zondag 23 maart 2008

TC ÇATLIYOR, KODOMANLAR İKTİDAR KAVGASINDA

Giderek çatırdamaya başlayan faşist TC rejimi, sorunun kökenini Kürt halkının yürütmüş olduğu Özgürlük Mücadelesinde görmektedir. Bundan kaynaklı Kürt halkı ve mücadelesini etkisizleştirebilirse, rejim sorununu da halledebileceğini düşünmekte ve bu temelde paramiliter güçleri hızla örgütlemektedir. Tüm belirti ve gelişmeler, Neo ittihatçı faşizmin, Kürt halkına karşı kanlı bir süreç başlatma hazırlığında olduğunu göstermektedir. Bunu her günkü tavır, tutum ve provokasyonları ile açıkça ortaya koymaktan da çekinmemektedirler. Peki, bu sürece nasıl gelindi? Kimdir bu Neo İttihatçı ve paramiliter güçler? Bu dizi yazımızda bunu irdelemeye çalışacağız.Neo İttihatçılığın Tarihsel KökenleriOrhun yazıtlarına dayanılarak, Türklüğün üstün ırk olarak, her zaman yaşayacağının savunuculuğunu yapan ırkçı, milliyetçi zihniyete göre, “devleti ve vatanı müdafaa etmek için her şey mubahtır ve meşrudur." Bu anlayış kendisini tarihsel bir geçmişe dayandırır. Bu noktada “her şeye rağmen devletin bekasını korumak”, kimine göre istihbarat örgütlerine ya da son dönem Ulusalcılarının tanımına göre “derin millet iradesine” veya Türkiye’de kullanıldığı biçimiyle karanlık güçlere kaldığına göre burada “derin devlet” denen olgunun devreye girdiğini söyleyebilirizOsmanlı tarihinin; iktidarı ele geçirmek ya da elde tutmak için farklı yol ve yöntemlerle tertiplenmiş bir dizi komplolar ve provokasyonlar tarihi olduğu tarihçiler tarafından da kabul görmüş bir gerçektir. Osmanlı sultanlarından, çeşitli mertebelerde görev yapan yönetici kesimine kadar, güç olmak ve iktidarını sağlamak için kardeş katili olmanın da dâhil olduğu sayısız komplolar geliştirilmiştir. Bu, kardeşler arasındaki iktidar kavgalarının, imparatorluğun bekasına zarar vereceği tezinden hareketle bir gecede on üç kardeşinin boynunu vurdurmanın her yönüyle (ahlaki, vicdani, hukuki açıdan) kabul gördüğü bir imparatorluk tarihidir.1789 Fransız ihtilali ile gelişen ulus devletleşme süreci tüm imparatorluklar gibi Osmanlı’yı da parçaladı. Bu durum Osmanlı devlet sisteminde de bir parçalanmayı ve farklı çözüm anlayışlarıyla ideolojik bakış farklılıklarını ortaya çıkardı.Bunlardan en tehlikelisi olan İttihat ve Terakki Cemiyet üyeleri, Jön Türk hareketiyle irtibata geçtiler, Türkçülüğü formüle ederek imparatorluğun esas siyaseti haline getirdiler. Başta hiç rağbet yokken hatta Osmanlı’da Türklük aşağılama sözcüğü olarak kullanılıyorken zamanla beyinlere işlendi.İtalyan Mason teşkilatını örnek alarak kurulan İttihat ve Terakki Cemiyeti gizli hücreler halinde teşkilatlandı. İstanbul’daki sivil ve askerî öğrenciler arasında hızla örgütlendi. O güne kadar Osmanlı ekonomisini önemli oranda elinde tutan Ermeni ve Rumlarla ekonomik güç yarışına giren ve aynı zamanda Yahudiler tarafından da “dönme” denilerek dışlanan Sabetaycılar, kendilerini sağlama almak için; Türk-İslam sentezinin savunucuları olarak, kuruluşundan itibaren cemiyetin yanında yer aldılar. Cemiyet üzerindeki etkinlikleri, Cumhuriyetin kuruluş aşamasında da aynı oranda devam etti. Cemiyetin en ünlü isimlerinden Talat Paşa, Cavit Bey, Doktor Nazım, Bahattin Manastırlı ve Yahudi olan Emanuel Karaso gibilerinin mason olması, üyelerin mason törenlerine benzer usullerle alınmaları, para ihtiyaçlarının karşılanması ve basınlarınca desteklenmesi gibi etkenler aradaki bağı açıkça gösterir.Dış destekli İttihatçılar, II. Abdülhamit’e karşı kıyasıya bir mücadeleye giriştiler. Neticede Abdülhamit İttihatçılara daha fazla direnemedi ve 1908’de II. Meşrutiyeti ilan etmek zorunda kaldı.İttihatçılarda söylenenlerin tersine hiçbir zaman etnik ya da dinsel etmenler pek önemli olmadı. Her zaman için sadece çıkarlarının gereğine göre hareket ettiler.Teşkilat-ı Mahsusa’nın amacı, genel konjonktür(şuanda olduğu gibi) tümüyle aleyhte olmasına rağmen, bazen Panislamizm gerektiğinde de Pantürkizm ideolojisiyle İslam dünyasını ve Müslüman Türkleri geniş imparatorluk coğrafyasında, bir bayrak altında toplamaktır. Teşkilat-ı Mahsusa’nın İngiltere ve Rusya'ya karşı, başta Anadolu ve Trakya olmak üzere, Ortadoğu, Kuzey Afrika, İran, Hindistan, Orta Asya, Uzak Asya ve Avrupa'da; istihbarat, karşı casusluk, gerilla savaşı, yerel direnişlerin organizasyonu, propaganda ve ajitasyon faaliyetleri gibi çok boyutlu bir mücadeleye girişmesi, kendisine hangi misyonu biçtiği hakkında yeterli fikir veriyor. Komutanlardan Süleyman Askeri İngilizlere karşı Irak'a, Enver paşa'nın kardeşi Nuri paşa Senusilerle birlikte Trablusgarp'a ve Mısır’a, Halil paşa Rusya'ya karşı Kafkasya'ya, Rauf Orbay İngilizlere karşı Afganistan'a, Kazım Karabekir Rusya'ya karşı Tahran’ı işgal etmek üzere İran'a görevlendirildi. Mustafa Kemal’in de hayalperestlik olarak tanımladığı gibi son derece Donkişotvari bir yaklaşımın sahibiydiler.( tıpkı bu gün ki neo ittihatçı kesimler gibi)Aynı zihniyet içerdeki etkinliğini pekiştirmek için de, o güne kadar hükümetlere ve ülke siyasetine gayri resmi yapılan müdahaleleri ve ülke yararına olduğu iddiasıyla gerçekleştirdikleri tüm çete faaliyetlerini, bu teşkilat ile resmi kılıfa büründürerek yapmaya başladı. Cemiyet, kuruluşundan itibaren bütün stratejisini ‘derin millet iradesi’ olma adına siyasi cinayet, kışkırtma ve ırkçılık propagandası üzerine kurdu. “Vatanını ve halkını en çok sevenler” olarak, kendilerine karşı çıkabilme cesaretini gösterebilenler tez elden “vatan hainliği” ile damgalanarak (gazeteci, siyasetçi, paşa vb.) fikri ya da fiziki olarak tehdit olmaktan çıkarıldı. 31 Mart Vakasındaki gibi önce kışkırtıp daha sonra bastırdıkları için kahraman ilan edilip terfi aldıkları gibi padişah değiştirmek ya da istediklerinde ünlü Babıâli baskınında olduğu biçimiyle hükümeti devirmek İttihatçıların pratiğinde olağanlaştı. Bu dönemde hükümetler İttihatçılara dayanmadığı için, Osmanlı tarihinde hiç görülmedik bir sıklıkta istifa etmek zorunda kaldı. Sonuçta, I. Dünya savaşındaki yenilgilerinden sonra İttihatçıların, ‘onca sevdikleri’ ülkelerini terk etmekten başka çareleri kalmadı.Askeri