Tarihsel sorunları zamana yayma, zaman içerisinde gücün, despotizmin ve devletlerarası diplomasinin kirli dehlizlerinde yol alarak sözde çözmeye çalışanlar hep egemenler olmuşlardır. Bu nedenle Kerkük’ün Kürdistan’a bağlanması konusunda ayak diretenler, geçmiş tarihsel deneyimlerinden yararlanarak yine aynı yöntemleri deneyeceklerdir. Soruna, tarihsel arka plan yok sayılarak, sadece bu günün sorunuymuş gibi bir algılama ve kavrayışla yaklaşmak, çözümsüzlüğe ya da sözüm ona çözüm dayatmalarıdır. Bu nedenle, sorunu devletlerarası siyaset arenasında sözde tarafları tatmine yönelik çabalarla çözmeye çalışmak olsa olsa gerçek hak sahiplerinin mağduriyetini getirecektir. Bir sorunun tarihsel oluşu, taraflardan birilerinin gerçek hak sahibi olduğu anlamına gelmez. Birileri fiili güç kullanarak da size ait olan bir şeyi gasp edebilir, ancak bu, gasp edenin, zorbalık yapanın hak sahibi olduğu ve dolayısıyla taraf olduğu anlamına gelmez, en azında felsefi ve etik olarak bu böyledir. Ancak tüm bunlara rağmen uluslar arası hukuku –olumlu bir takım gelişmelere rağmen ne yazık ki tüm uluslar arası örgütler ve mekanizmalarda belirleyici olanlar egemen güçlerdir- ve diplomasiyi de yadsıyamazsınız, çünkü bunu hiç olmazsa dengeleyecek güce sahip olmadığınız müddetçe de bu böyledir.
Evet, çözümün pek kolay olmayacağı bilinmelidir. Sorunla hiç ilgisi olmayanların bile taraf yapıldığı düşünüldüğünde, Kürdlerin de konuyla ilgili referansları kendi tarihleri ve deneyimleri olmak zorundadır. Bu bağlamda Kerkük ve Kürdistan’ın sınırları dışında tutulmuş yerleşim yerlerinin Irak Anayasası’nın 140. maddesi gereğince Kürdistan’a bağlanması sürecinde verilen zaman dolduğu gibi, 6 aylık uzatma süresi de 30.06.2008 tarihinde dolacaktır. Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Özel Temsilcisi Steffan de Mistura’nın raporu – ki bu rapor tarihsel demografik ve idari gerçeklerle bağdaşmadığı gibi, temsilcinin teknik konulardaki görevini de aşmıştır- yeni bir tartışmanın ve haklı olarak Kürd tarafında yeni bir endişenin doğmasına neden olmuştur.
Kürdistan ve petrol sorunu tüm yakıcılığıyla güncelliğini koruyor.
Musul-Kerkük Sorunu – bana göre emperyal ve egemen güçler için hep petrol ve enerji kaynakları, Kürdler için de Kürdistan ve bağımsızlık sorunu olarak doğru olarak algılanmalıdır- 20.YY’lın başında Alman- İngiliz, I. Paylaşım Savaşı’nda aynı güçler ve onların müttefikleri arasında, Sevr, Paris Barış Konferansı, Lozan görüşmeleri sürecinde Genç Kemalistler ve İngilizler arasında, soğuk savaş döneminde Sovyetler ve Amerika Birleşik Devletleri arasında, daha sonra da Amerika Birleşik Devletleri açısından da hep bir petrol ve enerji kaynaklarına hakim olma sorunu olarak güncelliğini korumuştur.
O halde, Kürdler açısından Kerkük ne ifade etmektedir. Tarihsel arka plana baktığımız zaman, Kürdistan’ın ayrılmaz bir parçası, tarihsel başkenti ve özgürleşmesi olarak kabul görmüş ve algılanmıştır. Bu her şeyden önce tarihsel bir gerçek ve saptamadır. Eğer bu algılamada bir sapma olursa, birilerinin deyimiyle mezarlığında Arap olmayan kent, Arap kenti, Türkmen kenti olmaya başlar.
Özellikle Paris Barış Konferansı sürecinden başlayarak, Kürd önderliklerinin ve örgütlenmelerinin Bağımsız Kürdistan kavrayışı ve ufkundan yosun oluşu, İngiliz askeri ve diplomatik gücünün Ortadoğu’daki petrol ve enerji kaynakları temelinde vazgeçilmez ekonomik stratejileri ile Genç Kemalistlerin Anadolu’da ve Osmanlı’nın doğudaki bakiyesi üzerinde(Kürdistan) kurmayı planladıkları etnik temelli Türk devletinin varlık nedeni, Kürdler’i diplomasi mücadelesinin kaybedeni durumuna getirmiştir.
Her ne kadar Türkiye, Irak devletinin kuruluşuyla Musul vilayeti ve Kerkük’ün Irak sınırları içerisinde kalmasını kabul etmişse de, 1920 yılındaki misakı milli, devletin tarihsel hafızasında sürekli korunarak bu günlere getirilmiş, özellikle 1991 tarihinden sonra ortaya çıkan durum karşısında, Türkiye, Kürdistan’da yaşayan Türkmenlerin haklarını kullanılarak, diplomatik ve askeri her türlü açık gizli müdahaleye baş vurarak bağımsızlık sürecini baltalamaya çalışmıştır.
Kürd siyasal talepleri ve önderleri açısından Kerkük ne ifade etmektedir?
1919 yıllarında Şeyh Mahmut Berzenci’nin- daha sonraları Kemalist hareketin etkisiyle ve kışkırtmalarıyla İngiliz önerilerini reddetmesi ve İngilizlere karşı savaşması konusundaki siyasal kararları tartışmalı olsa da- İngilizlere karşı savaşarak Kerkük’ü almak istemesi, Kerkük’ün Kürdistan toprağı olduğu konusundaki tavrının ve tarihsel duruşun ifadesidir.
Kerkük’ün Kürdistan’ın kalbi olduğu, Kerküksüz bir Kürdistan’ın düşünülmeyeceği siyasal hedefini, Kürd halkının bilincine kazıyan tarihsel şahsiyet ve önderlik, Mustafa Barzani’i olmuştur. Bu siyasal hedef, 11 Mart 1970 Özerklik Anlaşmasının 6. maddesinde kendini şöyle ifade etmektedir. “ Irak Kürdistan’ı, Süleymaniye, Kerkük, Erbil İlleriyle, bu illerin sınırları içerisinde bulunan ve yine nahiye ve köylerinin bütününden, Musul ve Diyala illerinin ise, Kürd halkının yine çoğunlukta bulunduğu kaza, nahiye ve köylerden meydana gelir. İlgili yerlerde yapılacak plebisit ile, buradaki halkın nüfus çoğunluğunun arzusuna uygun tarafa bağlanır. (Serbesti Aralık 2002 – sayı:10) Görüldüğü gibi anlaşmada Kerkük ve bağlı yerleşim yerlerinin plebisite konu edilmediği, Musul ve Diyala illerindeki Kürd nüfusunun çoğunlukta olduğu yerleşim yerlerinin de Kürdistana ait olduğu, ancak buralarda yapılacak plebisit ile hangi tarafa bağlanacağı hususu belirlenmiştir. Ancak bu gün olduğu gibi o zaman tanınan 4 yıllık sürenin sonuna yaklaşıldığında, hiçbir şey yapılmadığı gibi, Kerkük’ün demografik yapısına müdahale edilerek Kerkük’e Araplar yerleştirilmiş, bağlı ilçeler Kerkük’ten koparılarak idari yönden de değişikliklere gidilmiştir. Amaç, anlaşmayı uygulamayarak, Kerkük ve dolayısıyla petrolü Kürdlere teslim etmemek olmuştur. Basçıların dayatmaları karşısında, Mustafa Barzani, o diplomatik, insani ve siyasal duruşunu ifade eden ünlü sözlerini sarf etmek zorunda kalmıştır. “Allah şahittir; savaşı sevmiyorum, çünkü savaş, bir sorunu halletmenin en kötü yoludur. Ancak Baas Partisi bize başka bir yol bırakmadı. Onların bize getirdiği önerinin, onların lehine Kerkük’ten ve başka bölgelerden ödün vermemizden başka bir anlamı yoktur. Bu ise imkansızdır. Bu uğurda her şeye hazırız; hepimizin öldürülmesine karar verilse de…Çünkü ben, Kürdlerin kabrime gelip tükürerek, “ Niçin Kerkük’ü sattın?” demelerinden korkuyorum.(Serbesti Aralık 2002- sayı: 10)
Bu nedenledir ki, 1974 yılında tekrar Baas ırkçılarına karşı savaş başlatılmış ve her şeye rağmen bir ulusun toptan imhası tehlikesine rağmen bu konuda ödün verilmemiştir. Ancak, 1975 Cezayir Anlaşmasıyla tarih, emperyal güçler ve egemen sömürgeci bölgesel devletler açısından Kürdistan ve Petrol sorunu olarak tekerrür etmiştir.Ne yazık ki, bu durum farklı olmakla birlikte, gerek 1991 Raperini ve gerekse ABD’nin 2003 müdahalesi ile de tekrarlanmıştır.
