal Reşit Rey, sonunda böyle bir operanın tek bir notasından bile haberi olmadığını söylemekle yetinir. Ancak, Cemal Reşit Rey’in 1913’de, yani Jean-Jacques Rousseau’nun 200. doğum yılı etkinliklerinin düzenlendiği yıldan sadece bir yıl sonra, ailecek Paris’e yerleştiği; müzik eğitimini de bu ülkede aldığı düşünülünce ‘hiç duymadım’ savunması inandırıcı görünmez. Bu konuda kendi karar vermek isteyen okuyucularımız http://www.rousseauassociation.org/aboutRousseau/musicalWorks.htm adresinden Rousseau’nun operasını dinleyebilirler.
Kaynakça: Etem Üngör, Türk Marşları, Türk Kültürünü Araştırma Ens. Yayınları, Ankara, 1966; Ahmet Hatipoğlu, Türk Musıkîsi Prozodisi, TRT Yayınları, Ankara, 1988; Nusret Karanlıktagezer, İstiklal Marşı ve Mehmet Akif Ersoy, 1986; Musiki Mecmuası, 1 Nisan 1954, S.74.
AYŞE HÜR ÖZGEÇMİŞ
Ayşe Hür 1956’da Artvin’de doğdu. Her ikisi de lise öğretmeni olan Balkan kökenli babası ve İstanbullu annesi ile Urfa, Nazilli ve Edirne’de yaşadı, ardından İstanbul’a yerleşti. Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü ile Uluslararası İlişkiler ve Siyaset Bölümü’nde çift anadal eğitimini 1992’de tamamladı. Aynı üniversitenin Atatürk Enstitüsü’nde “Avrupa Birliği’nin Tarihle Barışma Politikaları ve Ermeni Meselesi” üzerine lisansüstü tezini 2005’te verdi. Halen aynı enstitünün doktora programına devam ediyor. 20 yıl işçilik, memurluk ve yöneticilik yaptı. Son 10 yılda, hayatını sosyal bilimler ve piyasa araştırmacılığı ve moderatörlük yaparak kazanıyor.Taraf, Radikal, AGOS, Toplumsal Tarih başta olmak üzere çeşitli gazete ve dergilerde tarih ve siyaset yazıları yazıyor.
BÜTÜN KÜRTLER BİRLEŞİN, ARAPLIK VE TÜRKLÜK YOK OLACAK VE BAĞIMSIZ KÜRDİSTAN BİR GERÇEK OLACAKTIR.
1974 Kıbrıs ‘Barış Harekatı'ndan sonra bir Yahudi şarkısına Türkçe sözler yazılmış ve ortaya Ayten Alpman’ın ünlü Memleketim şarkısı çıkmıştır. 1980 darbesinden sonra solcu mahkumları ‘millileştirmek’ için marş niyetine binlerce kez çalındığı için bu gün pek çok eski mahkum, bu şarkının adını duyduğunda bile ciddi bir gerginlik yaşar. On binlerce Fenerbahçelinin coşkuyla söyledikleri Yaşa Fenerbahçe Marşı, Franko dönemine ait faşist güfteli Viva L'Espanya (Yaşa İspanya) adlı İspanyol marşıdır ve bugün İspanya’da pek çok kişi bu marşı duymaya tahammül edemez. Ülkücülerin söylerken gözlerini yaşartan “Çırpınırdı Karadeniz/Bakıp Türkün Bayrağına” türküsü 18.yüzyılda yaşamış Sayat Nova adlı Ermeni sanatçının Kamança adlı şarkısının Türkçesi’dir.
AKP BİAT MI EDİYOR? Ama daha ilginci, Türklerin topluca ezbere söyleyebildikleri nadir marşlardan olan Gençlik Marşı, İstiklal Marşı ve 10. Yıl Marşı’nın bestelerinin de ‘gayri-milli’ olduğu yolunda iddialar var. Bunlardan 10. Yıl Marşı, 28 Şubat 1997 müdahalesinden beri rejime iman tazelemek isteyenlerin ilk aklına gelen marş. Geçenlerde AKP’nin Gençlik Kolları 2. Olağan Kongresi’nde, Başbakan Erdoğan’ın salona gelişi öncesinde 10. Yıl Marşı ve ‘Atatürk’ün İzindeyiz’ şarkısı çalınması, Erdoğan Deniz Baykal’ı eleştirirken sık sık Atatürk’e vurgu yapması aklımıza AKP de ‘iman tazeleyenlere katıldı?’ sorusunu getirmedi değil. Nitekim Hürriyet başyazarı Ertuğrul Özkök de kendilerini ‘marşa itibarını iade ettikleri ve zihniyet devrimi yaptıkları için’ kutlamıştı. AKP eğer düne kadar eleştirdiği merkezle ittifak yapmaya karar vermediyse, merkezi ‘Kim daha Atatürkçü?’ yarışmasıyla alt etmeyi düşünüyor demektir ki, bu gerçekten ilginç bir duruma işaret ediyor. Şimdilik işin bu yanını zamana bırakarak, “bu marşı 28 Şubat Marşı diye küçümsemek”, “çok ama çok kötü bir şeydir”, hatta ‘tehlikeli bir bölücülüktür’ diye gözdağı veren ‘Türkiye Türklerindir’ gazetesinin başyazarının gazabına uğramayı göze alarak, üç ‘milli’ marşımıza da yakından bakalım dedik.
‘Şakıyan Üç Genç Kız’
Türklerin en çok bildiği ve sevdiği üç marştan biri olan “Dağ başını duman almış, gümüş dere durmaz akar’ diye başlayan Gençlik Marşı, İsveçli besteci Felix Körling'e ait bir ormancı şarkısı. Marşın asıl adı ‘Tre Trallade Jantor’ yani ‘Şakıyan Üç Genç Kız’. Bazıları şarkının sözlerinin erotik olduğunu söylüyor ama İsveççe bilmediğim için kontrol edemedim. Marşın ‘millileştirilmesi’ 1900’lerin başında oluyor. İttihat ve Terakki Cemiyeti tarafından kurulan ‘paramiliter’ Osmanlı Genç Dernekleri’ndeki gençlerin ‘milli duygularının yoğunlaşması için’ Mektebi Sultani’nin idman hocalarından Selim Sırrı (Tarcan) Bey müzik eğitimi için gittiği Stocholm’den döndükten sonra aklına bir fikir geliyor. Gerisini İstanbul Erkek Muallim Mektebi Türkçe öğretmeni Ali Ulvi (Elöve) Bey’den dinleyelim: “Bir gün okulun uygulama odalarından birinde çalışırken, Selim Sırrı Tarcan ziyaretime geldi. O günlerde pek gözde olan bir İsveç marşı için yazmamı istedi. İstenilen güfte 4x4 veya 8 heceli olacaktı. Vakit geçirmeden çalışmaya koyuldum. I. Dünya Savaşı’nın aleyhimize döndüğü yıllardı o yıllar. Gençlik ve halk kaygıya kapılmıştı. Marş yazarken başlıca amacım bu havayı dağıtmak, gençlere azim, ümit ve kalp vermek oldu…”
MUSTAFA KEMAL ÇOK SEVİYOR. Marş ilk kez Ali Ulvi Bey’in okulunda (bugün St. Joseph Koleji) çalınır ve pek sevilir. Okul dışındaki ilk icrası ise 1916 yılının ilkbaharında Kadıköy’de İttihat Spor Çayırı’nda olacaktır. Marşın Cumhuriyet döneminin en sevilen marşı olmasını ise Mustafa Kemal’e borçluyuz. Önce Samsun’a giden Bandırma Vapuru’nun güvertesinde yıldızlara bakarak dalgaların sesini dinlerken; Samsun’dan Havza’ya giderken Çamlıbel mevkiinde arabası bozulduğunda ise yürüyerek Havza’ya giderken güç toplamak için, yanındakilerle bu marşı söylemiş. Milli Mücadele sırasında ordudaki subaylara moral veren marşın resmen ‘milli marş’ olması ise ancak 20 Haziran 1938 tarihli, 2400 Sayılı Kanun’la olmuş.
