Türkiye’de anti-semitizm
Ali Ertem
Eğer ki, bu bağlamda bir de Türkiye’nin konumuna, toplumsal yargılarına, doğrusu önyargılarına göz atacak olursak, durumun hiçte iç açıcı olamadığı rahatlıkla görüle bilir. Her ne kadar TC, kendini dünya kamuoyuna büyük “Yahudi kurtarıcısı” olarak lanse etse de, tarihi gerçekler, şişirme propagandadan daha farklı bir dil konuşmaktadır. Türkiye’de yaşayan Yahudi azınlık, bol vergi verdiği ve hiç hak iddia etmediği sürece tahammül edilir bir “gâvur” ya da “yabancı” olarak kabul görmüştür. Halbuki, hem Osmanlı hem de TC, ülkenin modernizasyonu için daima Yahudi sanatkarlara, bilim adamlarına ticaret uzmanlarına ihtiyaç duymuştur. Buna rağmen anti-semitizm hep var olagelmiş ve özellikle de cumhuriyet Türkiye’si, Yahudi halkı için riskli bir ülke olmuştur. Sahte Yahudi dostluğu, Yahudi azınlık üzerindeki baskının, şantajın, bir başka ifadeyle anti-semitizmin maskelenmesi için bir araç olmuştur.
Nazi faşizminin iktidara gelmesi, temeli soykırım üzerine inşa edilmiş TC’ni bir hayli cesaretlendirmiştir. Tam da o döneme Tekabül eden uygulamalar TC devletinin hem fırsatçı karakterinin, hem anti-semit duruşunun anlaşılması bakımından üzerinde kısa da olsa durmaya değer.
1934 yılında Trakya’da Yahudilere dönük provokasyon girişimleri sonucu 15 bine yakın Yahudi’nin evlerini terk ederek İstanbul’a ve Filistin’e kaçması, unutulmaması gereken bir örnek oluşturuyor.
Trakya’da süt endüstrisi ve mandarcılıkla geçinen Yahudi toplumuna yönelik anti-semit kampanyayı başlatan Cevat Rifat Atılhan, Nazi Almanya’sında Julius Streicher’in yanında siyasi eğitim görmüş, İstanbul’a döndüğünde Milli İnkılâp Dergisi’ni çıkarmaya başlamıştı. Yazdığı yazılarla Yahudi düşmanlığını harekete geçiren Atılhan’ın, Yahudilerin sömürücü oldukları temasıyla başlattığı anti-semit kampanya kısa süre de provokatörlerin kışkırtmalarıyla saldırılara dönüştü.15 bine yakın Yahudi evlerini terk ederek İstanbul’a doğru kaçmaya başladı. Saldırılarda evler, iş yerleri yakılıp yağmalanıyor. İnsanlar dövülüyor, kadınların ırzına geçiliyordu. Olaylar sırasında bir de onbaşı öldü. Neden sonra ancak olayların 4. gününde Ankara müdahale etti ve görünürdeki bazı kışkırtıcıları tutuklattı.
Yine II. Dünya Savaşı öncesinde Nazi Almanya’sının zulmünden kaçan pek çok Yahudi Türkiye’ye göç etmekteydi. Bunların içinde kendi dallarında uzman bilim adamı ve sanatçılar da bulunmaktaydı. 1938’de Türkiye’ye dönük Avrupa’daki Yahudi göçünün önlenmesi için bir yasa tasarısı verildiyse de kabul edilmedi. Fakat özellikle siyaset bürokrasisi içinde Almancı eğilimin güçlenmesine koşut olarak hükümet Yahudi düşmanlığını resmi bir politika haline getirmenin işaretlerini vermeye başladı. Dönemin başbakanı Refik Saydam’ın emriyle ülkenin tek Resmi haber ajansı olan Anadolu Ajansı’nda çalışan 26 Musevi personelin isine son verildi. Bu arada ayni günlerde 6 Musevi genç Yahudiliği yaymak suçlamasıyla yargılanmaya başladı. Bu gençlerin evinde bulunan 700 kitaptan sadece 7 tanesi Siyonizm hakkındaydı.
Bu yıllarda Basın yayın organlarında Yahudileri aşağılayan, onları vurguncu, soyguncu, mal canlısı, paragöz olarak lanse eden “Mişon-Salamon” tiplemesi karikatürler ve haberler gazetelerin ana sayfalarına egemen oldu.
Aynı günlerde yaşanan „Struma Faciası“ gelişmelerin seyri hakkında ürkütücü bir manzara ortaya koymaktadır.
1941 yılının aralık ayında Nazi kontrolündeki Romanya Hükümeti ülkedeki Yahudileri toplamaya başlamış ve bu kırımdan kurtulmak için 769 Romen Yahudisi Köstence limanından „Struma“ adında eski ve bozuk bir gemiyle Karadeniz’e açılmıştı. Gemi 11 Aralık 1941 tarihinde İstanbul/Sarayburnu açıklarında arızalandığında Yahudiler, Türk hükümetine Filistin’e gitme taleplerini iletti. Ancak Türkiye ne geminin geçişine ne de karaya çıkmalarına izin vermedi. Boğazlar Sözleşmesine aykırı biçimde geminin boğazlardan geçişinin engellenmesi sonucu, yolcular 2,5 ay bir cüzamlı adası gibi denizde karantina altında tutuldular. Gemide bulaşıcı hastalık ve açlık baş göstermişti. İstanbul’daki Musevi cemaatinin ve Kızılay’ın gemiye ulaştırmaya çalıştıkları giyecek ve yiyecek yardımları bu insanların kaderini değiştirmeye yetmedi. Gemiden ancak birkaç nüfuzlu kişi çeşitli gerekçelerle karaya çıkmayı başarabildi.