darbe ve müdahaleler, hiçbir sorumluluk almadan siyaseti yönlendirme, siyasi şantaj, rüşvet ve korkutma yoluyla iktidarı ele geçirme, dış güçlere dayanma, kendini devletin ve milletin sahibi görme, oluşturdukları güdümlü basınla halkı yönlendirme, faili meçhul cinayetlerle muhalifleri ortadan kaldırma vb tüm yöntemler İttihat ve Terakki partisinin, TC devleti ve Neo İttihatçılara bıraktığı siyasal miras olmaktadır. Bu bağlamda Türk devletini oluşturan “güvenlik” kurumlarındaki çeteleşme olgusuna ve faşist zihniyeti ele alabiliriz.“Emniyet” Teşkilatı ve ÇeteleşmeYaşamın her alanına müdahale etme hakkını kendinde gören Türk ordusunun bu anlayışı için meşhur “her durumdan vazife çıkaran” deyimi kullanılmaktadır. Türk ordusunun Kürt ve Kürdistan gerçekliğine yaklaşımı ise ırkçı, soykırımcı ve paranoyaktır. Kürt Özgürlük Hareketi ve devrimine yönelik tutumu da aynıdır. Burada orduya bağlı Jandarma Genel Komutanlığı içerisinde illegal ve gizli bir tarzda kurulan katliam, terör ve komplo örgütü JİTEM incelendiğinde bu durum daha iyi anlaşılacaktır.Bundan daha da ötesi son yıllarda ortaya çıkan ya da çıkarılan bazı çetelerin devletin en gizli belge ve bilgilerini ellerinde bulundurduğunun anlaşılmasıydı. Daha da çarpıcı bir boyut, bu çetelerden bazılarının hükümet ve orduya dönük darbe hazırlıkları içerisinde olduğunun ortaya çıkmasıydı. 2006 Baharı’nda ortaya çıkarılan ve içerisinde polis, asker, istihbaratçı ve mafyacı bulunan “Sauna” denilen çete, Türkiye’de çete gerçekliğinin ulaştığı boyutları göstermesi açısından son derece önemliydi. Emniyet Genel Müdür vekilliği gibi çok üst düzeyde bir görevde bulunan Ertuğrul Çakır, Genelkurmay Özel Kuvvetler Komutanlığında görevli uzman Yüzbaşı Nuri Bozkır ve birçok polis, asker, istihbaratçı ile mafyacının içerisinde bulunduğu çete, önüne Ankara’daki Etimesgut askeri tesislerini işgal ederek bir darbeye zemin hazırlamayı koyacak kadar güçlü bir bileşime ve imkânlara ulaşmıştır. Yine hükümeti düşürmeyi hedefleyen çete, bunun için yoğun istihbarat çalışması yapmıştır. Başta Adalet bakanı olmak üzere birçok bakan ve milletvekili hakkında en ince ayrıntılarına kadar istihbarat çalışması yapan çete, 1959 yılında Kıbrıs’ta faaliyet gösteren Özel Harp Dairesi ve Gladio’ya bağlı Türk Mukavemet Teşkilatı’nın adını da kullanmıştır. Diğer taraftan son yıllarda her tarafta sivil toplum örgütleri adı altında mantar gibi biten fakat aslında paramiliter bir karaktere sahip ve kendilerine “ulusalcı” diyen gruplarla da ilişkilenmiştir. Çetenin ilişkili olduğu kişiler arasında mafyacı sözde sanatçı İbrahim Tatlıses de var. Sauna çetesine benzer “derin” başka bir çete de Mayıs 2006 tarihinde deşifre edildi. Atabeyler denen ve asker yoğunluklu olan bu çetede de devletin en gizli belgelerinden sayılan Milli Güvenlik Siyaset belgesi dâhil birçok belge bulundu.Diğer taraftan Türkiye’de yargı, mafya ve çete yapılanmalarıyla da iç içe geçmiştir. Buna çarpıcı bir örnek yine 2006 yılında yaşandı. Türkiye’de en üst yargı kurumlarından olan Yargıtay’ın Başkanı Eraslan Özkaya’nın MİT'çi Kâşif Kozinoğlu'na, çetebaşı mafyacı Alaattin Çakıcı dosyasına ilişkin bilgi verdiği ve bunun karşılığında maddi çıkar sağladığı basına yansıdı. Bu olaya Yargıtay Genel Sekreter Yardımcısı Ercan Yalçınkaya'nın ismi de karıştı. Burada çarpıcı bir diğer boyut ise Yalçınkaya’nın polislikten Yargıtay görevine kadar yükselmesidir. 