Kürd siyasal talebinin bugünkü önderlik açısından ne ifade ettiğine ve tarihsel duruşla ne kadar uyumlu olduğuna aşağıdaki anekdotlarla devam etmek istiyorum.
Bir heyetle 1993 tarihinde Kürdistan Federe Bölge Başkanı Mesud Barzani ile görüşmemizde, Türkiye’nin Kerkük ve Türkmen nüfusuyla ilgili tezlerine karşı sorulan bir soruya “Kürdistan’ın - güneyi kastederek- tüm nüfusu 4,5- 5 milyondur, buna Türkmen nüfusu da dahildir. Kaldı ki, Türkiye’nin tezlerinin doğru olduğunu varsayalım ve Kürdler’in nüfusunun İstanbul’da Türklerden fazla olduğunu düşünelim, bu durumda orası Kürdistan olur mu? O halde Kerkük Kürdistan’dır Türkmenistan olmaz.
Yine 2005 yılında Saddam Hüseyin ve diğer Basaçsıların yargılanmalarına müdahil olmak amacıyla Diyarbakır Barosu olarak yaptığımız girişimler nedeniyle Kürdistan Federe Meclisi’ni ziyaretimiz sırasında, Kerkük ve Türkmen’ler konusunda gündeme gelen bir soruya karşılık şu anda adını anımsamadığım Türkmen temsilcisi milletvekili, “Allah da Kürdistan’ın sınırını çizmiştir, çünkü Irak da kar en son Mendelli de yağar, bir karış ötesinde yağmaz.” Bu iki anekdotla ortaya çıkan tarihsel gerçek, Türkmen, Arap, Aşuri, Keldani ve Ermeniler’in de yönetime katılacağı bir kent realitesinin ötesinde, Kerkük’ün Kürdistan’ın bir parçası olduğu gerçekliğidir.
Mesut Barzani tüm mülakatlarında olduğu gibi en son 23.06 2008 tarihinde, İtalya’da İl Tempo gazetesine verdiği mülakata da “Kerkük kesinlikle Kürdistan’ın bir parçasıdır, ancak Kerkük’ün kimliği özellikle orada yaşayan uluslara saygı duyularak teşhis edilmelidir.”demiştir.
Tüm anayasal dayanaklar, meşruiyet ve söylemlere rağmen, bu süreç sanıldığı gibi kısa sürede ve Irak Anayasası’nda belirlendiği gibi çözülebilecek mi?
Kürdistan Federe Bölgesi Başbakanı Neçirvan Barzani’nin 3 Haziran 2008’de Dubai’de, Kerkük yönetiminde güç paylaşımına hazır oldukları ve çözüm konusunda referandumun şart olmadığı yönündeki açıklamaları ile de Mistrura’nın raporu, Kürd siyasal çevreleri ile uluslar arası siyasi otoriteler nezdinde Kerkük konusunda, tarih tekerrürü mü edecek biçiminde haklı bir tartışma ve kaygıya neden oldu.
Kerkük’ün Kürdistan’a bağlanması stratejisi açısından bakıldığında, Kürd halkının talepleri ile siyasal örgüt ve liderlerin söylemleri arasında bir çelişki bulunmamaktadır. Ancak bu süreç ne kimilerinin dediği gibi kaybedilmiş ne de kazanılmış bir süreçtir ve talep dayatıldıkça da sancılı bir süreç olmaya devam edeceği bilinmelidir.
Bu konudaki tartışmaların ve kaygıların şu ana eksen üzerinden yürütüldüğünü görüyoruz.
Birinci görüş, sorunun BM’ye havale edilmesi, dolayısıyla uluslar arası diplomasi’nin devreye girmesi Kürdlere kaybettirecektir. Irak Anayasası’nın 140.maddesinin yerine getirilmemesi ve sürüncemede bırakılması halinde, Kürdler Bağdat yönetiminden çekilmeli fiili durum yaratarak Kerkük’ü Kürdistan’a katmalıdırlar; çünkü Kürdistan’ın parçalanmasında ve sömürgeleştirilmesinde çıkarlar ve dengeler üzerine kurulu devletlerarası diplomasinin temel hedefi petrol ve enerji kaynaklarına hakim olmak olduğuna göre, değişen fazla bir şeyin olmadığını, petrol ve enerji kaynaklarının yüzyıl açısından önemini yitirmediğini, hatta daha çok ihtiyaç haline geldiğini, dolayısıyla yüzyılın başındaki durumun pek değişmediğini ileri sürmektedirler. Her ne kadar Kürdler nispeten siyasal bir özne olmuşlarsa da, bu konuda belirleyici olan Kürd etnik varlığı taleplerinden çok, yine ekonomik stratejiler olacaktır. Bu nedenle Kürdler, Irak Anayasası’nın 140.maddesinde formüle edilen referanduma dayalı çözümü dayatmalı ve bunu bir an önce gerçekleştirmelidir. Aksi halde devrede olan İran, Türk, Arap diplomasisinin gücü ve zaman, Kürdler’in aleyhine işleyecektir.
İkinci görüş ise, soruna BM’in müdahil olması ve dolayısıyla uluslar arası diplomasinin devreye girmesi Kürdlere kazandıracaktır, çünkü Kürdler’in bu günkü statüleri ve geldikleri nokta, uluslar arası diplomasinin ve Kürd halkının meşru mücadelesinin ulaştığı durum olarak tezahür etmiştir. Burada dünya ile bütünleşmenin, yalnızlıktan kurtulmanın ve güç kazanmanın yolunun uluslar arası diplomasiden geçtiğini kabul etmek gerekir. Her ne kadar bu alanda başta Türkiye olmak üzere İran ve Arap diplomasisi devrede ise de, Kürdler’in de mevcut koşullarda kendini ifade edecek araçlara ve dostlar sahip olduklarını ve artık Kürdler’in 20.YY’ lın başlarında ve 2. Paylaşım savaşı sorası soğuk savaş dönemindeki konumlarını çok aştığını, Kürdler’in kararlılıkla bu süreci işletmeleri gerektiği noktasında olmaktadır.
Bu iki görüşün de kendine göre tarihsel verilere dayalı haklı nedenleri olduğunu kabul etmek gerekir. Birinci görüşte olanların, bu konudaki tarihsel süreci iyi okumaları gerekir. Gerek Şeyh Mahmut Berzenci’nin, gerekse kararlı ve meşru ve bir duruşa rağmen Büyük Barzani’nin, 1991 Raperininin ve en son 2003 müdahalesinin neden Kerkük’ü özgürleştiremediğini ve bunu salt Kürd halkının talepleri, siyasal önderliklerinin söylemleri ile peşmerge gücünün yarattığı kahramanlıklarla fiili olarak çözmeye yetmediğini görmesi gerekir.
İkinci görüşte olanların da, diplomasi ile zaferin Kürdler açısından henüz çok daha yeni olduğunu, çünkü her diplomatik başarının, sorunun asıl sahiplerinin gücüyle orantılı olarak gelişeceğinin bilinmesi gerekir. Her diplomatik zafer, sizin birileri için ne kadar güç – askeri, siyasi ve ekonomik- ifade ettiğinize bağlıdır.
Kürd siyasi hareketleri ve önderlerinin temel referansı; geçmiştir, geçmiş de hep yanı başımızda ve bizimle olacaktır.
Kürd tarihinin deneyimleri veri olarak kullanılmalı ve Kerkük’ün etnik yapısı ile ilgili veriler ne olursa olsun Kerkük’ün Kürdistan’a ait olma stratejisinden taviz verilmemelidir. Baker, Hamilton ve de Mistura raporları ile ortaya çıkan Kürdler’i azınlığa indirgeme mantığı ve çözüm anlayışı, şiddetle reddedilmelidir.
Yine tarihsel süreç değerlendirildiğinde, Birleşmiş Milletler sistemi içerisinde başta ABD olmak üzere kimi devletlerin dünya siyasetinde ve ekonomik döngüsünde etkili oldukları, bu güçlerin bu konumları nedeniyle kendi çıkarlarını da önemseyeceklerini ve bunu sonuna kadar dayatacaklarını kabul etmek gerekir.
Bölge devletleri, başta Türkiye olmak üzere tarihsel verileri kullanmaktan vazgeçmediği ve özellikle Kürdler’in siyasal varlıklarına yönelik tüm argümanları her ne pahasına olursa olsun kullanacakları, bu konuda diplomasinin, gücün gereklerini, her türlü yol ve yöntemi deneyecekleri bilinmelidir.
Arap dünyasının da, başta ABD’nin onlarla olan ekonomik, askeri stratejik tüm çıkarlarını, ayrıca Arap ve İslam dünyasındaki ABD karşıtlığı politikalarını kaşıyacakları ve bu yolla ABD üzerinde Kürdler’in siyasi bir özne olmamaları yönünde etkili olacakları düşünülmelidir.
Mevcut Irak Anayasası’na rağmen Irak’ın siyasal yapısı ve güç dengeleri açısından da bu konuda bir birliğin olmadığını, (Sünniler’in, Şiilerde Fazilet ve El Sadr’ın açık şekilde anlaşmaya karşı olduğu, El Hekim’in de Sistani’in görüşlerini paylaştığı bilinmektedir.) bu bağlamda Allawi, Caferi, Maliki hükümetlerinin (henüz Peşmerge, bütçe, petrol gelirlerinin dağılımı vs… konusunda dahi anlaşma sağlanmazken) de samimi olmadıklarını ve sorunu zamana yayarak kendi tarihsel deneyimlerini kullanmak isteyecekleri unutulmamalıdır.
Kürd siyasal önderliği, bu raporla ortaya çıkan durumun, ABD’nin politikalarından bağımsız olduğu biçiminde bir anlayışa kapılmamalı, sözlü güvenceler adı altındaki güven tazeleyici yöntemlere sapmak yerine, yazılı anlaşmalara dayalı siyasal ve hukuki özne olma noktasında taviz vermemelidir. Ayrıca birileri, bu raporlarla, Kürdler’in sabrını, samimiyetini ve gücünü ölçmeye çalışıyorsa, bunun tüm “diplomatik yenilgilere” rağmen Kürdistan halkının tarihinde saklı olduğunun bilinmesi gerektiği hatırlatılmalıdır.
Sonuç olarak, Irak merkezi hükümetlerinin samimi olmaları halinde, Irak Anayasası ve 140. maddesi, sorunun çözümüne dair tüm argümanları içermekte ve bu konuda başka bir müdahaleyi gerekli kılmayacak şekilde halini mümkün kılmaktadır. Ancak bunun o kadar kolay olmayacağı bilinmelidir. Bu nedenle Kürdistan’da geçmiş hep yanı başımızda, bugün de yarın da bizimle beraber olacaktır. Kürd siyasal önderlikleri, direnme hattında ve tarihin bize emanet ettiği noktada tutunmasını bilemezse, kaybedilecek olan yalnız Kerkük olmaz, bir gelecek olacaktır.
Fahri Karakoyunlu.
Geen opmerkingen:
Een reactie posten