24 Şubat 1942’de Gemi İstanbul limanından kovularak Karadeniz’e geri gönderildi. Gemi Karadeniz’deki savaş gemilerinden birinin gönderdiği torpil sonucu batarak 760 yolcusuyla birlikte sulara gömüldü. Yolculardan sadece bir kişi sağ olarak kurtuldu. Olayın duyulması üzerine bir açıklama yapan başbakan Refik Saydam sorunu bir cümleyle özetlemekteydi;
„Türkiye başkaları tarafından arzu edilmeyen insanlara mekân olamaz."
1942 yılında çıkarılan “Varlık Vergisi”nin ekonomik olarak çökertmeyi hedeflediği toplumların başında gelenlerden biri de Yahudilerdi. Gerçek servetlerinin birkaç katı “vergi” ödemeyi mahkum edilen Yahudi tüccar, işadamı veya küçük esnafı bir gecede bütün mülklerini kaybettiler. Bu vergilendirmelerden “Muhtedi” ya da “Dönme” adı verilen Müslümanlığı seçmiş olan Musevi kökenli insanlar da nasiplerini aldılar. Düzenlemeye göre vergi borçlarını ödeyemeyenler yok pahasına bütün mülklerini kaybettikleri gibi, Erzurum Aşkale’de kurulan sorunlu çalışma kamplarına sevk edildiler. TC, Nazilerden örnek aldığı çalışma kamplarını yürürlüğe koymuş Rum, Yahudi, Ermeni vatandaşlarını ölüm kampları olarak tasarladığı yerlere göndermeye başlamıştı.
Nitekim Türk Devleti, İstanbul Emniyet Müdürü Haluk Nihat Pepeyi ve Azınlıklar Şube Müdürünü 1943 Şubat Ayında Almanya’ya göndererek, özel istekle Sachsenhausen Toplama kampını incelettirmişti. Savaş suçlusu olarak yargılanan kamp doktoru SS Dr. Heinz Baumkotter, mahkemesindeki ifadesine göre “Kampı ziyaret eden Türk heyeti, ülkelerinde de benzer kamplar yapmak istediklerini” belirtmişlerdi. Aynı günlerde yine Nazi Hükümetiyle yapılan görüşmeler sonucu soykırım suçlusu Talat Paşa’nın Berlin “Türk Şehitliği”nde bulunan mezarı açılarak, kemikleri Nazi armalı bir trenle İstanbul’a götürüldü. 1915 soykırımının baş sorumlularından Talat İstanbul’da gösterişli bir cenaze töreni ile karşılandı.
Devlet tüm bu uygulamaları ile etnik yok etme politikasına dayalı mirasını kararlılıkla sürdüreceği mesajını veriyordu.
Ne var ki Almanya’nın yenileceğinin kesinleşmesi üzerine planlar bozuldu. TC Devleti, Nazi Faşizminin yerle bir edilmesinden sonra, 8 Mayıs 1945’te kapitülasyonu koşulsuz kabul eden Almanya’ya, gülünç bir tarzla 25 Şubat 1945’te, “savaş” ilan ediyordu. Aslında bu tavır, “Almancı” ve anti-semitist resmi politikanın üstünü örtme telaşından başka bir anlam taşımıyordu.
Türkiye’deki anti-semitizm sadece bu savaş dönemiyle sınırlı kalmamıştır; 1955 yılında Türkiye’nin pogrom gecelerinden biri olan ve esas olarak İstanbul ve İzmir’de yaşanan 6-7 Eylül olaylarında, Rum ve Ermeni yurttaşlarla birlikte Yahudiler de bu şiddetten nasiplerini almışlardı.
Her kriz dönemlerinde neredeyse bütün bunalımlardan Yahudileri sorumlu tutan, her olayda “Yahudi komplosu” arayan resmi ve hoşgörüyle karşılanan gayri-resmi bir söylem Yahudileri sürekli bir nefret hedefi haline getirmiştir. Yahudilerin kutsal mekânlarına ve tanınmış Şahsiyetlerine onlarca kez saldılar, suikastlar düzenlenmiştir. Sonuncusu 2003 yılı Kasım ayında İstanbul’da Neve Şalom ve Beth İsrael Sinagoglarına yapılan saldırılarda 23 kişi hayatını kaybetmişti. Bu saldırıların Almanya’daki „İmparatorluk pogrom gecesi“ yıldönümü olan Kasım ayına denk getirilmesini, Yahudi toplumuna karşı yapılmış bir „hatırlatma / tehdit“ olarak yorumlamak mümkündür.
Türk toplumundaki „derin“ Yahudi düşmanlığı'nın ne yazık ki bir kısım demokrat çevrelerde de rağbet bulması son derece düşündürücü ve tehlikeli bir boyuta işaret etmektedir.
SKD olarak soykırım ve etnik yok etme politikalarının hedefi ve kurbanı olmuş olan halklardan başlıca olan Yahudi toplumuna karşı girişilen bu kampanyaları geçmişte kalan olaylar olarak görmemek gerektiği inancındayız.
Anti-semitizm halen hem Avrupa’da, hem de Ortadoğu ve Türkiye’de ciddi bir tehdit ve tehlike olma konumunu sürdürmektedir. Buna karşı mücadele bir insanlık görevidir.
Frankfurt, 12 Kasım 2008
Geen opmerkingen:
Een reactie posten