Bu bölümü eğlenceli bir anekdotla bitirelim: 1955'te İsveç'ten bir kız jimnastik ekibi İstanbul'a gelir. Spor ve Sergi Sarayı'nda yaptıkları gösteriyi piyano eşliğinde söyledikleri bir şarkıyla bitirirler. Şarkı ‘Tre Trallade Jantor’dur. O sırada salondaki bütün izleyiciler ayağa kalkar ve ‘Dağ başını duman almış/Gümüş dere durmaz akaarrrrr….’diye İsveçli sporculara eşlik eder. Durumu bilmeyen İsveç medyası olayı "centilmen Türk seyircisinden jest" olarak yorumlar. Nereden bilsinler, tam 40 yıl önce şirin şarkılarını millileştirdiğimizi…
İstiklal Marşı ve Karmen Silva Opereti
“Bir gün Orta Tedrisat Müdürü odasında çalışıyordum. Kalpağımı masanın bir kenarına koymuştum. Kapı açıldı. İçeriye kısa boylu bir Erkanı Harbiye Albayı girdi. Onu görünce ayağa kalktım, kalpağımı giydim. ‘Buyurunuz’ dedim. Bu zat ‘Ben, Garp Cephesi Erkanı Harbiye Reisi İsmet’ dedi. Kendisini masamın önündeki iskemleye buyur ettim, oturdu. ‘Beni size Dr. Rıza Nur Bey gönderdi. Orduca karar verdik. Bir İstiklal Marşı istiyoruz. Bunun güftesini ve bestesini ayrı müsabakaya korsunuz. Her birini kazanana beşer yüz lira vereceğiz’ dedi. Emirlerini hemen yapacağımı söyledim. O da kalktı gitti.” Bu satırlar 1921’de Maarif Vekaleti’nde orta dereceli eğitimden sorumlu olan Kazım Nami (Duru) Bey’e ait.
O sırada Ankara’da ev bulamadığı için, Taceddin Dergâhı’nda misafir edilen ve Meclis’e Burdur Milletvekili olarak katılan ‘Çanakkale Şehitleri’ ve ‘Bülbül’ şiirlerinin sahibi Mehmet Akif (Ersoy)’un ‘Milletin başarılarının para ile övülemeyeceğini’ düşündüğü için yarışmaya katılmak istemediği, yarışmaya gönderilen 724 şiiiri gözü tutmayan ‘Türkçü’ Maarif Vekili Hamdullah Suphi (Tanrıöver) Bey’in kendisine yazdığı davet mektubundan sonra fikrini değiştirdiği bilinir.
MEHMET AKİF’İN ŞİİRİ SEÇİLİYOR. Ön elemeyi geçen yedi şiir, Mustafa Kemal’in oturum başkanlığını yaptığı 12 Mart 1921 günü tartışmaya açılır. İyi bir hatip olan Hamdullah Suphi, gür sesiyle Mehmet Akif’in şiirini okuduğunda milletvekilleri büyük bir heyecana kapılırlar. Hamdullah Suphi’nin başını çektiği bir ekip diğer şiirlerin okunmasına gerek bile görmez ve oylamaya geçmeyi önerir. Buna itiraz edenler olur. Çünkü diğer altı şiir Mehmet Akif’in şiirinden daha fazla ‘milli’ öğeler taşımaktadır. Örneğin bu şiirlerde ‘Türk’ sözü geçerken Akif’in şiirinde sadece ümmet anlamına gelen ‘ırk’ terimi vardır. Mustafa Kemal’in konuşmasını takiben şiir iki kez daha okunur ve oylamaya geçilir. Şiirin bazı yerlerinin tadil edilmesini gerektiğini ima eden Bolu Milletvekili Tunalı Hilmi Bey oylamanın oldu-bittiye getirilmesinin marşın meşruiyetini zedeleyeceğini ileri sürer ama sözünü dinletemez. Hamdullah Suphi’nin el kaldırma usulüyle yaptığı oylamada Akif’in şiiri ‘çoğunlukla’ ‘İstiklal Marşı’ olarak kabul edilir. Bunlar olurken Mehmet Akif, utangaçlığından başını kollarının arasına saklayarak, sırasının üstüne kapanır. Oylama sonucu belli olur olmaz da heyecanla Meclis’i terk ederek Taceddin Dergahı’na gidecek ve tebrikleri orada kabul edecektir. Daha sonra Hamdullah Suphi Bey’e “Ben bu kadar güzel yazmadım. Ama siz, çok güzel okudunuz.” diyecektir.
O günlerde büyük yoksunluk içinde yaşayan şair, yarışmanın başındaki tutumunu sürdürecek ve 500 liralık para ödülünü Darü’l Mesai adlı hayır kurumuna bağışlayacaktır. Mustafa Kemal daha sonra gazeteci İsmail Habib Sevük'e, İstiklal Marşı'nın en beğendiği beytinin "Hakkıdır hür yaşamış bayrağımın hürriyet/Hakkıdır Hakka tapan milletimin istiklâl" olduğunu söyleyecek ve "bu milletten asla unutmamasını istediğim mısralar işte bunlardır" diyecektir.
GÜFTECİ ÇOK BESTECİ AZ. Sıra beste yarışmasına gelmiştir. Aralarında yine Kazım Karabekir’in olduğu 24 ‘besteci’ eser göndermiştir, yani katılım düşüktür. Fakat o günlerde Yunan ordusu Polatlı’ya yaklaşmıştır. Hükümetin ve Meclis’in Kayseri’ye nakli düşünülmektedir. Sonunda, Meclis’te ordunun Sakarya’da savunma düzenine geçmesi fikri galip gelerek, Ankara’nın tahliyesinden vazgeçilir ama yarışma unutulur gider. Bunun üzerine bazı bestekarlar kendi bestelerini çevrelerinde ‘İstiklal Marşı’ diye yaymaya başlarlar. 1924 yılında bu kargaşaya son vermek için Milli Eğitim Bakanlığı’nda bir kurul oluşturulur ve Ali Rıfat (Çağatay) Bey’in Türk müziği etkisindeki ‘acemaşiran’ motifli bestesinde karar kılınır. Ancak 1930’da nedendir bilinmez, yeni bir emirle Riyaset-i Cumhur Orkestrası Şefi Osman Zeki (Üngör)’ün Batılı tarzdaki bestesinin ‘milli marş olarak kabul edildiği’ memleketin dört bir köşesine bildirilir. Batıcı modernleşme çabalarının bir sonucu olarak Türk musikisinin gözden düşmeye başlayacağının ilk işaretidir bu karar.
İLK MEZURLAR. “Nurettin Eşfak/mavzer tabancasının emniyetiyle oynıyarak konuşuyor:/-Bizim İstiklâl Marşı'nda aksıyan bir taraf var/bilmem ki, nasıl anlatsam,/Âkif, inanmış adam, büyük şair/fakat onun/inandıklarının hepsine inanmıyorum./Meselâ, bakın: ‘Gelecektir sana vaadettiği günler Hakkın.’/Hayır,/gelecek günler için/gökten âyet inmedi bize./Onu biz, kendimiz/vaadettik kendimize./Bir şarkı istiyorum/zaferden sonrasına dair./ ‘Kim bilir belki yarın...’”
Yer sorunu yüzünden büyük bir ayıp işleyerek düzenini bozarak aktardığımız bu dizeler, Nazım Hikmet’in Kuvayı Milliye Destanı’ndan alınma. Nazım’ın itirazının neye olduğunu anlıyoruz ama, konumuz bu olmadığı için duymazlıktan geliyoruz. Ama başka aksayan yanlar da İstiklal Marşı’mızda. Hepimizin bildiği gibi 1930’dan beri “larda yüzen alsancak…”, “nim milletimin…” “bu celal sana…”, “kanlarımız sonra helal hakkıdır” gibi dizelerle savaşmak zorunda kalmıştır vatan evlatları. Çünkü marşta ‘prozodi’ hataları vardır, yani sözlerle müzik arasında ahenk yoktur. Marşın neden böyle olduğunu irdelemeden önce marşın besteleniş hikayesinin Zeki Üngör versiyonunu dinleyelim: “İstiklal Savaşı’nın devam ettiği sıralarda ben Muzıka-i Humayun muallimi idim. Yani doğrudan doğruya saraya ve Vahdettin’e bağlıydık (…) Kurtuluş ordusu süvarilerinin İzmir’e girdiklerinden iki veya üç gün sonra evimde, Talim-Terbiye Hey’eti azası ve terbiye mütehassısı dostum Haydar merhumla oturuyorduk. Kapı çalındı. İlkokul öğretmeni İhsan merhum geldi. Büyük bir heyecan içinde süvarilerin İzmir’e girişlerini anlatmaya başladı. Hepimiz coşmuştuk. Hemen kalkıp piyano başına geçtim. Ve derhal içimden doğan parçayı çalmaya koyuldum. Böylece marşın ilk ‘ti’ yerine kadar akordu çıktı. Bu şekilde iki üç mezur yaptım (…) İki gün sonra beste bitti. Götürüp arkadaşlara gösterdim. Çok beğendiler. Bunun üzerine bu müziği milli marş olarak takdime karar verdim. Kıymeti hakkında daha kat’i bir fikir edinmek maksadı ile besteyi Viyana Konservatuvarı direktörüne gönderdim. On gün sonra direktörden gelen bir mektupta eserin çok orijinal bulunduğu ve melodisinin Türk ihtişamına yakışacak şekilde olduğu belirtilerek tebrik ediliyordum. Bu mektup geldikten on beş gün sonra beni Ankara’dan çağırdılar, gittim. Bana Muzıka-i Hümayun-u bütün kadrosu ile Ankara’ya nakletmek vazifesi verildi (…) Vahdettin henüz padişah olduğu için bu işleri gizli yapıyorduk. Bir ay sonra da kimseye bir şey söylemeden Ankara’ya gittim. Ve hemen İstanbul’daki arkadaşları bir telgrafla çağırdım. Üç gün sonra geldiler. Böylece milli marşı bu heyete ilk defa olarak Ankara’da verilen o baloda Atatürk’ün huzurunda çaldık. İşte milli marş böyle bestelendi.”
DÖRTNALA ATLILAR NEREDE?. Osman Zeki Bey, marşın pek ölgün bulunan ritminin kabahatini de başkalarına atar: “Ben İstiklal Marşı’nı bestelerken kulaklarımda İzmir’e koşan atlıların dörtnal sesleri vardı. Bir de marşın bugün aldığı şekli düşünün. Eserin başında metronomu 1 dörtlük 80 olan bir eser hiç bir vakit cenaze marşına benzemez. Plaklardaki ağır tempolu çalınışı ise, ‘Sahibinin Sesi’ stüdyosunda orkestra ile plağa çaldığımız zaman teknisyenler, bunun çok süratli bir marş olduğunu söylediler. Bu sebeple plağın aynı yüzüne bir marş daha çalmamızı rica ettiler. Ben böyle bir teklifi kabul edemezdim. O anda aklıma bir şey geldi: ‘Marşı biraz ağır çalalım, böylece plak dolar. Sonra çalınırken gramofon biraz hızlıya ayarlanır, olur biter’ dedim. Bu fikir pek münasip görüldü ve dediğim gibi yapıldı. Fakat bilahare böyle bir fikir vermekle hata ettiğimi anladım. Çünkü marş çalınırken gramofonun hızlıya ayarlanması icab ettiğini kim bilebilirdi?” Bu açıklamaya inanıp ‘keşke böyle yapmasaydı’ deyip geçiyoruz çünkü çok daha vahim bir iddia var.
İNTİHAL Mİ?. O yıllarda TBMM’de Bursa Milletvekili olarak görev yapan askeri doktor Osman Şevki (Uludağ) Bey’e göre Osman Zeki Bey’in bestesi Karmen Silva adlı bir sokak şarkısından esinlenerek yapılmış, özgün olmayan bir eserdir. 1924’ten 1930’a kadar söylenen Ali Rıfat Bey’e ait besteyi prozodi açısından çok daha iyi bulan Osman Zeki Bey bu konudaki iddiasını defalarca Meclis kürsüsünde dile getirmiş ancak yetkililerden ve besteciden tatmin edici bir cevap alamamıştır. Şimdi sözü Osman Zeki Bey’e bırakalım: “…Sekiz ay sonra Ali Rıfat Bey’in kardeşi Samih Rıfat bey, Maarif Vekaleti’nden ayrılmış, onun yerine [Süleyman] Necati Bey geçmişti. Bu esnada Zeki Bey İstanbul’dan Ankara’ya gelerek yerleşmişti. Rivayete göre Zeki Bey kendi bestesinin Milli Marş olması için Latife Hanım’ın tavassutunu rica etmiş ve o da Necati Bey nezdinde iltimas ederek bu suretle Ali Rıfat beyin marşı men olunmuş ve sırada dördüncü olan Zeki beyin bestesi onun yerine geçmiştir. Bu rivayeti o zamanın mebusları hep böylece naklederler. Zeki Bey’in, kendi zamanında iyi bir viyolonist olduğunu söylerler. Fakat bu muhterem zatın besteciliği hakkında biz, ancak menfi bir kanaat sahibiyiz. Evvelce Maarif Vekaleti tarafından mekteplerde okutulan bir musiki kitabında ‘papatyalar’ adlı şarkının notaları üstüne kendisinin ‘bestekar’ diye imza atması ve eskiden Sâti Bey’in mektebinde musiki hocalığı ettiği esnada bunu talebesine kendi eseri olarak göstermesi hoş görülmez (…) Ben bunu 07/05/1940’da C.H.P. Meclis Gurubu’nda Maarif Vekili’nden sordum ve izahat istedim. Sonra da İstiklal Marşı’na geçerek bunun ilk kısmını teşkil eden on ölçüsünün Karmen Silva adında bir sokak şarkısından transpozisyon suretiyle alındığı rivayetini naklettikten sonra sordum: ‘Bu Marş, İstiklal Marşı olarak ortaya çıkarılmazdan evvel Vahdettin’e marş olarak takdim edilmiş midir, değil midir? Bu marşın orkestrasyonunu yapan Ermeni milletinden [Edgar] Manas Efendi değil midir?”
‘BİZDE BESTEKAR YOKTUR’. Maarif Vekili Hasan Ali Yücel kendisine şu cevabı vererek adeta iddiaları doğrular: “… Demek isteniyor ki bizim bestekarlarımız, kompozitörlerimiz yoktur, başka milletlerin bestelemiş oldukları şarkıyı alıp sözlerini değiştiriyor ve bu nağmeleri alıp kendi çocuklarımıza veriyoruz. Üstelik de bunları nereden aldığımızı söylemiyoruz. Arkadaşımızın bunda hakkı vardır. Çünkü hakikaten bir kısım şarkılarda ve marşlarda böyle iktibaslar, intihaller yapılmış ve bunu yapanlar da kemali cesaretle kendi adlarını altına koymuşlardır… adaptasyon mutlaka fena şey değildir. Fakat yalancılık, tercüme ettiği bir eser üzerine ‘Benimdir’ diye imza koymak ayıp bir şeydir….” Ve sonra İstiklal Marşı’na geçerek devam eder: “Mütehassısların bendenize söylediklerine göre bu bize Karmen operasından bir kısım değil de Karmen Silva diye bir vals varmış, revaçta imiş, onun bilmem kaç batutası benziyormuş. Zeki Bey bunun orkestrasyonunu Ermeni bir zata yaptırmıştır…”
Osman Şevki Bey’in ısrarlı sorularına rağmen, Zeki Üngör, eserini kısmen Karmen Silva adlı sokak şarkısından kopya ettiği yolundaki iddialara karşı suskun kalmıştır. Dolayısıyla İstiklal Marşı’mızın bestesi üzerindeki ‘gayri millilik’ şaibesi hala devam etmektedir! İlgililere duyurulur….
Kemalist Güzelleme: 10.Yıl Marşı
Müziği ‘devşirme’ olan marşlardan bir diğeri bazı kaynaklara göre İstiklal Marşı’nın yerine hazırlatıldığını söylenen 10. Yıl Marşı. Marş adından da anlaşılacağı üzere 1933 yılında Cumhuriyet’in 10. yıldönümü kutlamaları için hazırlanmış. Güftesi Faruk Nafiz (Çamlıbel) ve Behçet Kemal’e (Çağlar), bestesi Cemal Reşit’e (Rey) ait olan marş, tüm dünyaya bir zamanların ‘Hasta Adamı’ nın nasıl dirildiğini ve 10 yılda ne büyük işler başardığını anlatmayı amaçlıyor. Marşı ilk kez 14 Ekim’de dinleyen Mustafa Kemal’in marşı beğenmesi üzerine önce İstanbul’da Beyazıt ve Taksim meydanlarında, Şehir Bandosu’nun eşliğinde marş talimleri yapılmış, ardından bütün yurtta bir marş seferberliği başlatılmıştı. Ancak 1940’larda çocukların ağzında ‘Hamama da gittik nalınla/ Annem bizi yıkadı/Mis kokulu sabunla` şekline dönüşen marş, uzun süren bir kış uykusuna yattı. Aradan yıllar geçti, doğru dürüst bir ikinci marş bestelenemediği için olsa gerek 1990’larda Güneydoğu’da kan gövdeyi götürünce Cumhuriyet’in bekasına ilişkin kuşkulara kapılan kesimler tarafından tozlu raflardan indirildi ve yeniden dolaşıma sokuldu. Bunda Cumhuriyet’in 75. Yılı için bestelenen marşın tutmamasının da rolü büyüktü. 28 Şubat 1997’de TSK tarafından RP-DYP Koalisyonu’na verilen muhtıra sonrasında ise adeta Kemalist bir meydan okumaya dönüştü. O tarihten bu yana Türkiye’yi iç ve dış düşmanların saldırı altında hisseden kesimler, 10. Yıl Marşı’nı topluca okuyarak kendilerini güçlü hissetmeye çalışıyorlar. Aynen mezarlıktan geçerken ıslık çalanlar gibi…
DEMİR AĞLAR. “Çıktık açık alınla on yılda her savaştan/On yılda on beş milyon genç yarattık her yaştan/Başta bütün dünyanın saydığı Başkumandan/Demir ağlarla ördük anayurdu dört baştan” şeklindeki ilk kıtada, Mustafa Kemal’in asker kimliği öne çıkarılarak Milli Mücadele dönemindeki askeri ve sivil mücadeleler vurgulanıyor ve aslında 14 milyon civarında olan ülke nüfusu kafiye uğruna 15 milyona çıkarıldıktan sonra, Osmanlı İmparatorluğu döneminden beri yönünü Batıya çevirmiş bir toplum olarak, o dönemde medeniyetin sembolü olarak görülen ve eksikliği ciddi bir eziklik yaratmış olan demiryolu meselesine atıfta bulunuluyor. Marşın “Türk'üz, Cumhuriyet'in göğsümüz tunç siperi/Türk'e durmak yaraşmaz, Türk önde, Türk ileri!” şeklindeki nakarat bölümünde ise o yıllarda pek beğenilen Nazi Almanyası ile Mussolini İtalyası’nın esintileri var.
TÜRK’ÜZ. “Bir hızla kötülüğü, geriliği boğarız/Karanlığın üstüne güneş gibi doğarız/Türk'üz, bütün başlardan üstün olan başlarız/Tarihten önce vardık, tarihten sonra varız” şeklindeki ikinci kıtasının ilk dizesinde Cumhuriyet’in yerini aldığı Osmanlı Devleti ve onu oluşturan tüm unsurların nasıl algılandığına dair ipuçları var. İkinci dizede, malum ırkçı tema tekrar karşımıza çıkıyor. Son dizeler ise dünyadaki bütün dillerin Türkçe’den türediğini ileri süren Güneş Dil Teorisi ile, dünyadaki tüm kültürlerin kökeninde Türklerin olduğunu ileri süren Türk Tarih Tezi’ne bir gönderme.
“Çizerek kanımızla öz yurdun haritasını/Dindirdik memleketin yıllar süren yasını/Bütünledik her yönden İstiklâl kavgasını/Bütün dünya öğrendi Türklüğü saymasını” dizeleri ‘öz yurt’ tanımı ile Anadolu’nun Türklere ait olduğunu bir kez daha vurgularken, her ne kadar Birinci Dünya Savaşı sonunda imparatorluk topraklarının çoğu kaybedilmişse de, son Osmanlı Meclisi’nde alınan Misak-ı Milli kararı ile tarif edilen sınırların korunduğu tesellisiyle bitiyor.
SINIFSIZ KİTLE. “Örnektir milletlere açtığımız yeni iz/İmtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir kitleyiz/Uyduk görüşte bilgiye, gidişte ülküye biz/Tersine dönse dünya yolumuzdan dönmeyiz” dizelerinde önce toplumsal ayrışmayı ve sınıf oluşumunu rejime yönelik en büyük tehlike gören zihniyetin icadı olan ‘halkçılık’ ilkesinin ifadesi olarak Cumhuriyet rejiminin en kof hedefi vurgulanıyor, ardından bir İslam toplumundan Batılı bir toplum yaratmanın çelişkilerini çözmek için Ziya Gökalp’in icad ettiği ‘Batı medeniyeti-Türk/İslam kültürü’ sentezine atıfta bulunuluyor. Marşın noktasını rejimi tehdit eden iç ve dış düşmanlara verilen gözdağı oluşturuyor.
BESTE GAYRİ MİLLİ Mİ? İstiklal Marşı ile ilgili çarpıcı iddialarda bulunan Osman Şevki Bey’e göre, Cemal Reşit Rey’in bestesi de özgün değildir. Cemal Reşit eseri bestelerken, librettosu (güftesi) ve bestesi ünlü yazar Jean-Jacques Rousseau’ya ait olan ve ilk kez 1752 yılında Kral XV. Louis’in huzurunda sergilenen tek perdelik ‘Le devin du village’ (Köy Kâhini) adlı operanın “J’ai perdu tout mon bonheur/J’ai perdu mon serviteur” (bütün saadetimi kaybettim/hizmetçimi kaybettim) diye başlayan bölümden esinlenmiştir. Osman Şevki Bey, bestedeki ‘prozodi’ hatalarını bu kopyacılığa bağlar. Bu iddialara karşı uzun süre sessiz kalan Cemal Reşit Rey, sonunda böyle bir operanın tek bir notasından bile haberi olmadığını söylemekle yetinir. Ancak, Cemal Reşit Rey’in 1913’de, yani Jean-Jacques Rousseau’nun 200. doğum yılı etkinliklerinin düzenlendiği yıldan sadece bir yıl sonra, ailecek Paris’e yerleştiği; müzik eğitimini de bu ülkede aldığı düşünülünce ‘hiç duymadım’ savunması inandırıcı görünmez. Bu konuda kendi karar vermek isteyen okuyucularımız http://www.rousseauassociation.org/aboutRousseau/musicalWorks.htm adresinden Rousseau’nun operasını dinleyebilirler.
Kaynakça: Etem Üngör, Türk Marşları, Türk Kültürünü Araştırma Ens. Yayınları, Ankara, 1966; Ahmet Hatipoğlu, Türk Musıkîsi Prozodisi, TRT Yayınları, Ankara, 1988; Nusret Karanlıktagezer, İstiklal Marşı ve Mehmet Akif Ersoy, 1986; Musiki Mecmuası, 1 Nisan 1954, S.74.
AYŞE HÜR ÖZGEÇMİŞ
Ayşe Hür 1956’da Artvin’de doğdu. Her ikisi de lise öğretmeni olan Balkan kökenli babası ve İstanbullu annesi ile Urfa, Nazilli ve Edirne’de yaşadı, ardından İstanbul’a yerleşti. Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü ile Uluslararası İlişkiler ve Siyaset Bölümü’nde çift anadal eğitimini 1992’de tamamladı. Aynı üniversitenin Atatürk Enstitüsü’nde “Avrupa Birliği’nin Tarihle Barışma Politikaları ve Ermeni Meselesi” üzerine lisansüstü tezini 2005’te verdi. Halen aynı enstitünün doktora programına devam ediyor. 20 yıl işçilik, memurluk ve yöneticilik yaptı. Son 10 yılda, hayatını sosyal bilimler ve piyasa araştırmacılığı ve moderatörlük yaparak kazanıyor.Taraf, Radikal, AGOS, Toplumsal Tarih başta olmak üzere çeşitli gazete ve dergilerde tarih ve siyaset yazıları yazıyor.
BUTUN KÜRTLER BİRLEŞİN, GÜN KURTULUŞ GÜNÜDÜR. NE ARAP NE DE TÜRK EŞKİYASI, BAĞIMSIZ KÜRDİSTANI KURMA ZAMANI GELDİ.
Dünyanın bütün karanlıkları bir araya gelse,bir mumun ışığını söndüremez”Kürdistan ayakta. Öyleki, zaman ve tarih sadece yaşayanları değil sanki, şehidleride diriltiyor. Yediden yetmişe Kürtler, özgür vatan toprakları için ölüme hazır olduklarını haykırıyorlar. Gencecik ve yaşlı çehreleriyle özgürlüğe koşan bu insanlar, ellerindeki pankantlarla, Türk millitarizmine adeta medeni bir demokrasi dersini veriyorlar. Kürt gençleri, kadınları, yaşlıları, yüzyıllık esaretin ve acının bir kader olmadığını, yarattıkları demokratik deneyimleriyle ve özgür duruşlarıyla bunu, dünyaya duyuruyorlar. Bütün dünya haber ajanslarında, Kürt’ler var. Artık dünya eski, gizli bir bildiri dünyası değil. Kürtler’de eski Kürt değildir. Onlarla dost olmak, onlarla bebaber yaşamayı öğrenmek, komşu olmak, herkesin yararına olacaği günler uzak değildir.Göz bebeklerinden saçılan aşk, özgürlük ve yaşam sevinci, sanki yemyeşil ovalarına, güneşin zarif ve rengaren ışınlarına boyanmışcasına, tepelerine, topraklarına, sonsuzluk ruhunu tekrar katıyor. Bir heyecan, bir coşku sarıyor, bilinmiyen ve duyulmıyan dünyalara. Bilinmiyor mu, bu topraklar kerameti ve kutsiyetini nice bilginin sıcak aşına irfan ve bereket, mekanlarına hürmetle minder oldu. Kervanlarına, hanlarına ve yolcularna, yüksek ve erişilmez dağlarından süzülen zemzem suyu oldu. Bilinmeli ki, bu yaşlıların, kadınların ve çocukların huzurlu ve mutlu olduklarında zaferi, mahmur ve mahcup bir edayla, sevincini gizli yaşayan bir kuşağ, şafak sökümünde ölüme yattığını. Bilinmiyor mu, her zulmün kılıcını kullanan, aynı kılıçla öldürüldüğünü, ve “Kürdistan Bölgesi'ne ve tecrübesine herhangi bir müdahale karşısında, demokrasi deneyimimizi, milletimizin kerametini ve ülkemizin kudsiyetini savunmak için” her şeye hazırız diyenin gençliğinde saklı cevahiri.Kulak verin artık, Kürt’lerle yaşamasını öğrenin. Kürt’lerin de bir ulus olmaktan kaynaklanan en az sizin kadar, demokratik haklarının olduğuna saygılı olun. Bu gidişle, Iran’dan da geri olmaya yöneldiğinizi görün.Peki şimdi ne olacak?Neden Türk devleti iki yüzbin askerini sınırda konuşlandırmakta?Çünkü, ”güneşe ve kuşluk vaktindeki aydınlığına, güneşi takip ettiği müddetçe aya, güneşi tam görünen gündüze, aydınlığı örttüğü vakit geceye, gökyüzüne ve onu bina edene, yere ve onu düzlük yapana, ruha ve onu güzel bir biçimde şekillendirene ” inanarak diyorum ki ; ”yeni bir dünya kuruluyor ” ve Kürtler içinde yerini alacaklar da ondan.Türkler, güney Kürdistan bölgesi yönetiminin iradesine rağmen, işgal hareketine başlamaları halinde, kendilerinin hiç beklenmedikleri bir direniş ile karşılık alacaklarını, bütün bölgenin dengesinin değiseceğini, bölgesel ve küresel düzeyde yeni bir saflaşya sebebiyet vereceklerini çok iyi biliyorlar. ABD’ye, Arap dünyasına, Avrupa’ya, Çin’e, Rusya’ya ve Nato’ya rağmen T.C’nin güney Kürdistan’ı istilaya kalkışması demek, Osmanlı’dan kalan Anadolu yakasından ebediyen çekilmesi demektir. Bu sürecde giremezler, riskler kazançlardan çok daha fazladır.Burada,İmrali sakinin alevlendirilen, propaganda amaçlı durumundan çok, Kandil’in askeri politik ufkunun nerede duracağı, kuzey Kürt hareketi açısından önemli. Türk ordu güçleri, Kandil’e havadan, yada karadan sınırlı, muhtelif nokta operasyonları yapabilir. Bu Irak merkezi hükümeti, ABD ve Kürt yönetiminin bilgisi dahilinde olma ihtimali büyük. Ancak, sıcak çatışmalar olsada, PKK’nin, askeri olarak bitirmeleri mümkün değildir. Kürdistan’da askeri olarak yenilmek, eşyanın tabiatına aykırıdır. Türk genel kurmayı bunu çok iyi biliyor. Kontrollü bir operasyon ise, iç politikada çıkarılan görültüyü kamufle etmeye matuf olacaktır.Kısa vadede, Kandil’in önünde pek çok fazla alternatif yok. Türkiye’de demokratik bir geçiş yada olağanüstü bir durum olmadıği müddetçe Kandil, sömürgeci siyasetin iki sırtı keskin bıcakları arasında kan kaybederek tükenir. Yada kayıtsız ve şartsız güneydeki sürece katılırlar. Buradan uzun vadeli bir çıkış mümkün olabilir. Iran’la çatışarak uzun vadede ayakta kalmaları mümkün değildir. En ölumcül ve tehlikelisi, provakatif eylemlerle, Türk’lerin güneye müdahale zeminini sağlıyarak, Türk’lerin güneye büyük bir ordu ve logistik güç ile girmesini ve dünyaya Türk ordusunu güneye girme meşruiyetini sağlamak. Bu durumda PKK’nin, içindeki yurtsever kadrolara büyük ve tarihi bir sorumluluk düştüğü kanaatindeyim.Bütün bu ihtimaller dahi, Federal Kürdistan yönetiminin meşru temellerden yükselmiş olan özgür anayasasından ve Irak federal anayasasından, kendilerine tanıdığı hak ve yükümlülüklerden kaynaklanan güç ve basireti ordadan kaldıracak hiç güçün olmadığını düşünüyorum.Yinede bir istila hareketi, Türkiye’nin bindiği dalı kesmesi demek olur. Türkiye bunu göze alaması çok zor. Bölgesel güç olma yolunda hızla ilerleyen Iran faktörü var. Hazar çevresi, Kafkasya, Orta-Asya bölgesel güç dengelerin içideki, karşıt ve taraf olan güçler var. Türkiye bu alanda da kaybediyor. Iran aktif ve operasyonel güç dengelerine oturuyor. Türkiye’nin olası hareketini, şu ana kadar sadece, Suriye açık desteklendi. Suriye’nin ise bölgede demokratikleşmenin önünde ciddi bir çıbanbaşı olduğunu, devletler hukukuna aykırı bir biçimde bölgede, sistematik bir devlet terörünü, Arab-Israil çatışması ekseninde gelenekleştirerek, hem içerde hem dışarda politik suikastlerle terörürü yaydığı, tüm dünya biliyor. Suriye’nin açık kartıyla güney Kürdistan’ın işgali, Türkiye’nin sonu gelmez çalkantılara girmesine ve iç çatışmalarla enerjisini tüketir. Türkiye dönüşmünü, iç dimaniklerden çok diş dinamiklerin belirleyici olacağı bir sürece girer. Bu işi de, başkaları Türk’lere dikte ederek yapacakları, her halde Türk yöneticileri biliyordur.Suriye, Türkiye ile olan sorunlarını çözebilmek için yıllarca, dünün Bekaa sakinine logistik ve maddi destek vererek, düşük yoğunluklu bir savaşın Kürdistan’da sürdürülmesini sağlamadı mı ? Binlerce köyün haritadan silinerek, milyonlarca insanın batıya göç etmesine, doğal toplumsal çevrelerinden koparılarak, yoksul, perişan olmalarına neden olmadı mı ? Bu insanların batıda toplumsal akibetleri ne oldu, hiç düşündünüz mü ? Binlerce insanın ölümüne, yüzbinlercesinin sakat kalmasına neden olan Suriye’nin kanli geçmişini, Kuzey Kıbrıs’ın tanınması karşılığında silmek doğru mu? Eğer T.C, gerçekten, kendi askerini seviyorduysa, Suriye’nin bu hasmane tavrından dolayı, ölmüş binlerce askerin, geride bıraktıkları ailelerine ne diyecektir ? Suriye’ye verilen harekat notası ile Türk ordusunun, güney Kurdistan’a saldırıya kalkışmasının şartları bir midir ? Güney Kürtler’i miydi size cenazeleri gönderen ?Babasından kalma şark kurnazlığıyla, zalim ve terörist bir diktatörlük rejimini sürdüren Beşar Eshad’in, ABD ve İsrail ile olan ”sorunlarının” çözümü halinde yarin, size farklı davranmıyacağı ne malüm ? Kendi vatandaşlarının mahrem yerlerine kadar kontrol eden, bir diktatör, azınlik rejiminin, Avrupa değerler sistemiyle bütünleşmek istiyen bir ülkeyle, bu ülkenin vatandaşlarının barış ve refahi ile ne alakası olabilir? Başer Esad rejimi, ikiz kardeş olduğu Saddam Huseyin’nin Baas Nasyonal sosyalist rejiminden ne farkı var? Türk yönetici kesimi mutlaka bunları düşünmek zorundadır..Türkiye ancak olağanüstü bir kriz anında, bölgesel ve küresel bir hesaplaşma ortamında güney Kürdistan’ı istila edebilir. Bu koşullar şu anda yok. Türk’lerin hazm edemedikleri, karşısında çaresizce hiddetlendikleri aslında, PKK’nin saldırıları olmadığı biliniyor. En temel neden, meşruiyyettini kendisinden alan, Kerkük’ün statüsünü referandumla Federal Kürdistan bölge yönetimine bırakacak olan, demokratik federal bir Kürt devletinin, bölgede her yönüyle gelişmesidir. Irak federal bir devlet olarak hala ayakta. Türkiye, 2003’de ABD’nin Irak’a müdahalesi ortamında, ABD’ ile beraber Irak’a girme koşulları vardı. Şimdi ise Türk’ler açısından zaman çok geç. Buna kalkışmak her halukarda, anti demokratik gelişmelere yol açacağı ve toplumsal bir depreme neden olacagi hemen hemen herkes paylaşmakta.Türkiye’nin saldırgan tavrının altında yatan ikici bir neden, kendi iç çıkmazları ve iç dengelerdeki iktidar çatışmasından kaynaklanan sorunlardır. Kemalist ve millitarist odaklar Türkiye’nin demokratikleşmesine müdahale etmek istiyorlar. Kemalizm artık, Türkler açısından dahi birleştirici fonksiyonunu yitirmiş durumdadır. Kemalist düşünce sistemi, sadece,Türkiye’nin tarinsel,sosyal, kültürel ve siyasal gerçekleriyle çelişmiyor, o, aynı zamanda, dünyanin bugünkü gidişatına da uymadığı anlaşılmak istenilmiyor. Kemalizmin restorasyonuna dayanan toplumsal projeler ve visyonlarda sağlıklı olamıyacakları ise ortada.AKP’nin temsil ettigi toplumsal hareketin çok nazik dengeler üzerinde, siyasal iktidarın toplumsal temellerini genişletmeye çalıştığı belliydi. Yine belli olan, Türkiye’nin, liberal ve demokratik gelişmesi acısından, Orta Doğu’daki bir çok İslam ülkesinden farklı olduğuydu. Kemalist milliyetçiliğin yapamadiğını yapmaya çalışan AKP’nin, Tezkereye onay veren yaklaşımı, bu iç iktidar dengelerindeki kaymaların mümkün ve muhtemel olabileceğini gösteriyor. Kürtler acısından her halukarda, iktidar ilişkilerin saflaşması, netleşmesi elzemdir.Ne var ki, Türk modernleşmesinin itici güçleri bu gün, siyasal ifadesini İslami muhafazakar AKP de buldu. Bözülmüş sol, bırak anti kapitalist mücadelede, varoşlarin toplumsal ve zihinsel sefaletinden, toplumsal bir güç çıkarmayı onlar, devletin ideolojik mekanizmaları arasında ancak, Kürdistan’dan milletvekili marifetiyle sömürge çocuklarına, sömürgeci -Türki şovlar yaptılar. Oysa, İslami kimliğiyle AKP, istenilen düzeyde olmasada, ekonomiyi, hukuku, toplumsal kurumları kısacası sistemi, Avrupa normlarına göre reforme etmeye çalışıyordu. Kemalist’lerin, anti-Kürt, ırkçi ve milliyetçi söylemleri, olan “vatan elden gidiyor”, “vatan, millet, sakarya” dan ayrı, Liberal-muhafazakar kesimin, Kürt’lere daha temkinli yaklaşımları, liberal ekonomiyi teşvik eden, rekabetten yana, uluslararası sermayeye açık, Avrupa ile entegrasyona hız veren, yatırım ve üretime yönelen yanlarıyla, demokratik özgürlükler için önemli bir süreçte oldukları açık görülüyordu .Bu yanıyla, son süreçte, değişimlerin temel motoru İslamcılar oldular, Kemalistler değil. Kemalist elit ise, ittihat ve terakiden kalma yöntemlerle, toplumun demokrasi ve özgürlük taleplerini provakasyon ve gizli müdahalerle, süreçe hala ayak direttiyorlar.Türk ordusunun güney Kürdistan’i istilası halinde, bu değişim sürecinin kapanacağı.herkese ayandır.Bu gerçekleri, İslami kesim ve AKP’nin siyasal kadroları kendi demokratik meşruiyyetleri açısından idrak etmek zorundadırlar.Ayrica şu bilinmeli ki,Türk moderleşmesinde ”din ruhunun ” ,”özgürlük ve demokrasi ruhu” ile birleştiği bu anda, dinsellik bir ayrıcalık olarak, ancak toplumun demokratik özgürlüklerini teşvik ettigi, bunu geliştiren ve bunun için modeller sunduğu oranda anlamlıdır. Aksi taktirde, bu dini ayricalık, demokratik dönüşümlere ölümcül bir tehdit içeren güçlerin ellerinde, tam anlamıyla topluma, bir karabasan gibi inen bir araç olmaktan öteye geçmiyeceği bilinmelidir…
BUTUN KÜRTLER BİRLEŞİN, GÜN KURTULUŞ GÜNÜDÜR. NE ARAP NE DE TÜRK EŞKİYASI, BAĞIMSIZ KÜRDİSTANI KURMA ZAMANI GELDİ.
Dünyanın bütün karanlıkları bir araya gelse,bir mumun ışığını söndüremez”Kürdistan ayakta. Öyleki, zaman ve tarih sadece yaşayanları değil sanki, şehidleride diriltiyor. Yediden yetmişe Kürtler, özgür vatan toprakları için ölüme hazır olduklarını haykırıyorlar. Gencecik ve yaşlı çehreleriyle özgürlüğe koşan bu insanlar, ellerindeki pankantlarla, Türk millitarizmine adeta medeni bir demokrasi dersini veriyorlar. Kürt gençleri, kadınları, yaşlıları, yüzyıllık esaretin ve acının bir kader olmadığını, yarattıkları demokratik deneyimleriyle ve özgür duruşlarıyla bunu, dünyaya duyuruyorlar. Bütün dünya haber ajanslarında, Kürt’ler var. Artık dünya eski, gizli bir bildiri dünyası değil. Kürtler’de eski Kürt değildir. Onlarla dost olmak, onlarla bebaber yaşamayı öğrenmek, komşu olmak, herkesin yararına olacaği günler uzak değildir.Göz bebeklerinden saçılan aşk, özgürlük ve yaşam sevinci, sanki yemyeşil ovalarına, güneşin zarif ve rengaren ışınlarına boyanmışcasına, tepelerine, topraklarına, sonsuzluk ruhunu tekrar katıyor. Bir heyecan, bir coşku sarıyor, bilinmiyen ve duyulmıyan dünyalara. Bilinmiyor mu, bu topraklar kerameti ve kutsiyetini nice bilginin sıcak aşına irfan ve bereket, mekanlarına hürmetle minder oldu. Kervanlarına, hanlarına ve yolcularna, yüksek ve erişilmez dağlarından süzülen zemzem suyu oldu. Bilinmeli ki, bu yaşlıların, kadınların ve çocukların huzurlu ve mutlu olduklarında zaferi, mahmur ve mahcup bir edayla, sevincini gizli yaşayan bir kuşağ, şafak sökümünde ölüme yattığını. Bilinmiyor mu, her zulmün kılıcını kullanan, aynı kılıçla öldürüldüğünü, ve “Kürdistan Bölgesi'ne ve tecrübesine herhangi bir müdahale karşısında, demokrasi deneyimimizi, milletimizin kerametini ve ülkemizin kudsiyetini savunmak için” her şeye hazırız diyenin gençliğinde saklı cevahiri.Kulak verin artık, Kürt’lerle yaşamasını öğrenin. Kürt’lerin de bir ulus olmaktan kaynaklanan en az sizin kadar, demokratik haklarının olduğuna saygılı olun. Bu gidişle, Iran’dan da geri olmaya yöneldiğinizi görün.Peki şimdi ne olacak?Neden Türk devleti iki yüzbin askerini sınırda konuşlandırmakta?Çünkü, ”güneşe ve kuşluk vaktindeki aydınlığına, güneşi takip ettiği müddetçe aya, güneşi tam görünen gündüze, aydınlığı örttüğü vakit geceye, gökyüzüne ve onu bina edene, yere ve onu düzlük yapana, ruha ve onu güzel bir biçimde şekillendirene ” inanarak diyorum ki ; ”yeni bir dünya kuruluyor ” ve Kürtler içinde yerini alacaklar da ondan.Türkler, güney Kürdistan bölgesi yönetiminin iradesine rağmen, işgal hareketine başlamaları halinde, kendilerinin hiç beklenmedikleri bir direniş ile karşılık alacaklarını, bütün bölgenin dengesinin değiseceğini, bölgesel ve küresel düzeyde yeni bir saflaşya sebebiyet vereceklerini çok iyi biliyorlar. ABD’ye, Arap dünyasına, Avrupa’ya, Çin’e, Rusya’ya ve Nato’ya rağmen T.C’nin güney Kürdistan’ı istilaya kalkışması demek, Osmanlı’dan kalan Anadolu yakasından ebediyen çekilmesi demektir. Bu sürecde giremezler, riskler kazançlardan çok daha fazladır.Burada,İmrali sakinin alevlendirilen, propaganda amaçlı durumundan çok, Kandil’in askeri politik ufkunun nerede duracağı, kuzey Kürt hareketi açısından önemli. Türk ordu güçleri, Kandil’e havadan, yada karadan sınırlı, muhtelif nokta operasyonları yapabilir. Bu Irak merkezi hükümeti, ABD ve Kürt yönetiminin bilgisi dahilinde olma ihtimali büyük. Ancak, sıcak çatışmalar olsada, PKK’nin, askeri olarak bitirmeleri mümkün değildir. Kürdistan’da askeri olarak yenilmek, eşyanın tabiatına aykırıdır. Türk genel kurmayı bunu çok iyi biliyor. Kontrollü bir operasyon ise, iç politikada çıkarılan görültüyü kamufle etmeye matuf olacaktır.Kısa vadede, Kandil’in önünde pek çok fazla alternatif yok. Türkiye’de demokratik bir geçiş yada olağanüstü bir durum olmadıği müddetçe Kandil, sömürgeci siyasetin iki sırtı keskin bıcakları arasında kan kaybederek tükenir. Yada kayıtsız ve şartsız güneydeki sürece katılırlar. Buradan uzun vadeli bir çıkış mümkün olabilir. Iran’la çatışarak uzun vadede ayakta kalmaları mümkün değildir. En ölumcül ve tehlikelisi, provakatif eylemlerle, Türk’lerin güneye müdahale zeminini sağlıyarak, Türk’lerin güneye büyük bir ordu ve logistik güç ile girmesini ve dünyaya Türk ordusunu güneye girme meşruiyetini sağlamak. Bu durumda PKK’nin, içindeki yurtsever kadrolara büyük ve tarihi bir sorumluluk düştüğü kanaatindeyim.Bütün bu ihtimaller dahi, Federal Kürdistan yönetiminin meşru temellerden yükselmiş olan özgür anayasasından ve Irak federal anayasasından, kendilerine tanıdığı hak ve yükümlülüklerden kaynaklanan güç ve basireti ordadan kaldıracak hiç güçün olmadığını düşünüyorum.Yinede bir istila hareketi, Türkiye’nin bindiği dalı kesmesi demek olur. Türkiye bunu göze alaması çok zor. Bölgesel güç olma yolunda hızla ilerleyen Iran faktörü var. Hazar çevresi, Kafkasya, Orta-Asya bölgesel güç dengelerin içideki, karşıt ve taraf olan güçler var. Türkiye bu alanda da kaybediyor. Iran aktif ve operasyonel güç dengelerine oturuyor. Türkiye’nin olası hareketini, şu ana kadar sadece, Suriye açık desteklendi. Suriye’nin ise bölgede demokratikleşmenin önünde ciddi bir çıbanbaşı olduğunu, devletler hukukuna aykırı bir biçimde bölgede, sistematik bir devlet terörünü, Arab-Israil çatışması ekseninde gelenekleştirerek, hem içerde hem dışarda politik suikastlerle terörürü yaydığı, tüm dünya biliyor. Suriye’nin açık kartıyla güney Kürdistan’ın işgali, Türkiye’nin sonu gelmez çalkantılara girmesine ve iç çatışmalarla enerjisini tüketir. Türkiye dönüşmünü, iç dimaniklerden çok diş dinamiklerin belirleyici olacağı bir sürece girer. Bu işi de, başkaları Türk’lere dikte ederek yapacakları, her halde Türk yöneticileri biliyordur.Suriye, Türkiye ile olan sorunlarını çözebilmek için yıllarca, dünün Bekaa sakinine logistik ve maddi destek vererek, düşük yoğunluklu bir savaşın Kürdistan’da sürdürülmesini sağlamadı mı ? Binlerce köyün haritadan silinerek, milyonlarca insanın batıya göç etmesine, doğal toplumsal çevrelerinden koparılarak, yoksul, perişan olmalarına neden olmadı mı ? Bu insanların batıda toplumsal akibetleri ne oldu, hiç düşündünüz mü ? Binlerce insanın ölümüne, yüzbinlercesinin sakat kalmasına neden olan Suriye’nin kanli geçmişini, Kuzey Kıbrıs’ın tanınması karşılığında silmek doğru mu? Eğer T.C, gerçekten, kendi askerini seviyorduysa, Suriye’nin bu hasmane tavrından dolayı, ölmüş binlerce askerin, geride bıraktıkları ailelerine ne diyecektir ? Suriye’ye verilen harekat notası ile Türk ordusunun, güney Kurdistan’a saldırıya kalkışmasının şartları bir midir ? Güney Kürtler’i miydi size cenazeleri gönderen ?Babasından kalma şark kurnazlığıyla, zalim ve terörist bir diktatörlük rejimini sürdüren Beşar Eshad’in, ABD ve İsrail ile olan ”sorunlarının” çözümü halinde yarin, size farklı davranmıyacağı ne malüm ? Kendi vatandaşlarının mahrem yerlerine kadar kontrol eden, bir diktatör, azınlik rejiminin, Avrupa değerler sistemiyle bütünleşmek istiyen bir ülkeyle, bu ülkenin vatandaşlarının barış ve refahi ile ne alakası olabilir? Başer Esad rejimi, ikiz kardeş olduğu Saddam Huseyin’nin Baas Nasyonal sosyalist rejiminden ne farkı var? Türk yönetici kesimi mutlaka bunları düşünmek zorundadır..Türkiye ancak olağanüstü bir kriz anında, bölgesel ve küresel bir hesaplaşma ortamında güney Kürdistan’ı istila edebilir. Bu koşullar şu anda yok. Türk’lerin hazm edemedikleri, karşısında çaresizce hiddetlendikleri aslında, PKK’nin saldırıları olmadığı biliniyor. En temel neden, meşruiyyettini kendisinden alan, Kerkük’ün statüsünü referandumla Federal Kürdistan bölge yönetimine bırakacak olan, demokratik federal bir Kürt devletinin, bölgede her yönüyle gelişmesidir. Irak federal bir devlet olarak hala ayakta. Türkiye, 2003’de ABD’nin Irak’a müdahalesi ortamında, ABD’ ile beraber Irak’a girme koşulları vardı. Şimdi ise Türk’ler açısından zaman çok geç. Buna kalkışmak her halukarda, anti demokratik gelişmelere yol açacağı ve toplumsal bir depreme neden olacagi hemen hemen herkes paylaşmakta.Türkiye’nin saldırgan tavrının altında yatan ikici bir neden, kendi iç çıkmazları ve iç dengelerdeki iktidar çatışmasından kaynaklanan sorunlardır. Kemalist ve millitarist odaklar Türkiye’nin demokratikleşmesine müdahale etmek istiyorlar. Kemalizm artık, Türkler açısından dahi birleştirici fonksiyonunu yitirmiş durumdadır. Kemalist düşünce sistemi, sadece,Türkiye’nin tarinsel,sosyal, kültürel ve siyasal gerçekleriyle çelişmiyor, o, aynı zamanda, dünyanin bugünkü gidişatına da uymadığı anlaşılmak istenilmiyor. Kemalizmin restorasyonuna dayanan toplumsal projeler ve visyonlarda sağlıklı olamıyacakları ise ortada.AKP’nin temsil ettigi toplumsal hareketin çok nazik dengeler üzerinde, siyasal iktidarın toplumsal temellerini genişletmeye çalıştığı belliydi. Yine belli olan, Türkiye’nin, liberal ve demokratik gelişmesi acısından, Orta Doğu’daki bir çok İslam ülkesinden farklı olduğuydu. Kemalist milliyetçiliğin yapamadiğını yapmaya çalışan AKP’nin, Tezkereye onay veren yaklaşımı, bu iç iktidar dengelerindeki kaymaların mümkün ve muhtemel olabileceğini gösteriyor. Kürtler acısından her halukarda, iktidar ilişkilerin saflaşması, netleşmesi elzemdir.Ne var ki, Türk modernleşmesinin itici güçleri bu gün, siyasal ifadesini İslami muhafazakar AKP de buldu. Bözülmüş sol, bırak anti kapitalist mücadelede, varoşlarin toplumsal ve zihinsel sefaletinden, toplumsal bir güç çıkarmayı onlar, devletin ideolojik mekanizmaları arasında ancak, Kürdistan’dan milletvekili marifetiyle sömürge çocuklarına, sömürgeci -Türki şovlar yaptılar. Oysa, İslami kimliğiyle AKP, istenilen düzeyde olmasada, ekonomiyi, hukuku, toplumsal kurumları kısacası sistemi, Avrupa normlarına göre reforme etmeye çalışıyordu. Kemalist’lerin, anti-Kürt, ırkçi ve milliyetçi söylemleri, olan “vatan elden gidiyor”, “vatan, millet, sakarya” dan ayrı, Liberal-muhafazakar kesimin, Kürt’lere daha temkinli yaklaşımları, liberal ekonomiyi teşvik eden, rekabetten yana, uluslararası sermayeye açık, Avrupa ile entegrasyona hız veren, yatırım ve üretime yönelen yanlarıyla, demokratik özgürlükler için önemli bir süreçte oldukları açık görülüyordu .Bu yanıyla, son süreçte, değişimlerin temel motoru İslamcılar oldular, Kemalistler değil. Kemalist elit ise, ittihat ve terakiden kalma yöntemlerle, toplumun demokrasi ve özgürlük taleplerini provakasyon ve gizli müdahalerle, süreçe hala ayak direttiyorlar.Türk ordusunun güney Kürdistan’i istilası halinde, bu değişim sürecinin kapanacağı.herkese ayandır.Bu gerçekleri, İslami kesim ve AKP’nin siyasal kadroları kendi demokratik meşruiyyetleri açısından idrak etmek zorundadırlar.Ayrica şu bilinmeli ki,Türk moderleşmesinde ”din ruhunun ” ,”özgürlük ve demokrasi ruhu” ile birleştiği bu anda, dinsellik bir ayrıcalık olarak, ancak toplumun demokratik özgürlüklerini teşvik ettigi, bunu geliştiren ve bunun için modeller sunduğu oranda anlamlıdır. Aksi taktirde, bu dini ayricalık, demokratik dönüşümlere ölümcül bir tehdit içeren güçlerin ellerinde, tam anlamıyla topluma, bir karabasan gibi inen bir araç olmaktan öteye geçmiyeceği bilinmelidir…
maandag 27 oktober 2008
Barzani: Kerkük’ün kimliği Kürt’tür - Kaynak: NRC handelsblad (Ceviren Murat Bırol)
Başkan Barzani, bölgedeki bazı ülkelerinin, Irak’ın içişlerine müdahale ettiğini belirtti. Barzani; “Irak’taki şiddete sebeb olan kişi ve grupları ülkelerine davet etmeleri, onlara özellikle Kerkük ve diğer hususlarda yeni perspektifler vermeleri savaşın durdurulmasına değil daha da tırmanmasına yardımcı olmaktadır.” dedi . Bu topraklara daha Türkler gelmeden önce Kürtler yaşıyordu ve 6 bin yıldırda burda yaşamaktalar siz daha burda misafir sayılırsınız öyle olduk olmadık atıp tutmalar yapma. Moğollar gelip istila ettıkleri zaman buraları taş üştünde taş bırakmadı. Dağdan gelip bağdakini kovmak budur zaten. Araplar ve Türkler milliyetçilik yapmıyor değil, araplar ve türkler sahibi olmadıkları toprakları kendininkiymiş duyurup yaygara yapmıyorlar, bu milliyetçilik olmaz çünkü yüzsüzlüktür.. araplar ve türkmenler saddamın nufus değiştirme kampanyasıyla zorla göç ettirilmiş olan kürtlerin yerine getirilmişlerdi ve artık saddam yok. herkes gasp edilmiş haklarını geri alacak. kimileri beğensede beğenmesede. Irak hükümetinin itilafla kurulduğunu söylen Başkan Barzani, emniyet, ekonomi ve askeri alanlarda dengesiz bir paylaşım olmasına ve aynı zamanda Bağdat’ta rolleri olmamasına rağmen bu hükümete ortak olduklarını ancak onların muamele tarzının garip olduğunu söyledi.
Başkan Barzani, Kürdistan Bölgesi hükümetinin Bağdat’ta hatırı sayılır bir rolünün olmadığına işaret ederek Irak’ın üzerinde kurulduğu ortaklıktan şüphesinin olduğunu söyledi.
Péşmerge dün diktatörlük rejimini yıkmakla görevliydi, bu gün ise demokratik rejimi Türk ve Arap saldırısına karşı korumakla görevlidir.
Xanqin ve çevresinde meydana gelen olaylar konusunda Başkan Barzani, ‘’Xaneqin’de meydana gelen büyük bir hataydı. Peşmerge gücüleri ile Irak ordusu arasında bir tür karşılaşma çabası vardı.’’ dedi.
Başkan Barzani, ‘’Hiçkimse Irak konusunda üzerimizde minnet duymasın çünkü biz , bizden daha Irak’lı olduklarını söyleyenlerden önce bu ülkedeydik. Irak’ta bir daha ikinci sınıf vatandaş konumuna düşmeyi kabul etmeyiz’’ dedi.
Kerkuk Kurdistan tarihinde Kurtlerin binlerce yil evel kendileri kurdugu sehrimizi,bugun Turk devlettin aylardr butun baskisi Kurd Bolgesine katilmasini istemediginden aBD deye baski yapmaktadir,ancak
Mesut barzani ise kerkuk kurd sehridir ve kurdistan sEhri olarak kalacaktir,onu bizden kimse almiyacaktir acikca butun dunyaya mesajini verdigi gibi , Kerkek sehri kurditan Bolgesi Federe dEvletti daimi meclisi zaten acikca soylemektdir biz 140.maddeyi yerine daha alteranatif bir sekil getireceklerini belirtilmistir ,buda Kurdler icin cok iyi bir gelsmedir.
ULUSAL MARŞI VE BAYRAĞIMIZI DEĞİŞTİRMEYECEĞİZ.
Ulusal marşımızın içeriğini ve bayrağımızın biçimini değiştirmeyi uygun görmüyoruz ve onları değiştirme önerilerine olumlu yanıt vermeyeceğiz.
Bu uzun zamandir sure gelen Irak hukumetinde mecburen Kerkuku kurdistan bOlgesine katilimi dengelerde esitr olacaktir,aksi taktirde Kurdistan orda resmen Kurdistani Bagimsiz bir devlet ilan eder ,bu da irak hukumetin aleyhine olacaktir,kurtlerin uzun yillardir burda yasadiklarini ,ancak petrol ve diger onemli maddelerin olmasi cok guruplari rahatsiz ettiginden dollayi Turk devletti durmadan aslinda yaptigi askeri baskilarla savasi gosterip goz dagi vermek isterken,bunu acikca Turkmenleri bahne etmek suretiyle ,ben burayi alir onlaraveririmdusuncesi ,kendilerine pahlia mal olacagini goreceklerdir,Barzani acikca konusmasinda
Kurdistan ve kurtler ikinci sinif vatandas olamaz ve yasamazlr sozu acikca soyluyor,kims burayi bolgesine veya tek basina bir statu sehri ve bolgesi olmiyacaktir ,Kerkuk kUrdistanin sehri olarak kalacaktir,bundan Turk devletide bu sozlerle nasibini alacaktir.
Kaynak: NRC handelsblad ( ceviren Murat Bırol)
Başkan Barzani, Kürdistan Bölgesi hükümetinin Bağdat’ta hatırı sayılır bir rolünün olmadığına işaret ederek Irak’ın üzerinde kurulduğu ortaklıktan şüphesinin olduğunu söyledi.
Péşmerge dün diktatörlük rejimini yıkmakla görevliydi, bu gün ise demokratik rejimi Türk ve Arap saldırısına karşı korumakla görevlidir.
Xanqin ve çevresinde meydana gelen olaylar konusunda Başkan Barzani, ‘’Xaneqin’de meydana gelen büyük bir hataydı. Peşmerge gücüleri ile Irak ordusu arasında bir tür karşılaşma çabası vardı.’’ dedi.
Başkan Barzani, ‘’Hiçkimse Irak konusunda üzerimizde minnet duymasın çünkü biz , bizden daha Irak’lı olduklarını söyleyenlerden önce bu ülkedeydik. Irak’ta bir daha ikinci sınıf vatandaş konumuna düşmeyi kabul etmeyiz’’ dedi.
Kerkuk Kurdistan tarihinde Kurtlerin binlerce yil evel kendileri kurdugu sehrimizi,bugun Turk devlettin aylardr butun baskisi Kurd Bolgesine katilmasini istemediginden aBD deye baski yapmaktadir,ancak
Mesut barzani ise kerkuk kurd sehridir ve kurdistan sEhri olarak kalacaktir,onu bizden kimse almiyacaktir acikca butun dunyaya mesajini verdigi gibi , Kerkek sehri kurditan Bolgesi Federe dEvletti daimi meclisi zaten acikca soylemektdir biz 140.maddeyi yerine daha alteranatif bir sekil getireceklerini belirtilmistir ,buda Kurdler icin cok iyi bir gelsmedir.
ULUSAL MARŞI VE BAYRAĞIMIZI DEĞİŞTİRMEYECEĞİZ.
Ulusal marşımızın içeriğini ve bayrağımızın biçimini değiştirmeyi uygun görmüyoruz ve onları değiştirme önerilerine olumlu yanıt vermeyeceğiz.
Bu uzun zamandir sure gelen Irak hukumetinde mecburen Kerkuku kurdistan bOlgesine katilimi dengelerde esitr olacaktir,aksi taktirde Kurdistan orda resmen Kurdistani Bagimsiz bir devlet ilan eder ,bu da irak hukumetin aleyhine olacaktir,kurtlerin uzun yillardir burda yasadiklarini ,ancak petrol ve diger onemli maddelerin olmasi cok guruplari rahatsiz ettiginden dollayi Turk devletti durmadan aslinda yaptigi askeri baskilarla savasi gosterip goz dagi vermek isterken,bunu acikca Turkmenleri bahne etmek suretiyle ,ben burayi alir onlaraveririmdusuncesi ,kendilerine pahlia mal olacagini goreceklerdir,Barzani acikca konusmasinda
Kurdistan ve kurtler ikinci sinif vatandas olamaz ve yasamazlr sozu acikca soyluyor,kims burayi bolgesine veya tek basina bir statu sehri ve bolgesi olmiyacaktir ,Kerkuk kUrdistanin sehri olarak kalacaktir,bundan Turk devletide bu sozlerle nasibini alacaktir.
Kaynak: NRC handelsblad ( ceviren Murat Bırol)
Abonneren op:
Posts (Atom)