1990'da komiser yardımcısı olarak Ankara Emniyet Müdürlüğü İstihbarat Şubesi'nde göreve başlayan Yalçınkaya, 2 yıllık görevi sırasında Ankara Hukuk Fakültesi'ni bitirdi. 1993'te Başbakanlık Kanunlar Kararlar Dairesi'ne getirilen Yalçınkaya, Başbakanlık Müşaviri olarak da görev yaptı. DYP lideri Mehmet Ağar'ın Adalet Bakanlığı döneminde Müsteşar Uğur İbrahim Hakkıoğlu tarafından Yargıtay Tetkik Hâkimliği'ne atandı. Sonra da genel sekreter yardımcılığına kadar yükseldi. Bu hukuken gelişmiş bir durum değildir. Türkiye’de çete odaklarının, devlet kurumları içerisinde nasıl hukuk dışı yollarla ve kestirmeden kadrolaştığının ilginç bir örneğidir ve aslında genel işleyiş de bu biçimdedir. Bir komiser yardımcısı birkaç yıl içerisinde en üst yargı kurumlarından birinin en üst sorumlularından biri olabilmektedir.Güvenlik kavramı ve kurumu her şeyden önce bütünlük ve ortak koordinasyon gerektirir. Türkiye’de ise çeteci yapıdan kaynaklı “güvenlik” kurumları alanları parsellemişlerdir. Örneğin İstanbul ile Ankara Emniyet müdürlükleri arasında sürekli bir rekabet vardır. Bu rekabet görev gereği değil rant gereği ve bunun paylaşım kavgasıdır. Emniyet kurumunun kendi içindeki bu rant savaşı kurumlar arasında daha belirgindir.Türk Emniyet teşkilatının Kürdistan’daki kirli faaliyetleri de büyük bir dikkatle irdelenmelidir. Bu faaliyetler günümüzde de tüm hızıyla sürdürülmektedir. Halka ve legal kurumlarımıza dönük istihbarat, manipülasyon, sızma ve ajanlaştırma faaliyetlerinin yanı sıra halk içerisinde de fuhuş ve uyuşturucudan tutalım çocuk istismarına kadar birçok kirli faaliyette bulunulmaktadır. Bu kirli ve yasadışı faaliyetler devlet kurumlarından hiçbirinin engellemesiyle karşılaşmadığı gibi destek de görmektedir. En fazla da yargı kurumu bunları desteklemektedir.Sonuç olarak günümüzde Türk Emniyet teşkilatı, çok çeşitli çıkar ve rant çevrelerine bağlı klik ve çete gruplarından oluşmaktadır. Kâğıt üstünde güvenlik ve emniyet gücü olarak geçen bu yapılanma toplum için tam bir emniyetsizlik ve güvensizlik kaynağı durumundadır. Bu Kürt halkı için daha fazla böyledir. Bu kurum bileşimi ve yapısıyla ırkçı ve faşisttir. Hiçbir moral ve insani değer taşımayan nitelikte ve git gide artan oranda Kürt halkı ve dostlarının düşmanıdır. Bu düşmanlığını her gün meydanlarda ve işkencehanelerde göstermektedir. Önümüzdeki süreçte Neo İttihatçı kesim ve onların örgütlediği paramiliter güçlerin olası saldırılarıyla tırmanacak olan olası bir Kürt Türk savaşında Kürt halkı açısından en fazla tehlikeli olacak kurumlardan biri de bu yapısıyla Emniyet teşkilatı içindeki çete örgütlenmeleri ve Özel Harekât Dairesidir.

Geen opmerkingen: