woensdag 15 oktober 2008

Bezele de Dağlıca gibi bir provokasyon

Bezele de Dağlıca gibi bir provokasyon
Kemal Burkay

Biraz gecikerek de olsa, şu 3 Ekimde gerçekleşen, 17 askerin ve bir o kadar da PKK’lı gerillanın ölümüne, onlarcasının da yaralanmasına yol açan Bezele (Aktütün) Karakolu olayı ile ilgili yazmak istiyorum.

Bu olayla bir kez daha toplum sarsıldı. Kimi her zamanki alışkanlığıyla PKK’ya lanetler okuyor ve savaşı tırmandırma çağrısı yapıyor. Kimi –belki de ilk kez- neden bu askerleri koruyamadınız diye askeri sorumluları eleştiriyor. Bazı insanlar da, ”Neden bu savaşı durduracak bir çözüm üzerinde düşünmüyoruz?” diye soruyorlar.

Bence de aklı başında her insan bunu sormalı: 24 yılı aşkın süredir devam eden, bunca cana, ekonomik kayba yol açan, toplumu kirleten, gelişmesini engelleyen bu savaş neden? Ona son vermek mümkün değil mi?

Nice bıktırıcı, sıkıntı verici de olsa bazı şeyleri kısaca tekrarlayalım: Savaşın nedenleri belli: Kürt halkı baskı ve zulüm altında, ülkesi bölünmüş, dili-kültürü yasaklanmış, varlığı talan edilmekte. Yıllar yılıdır, bir sönüp bir parlayan sonu gelmez Kürt ayaklanmalarının nedeni bu. Çaresi de belli: Kürtlerin haklı taleplerini karşılamak, eşitlik temelinde yeni bir yaşam kurmak.

Akla şu gelebilir: Kürtlerin hak istemesi için silaha sarılması zorunlu mu? Değil elbet. Bunun başka yol ve yöntemleri yok mu? Var…

Kürtler de zaten durup dururken dağa çıkmıyorlar. Hak istemelerini yasaklarsanız, hak istedikleri zaman onları vatan haini, bölücü, yıkıcı ilan edip peşine düşerseniz, zindanlara atarsanız, işkence eder ve öldürürseniz, oraya buraya sürerseniz, onlar da çareyi silaha el atmakta bulabilirler. Şimdiye kadar hep böyle oldu.

PKK’nın ortaya çıkış nedeni de, farklı biçimde de olsa böyledir.

Daha ortada PKK yokken Kürdistan’da kitlesel bir Kürt hareketi vardı. 1967 yılında Kürdistan’ın birçok kentinde onbinlerin katıldığı, hak ve özgürlük istemeye yönelik Doğu Mitingleri yapıldı. Devlet ise buna komando baskınları ile cevap verdi.

Aynı dönemde Kürtler sorunlarını yayın yoluyla ve kurdukları dernekler eliyle de duyurmaya çalıştılar. Ama devlet bunları yasakladı ve yargıladı, ağır cezalara çarptırdı. Türkiye İşçi Partisi’ni bile Kürtlerle ilgili aldığı bir karar nedeniyle kapadı.

Buna rağmen 1970’li yıllarda Kürt legal derneklerinin ve yayınlarının sayısı arttı. Ama bunlar da ağır baskılara uğradılar. Kürt siyasi partileri ise 1960’lı, 70’li yıllarda yeraltında örgütlendiler; çünkü Kürtlere legal siyaset yasaktı; kendi adları ve kendi seçtikleri programla hâlâ da yasak…

Buna rağmen Kürt ulusal hareketi 1960-70’li yıllarda, PKK’nın ortaya çıktığı güne kadar, barışçı biçimde gelişiyordu. Örneğin bizim partimiz (PSK), bağımsız adaylar göstererek Diyarbakır ve Ağrı gibi merkezlerde belediye başkanlığı seçimlerini kazanmıştı.

Ama sistem işçi hareketinin, yani solun gelişmesine katlanamadığı, türlü biçimlerde bu hareketi içinden bölüp, yanlışlara ittiği, provoke ettiği gibi, Kürt hareketini de yanlışlara itti, terörize etti ve bunu PKK eliyle yaptı.

Çünkü Türk devleti Kürt hareketini ezmek istiyordu ve içinden çatıştırmak için PKK’yi kullandı. PKK daha ortaya çıktığı gün diğer Kürt örgütlerini düşman ilan etti ve ”sömürgeci rejimden önce onları yok etmek gerekir,” dedi.

Şu sözleri bizzat Abdullah Öcalan kaç kez söyledi ve yazdı: ”PKK’yı kurduk, üç yıl boyunca paramızı, silahımızı devlet verdi, korumamızı o sağladı. Bizden istedikleri diğer Kürt örgütlerine karşı savaşmaktı. Üç yıl boyunca ne dedilerse yaptık…”

Bu sözler yeterince açık değil mi? Ama Öcalan şunu da ekliyor: “Ben MİT’in elinden sıyrılıp kaçtım, Türk devletini aldattım.” Bu son kısmı –kaçtığı mı, yoksa kaç dendiği mi- tartışılır. Ama Öcalan’ın ipinin 12 Eylül sonrası Suriye’nin eline geçtiği ve Türkiye’ye karşı silahlı eylemlerin 1984 yılında başladığı malum. Yani TC’nin kurduğu ve ilk yıllarda ajanları eliyle yönlendirdiği örgüt, daha sonra Ortadoğu düzeyindeki rakip güçlerin, Suriye, İran, Irak gibilerin eline geçti ve onlar tarafından Türkiye’ye karşı kullanıldı. Böylece Türkiye, kendi eliyle tutuşturduğu yangına eteklerini kaptırdı…

Kaptırdı ama, PKK’nın eylemlerini fırsat sayıp Kürdistan’da kirli bir savaş yürüttü, özellikle kırsal bölgeleri boşalttı, Kürtleri milyonlar halinde sürdü, demokratik kamuoyunu sindirdi. Ayrıca bu süreç içinde toplum kirlendi, militarizm güçlenip denetlenemez bir konuma geldi

Bunu polisiyle, savcısıyla, politikacısıyla, medyasıyla bu ülkede herkes biliyor. Ama bu gerçeği söyleyen, söyleyebilen çok az. Söyleyenlerin bazıları –Uğur Mumcu gibi- öldürüldü. Çünkü bu “devlet sırrı”…

Sonradan olanlar da malum: Türkiye yıllar sonra Suriye’ye baskı yaparak Öcalan’ı oradan çıkarttı, sığınacak ülke bulamayan Öcalan ABD’nin desteğiyle yakalanıp Türkiye’ye getirildi ve İmralı’ya kondu.

Bununla bir çeşit başa dönüldü. Yani Öcalan yeniden Türk devletinin -asıl olarak da derin devletin- hizmetine girdi. Silahlı mücadeleyi tümden bıraktığını açıkladı, Kürtler adına o güne kadar savunduğu, ya da savunur göründüğü tüm temel istemleri (bağımsızlık, federasyon) terk etti. İçi boş bir “demokratik cumhuriyeti” savunur oldu. PKK’nın adını ve programını da terk etti. PKK da bir mürit sadakatıyla onu izledi. PKK’nın askeri güçleri, Türk Genelkurmayı’nın istemine uygun olarak -500 kişi dışında- Güney Kürdistan’a geçirildiler.

Öcalan ve öteki PKK şefleri, eğer bir genel af çıkarılırsa silahları tümden terk etmeye hazır olduklarını da söylediler. Ama Türk devleti buna yanaşmadı. O PKK’yı tümden silahsızlandırmaktansa, onu içerde ve dışarda Kürt hareketine karşı, özellikle de Güney Kürdistan’a karşı kullanmayı tasarlıyordu. Ne var ki bu sonuncu hedefe ulaşamadı. Apo’nun her dediğini yapan örgütü, Güneyli Kürtlerle savaşa girişmedi.

Bu denge durumu 2004 yılına kadar devam etti. Bu dörnemde Türkiye’nin AB’ye üyelik sürecinin ciddiye binmesi, adaylığın kabulü ve başlayan reformlar, ırkçı ve militarist güçleri tedirgin etti. İmtiyazlarını yitirmemek için yeniden harekete geçtiler ve bu işte yeniden PKK’ya gereksinim duydular. İmralı’daki Öcalan eliyle ona adını geri verdiler ve yeniden iki yönlü bir savaş edebiyatı başladı. O günden beri olup biten çatışmalar işte bu kurt oyununun ürünüdür.

Ben olan biteni ”Oyunu Gerçek Sanmak” ve ”Derin Devlet Tiyatrosunda Kürtler ve Türkler” adlı, şu anda arşivde var olan yazılarımda ve daha birçok yazımda yazdım. Aslında bu, savaşan taraflar farklı görünse de kurmay merkezi aynı olan bir savaştır: Türk Genelkurmayı. Şu anda kuyruğu sıkışmış görünen Ergenekon’da bu merkezden yönetilmektedir ve asıl adı ”Özel Harp Dairesi”dir. Şemdinli’de patlayan bombalar da, Ulus’ta patlayanlar da onun eseriydi. Abdi İpekçyi’yi öldüren de oydu, Uğur Mumcu’yu öldüren de. Danıştay’ı basan da oydu. Dağlıca baskınını düzenleten de.

Dağlıca’yı Güney Kürdistan’a saldırmak için yaptılar. Şimdi de aynı amaçla Bezele (Aktütün) saldırısını düzenlediler. Ama diğer amaç yeniden olağanüstü hale dönmek, demokratik hakları budamak, AB ile ilişkileri sabote etmek...

Asıl ve temel amaçları ise bu ülkede militarizmin ve Kemalizmin egemenliğini sürdürmektir.

Yoksul halk çocukları bu işe kurban ediliyor.

Son olarak Diyarbakır’daki polis aracına saldırıyı da, taşeron kim olursa olsun, aynı merkezin yaptırdığından, onun da bir Ergenekon eylemi olduğundan benim kuşkum yok. Aynen Gafar Okan suikasti gibi… Türk militarizmi böylesine acımasız.

Militarizm kuyruğuna basılmış canavar gibi, savaşı bilerek sürdürüyor, barış istemiyor.

Türk siyasetçileri ise ya bu duruma boyun eğecek kadar sünepe ve korkak, ya da bu politikaları gönüllü savunacak kadar militarist ve faşistler.

Bu kirli savaşın, iki yanda verilen bunca canın, ülke kaynaklarının heder olmasının, sorumlusu onlar. Aynı zamanda yıllar yılıdır bu kanlı oyuna, militarizme destek veren Türk medyası.

Benim bu bildiklerimi ve ısrarla söylediklerimi de, kuşku olmasın, bu ülkede siyasetçiler, medya mensupları dahil, çoğu kimse bilmektedir. Bilirler ama söylemezler. Çünkü bu da bir ”devlet sırrı”dır. Kimi bu politikayı desteklediği için söylemez, kimi korktuğu için. Bilmeyen bir halktır; çocukları cephede ölen yoksul Kürtler ve Türkler…

Geen opmerkingen: