woensdag 20 augustus 2008

KÜRTLERİN DİRENME ZAMANI GELDİ, PKK ÇETESİ TC İLE BERABER KÜRTLERE KARŞI

KÜRT HALKI UYAN PKK VE AKP- ERGENEKON , MİT , MGK EL ELE KÜRTLERE KARŞI.


Osmanlı İmparatorluğu, multi-etnik bir sosyal formasyondu ki, bu durum imparatorluk mantığının bir gereğiydi. Söz konusu sosyal formasyona dahil olan Kürtler, prenslikler biçiminde 'örgütlenmişlerdi', yüksek düzeyde özerkliğe (autonomie) sahiptiler. İmparatorluk, kendi iç çelişkilerinin bir sonucu olarak aşınmaya uğruyordu ama imparatorluğu aşındıran bir de dış faktör söz konusuydu: kapitalist yayılma. Osmanlı egemen eliti (hakim sınıfı densin), başlarda bozulmanın dış nedenini kavramış değildi.

Bozulmanın bidayetteki ilkelerden uzaklaşılmış olmaktan ileri geldiğini düşünüyordu. Gücü ve ihtişamı ihya etmek için başa dönmek, şeriatı eksiksiz uygulamakla sürecin tersine çevirebileceği beklentisi vardı. Bunun mümkün olmadığı anlaşılınca (zira tarihte geriye dönüş mümkün değildir) Batıdan; kurum, kural, adetler, vb. ithal etmeye yöneldiler. İmparatorluğun Doğu Avrupa'daki unsurları kapitalist yayılmanın sonucu olan milliyetçi dalganın etkisine girerek, imparatorluktan kopup, ulus-devletler oluşturma sürecine girdiği koşullarda, yönetici elit kopuşları önlemek üzere reformlara girişti. Tanzimat sonrası dönem, genel iradeye dayalı bir 'ittihad-ı anasır' yaratma çabasıydı. Bunun olanaksızlığı anlaşılınca, II. Abdülhamit bir İslam Birliği (İttihad-ı İslam) oluşturmayı denedi ama bu da mümkün olamazdı, nitekim olmadı (nedenlerine burada girmiyorum). Nihayet İttihat ve Terakki Cemiyeti 1908 darbesiyle iktidarı ele geçirince, Türk unsuruna dayanan bir ulus-devlet oluşturmaya yöneldi. Fakat bu konuda henüz kafaları net değildi. Özellikle Balkan bozgunundan sonra ve olayların zoruyla Türk etnisitesine dayalı bir ulus-devlet yönünde kesin tercih yaptılar. Ama söylemleri etnik unsura değil, daha çok dine (İslam'a) gönderme yapıyordu... Böyle bir proje söz konusu olduğunda, Türk unsuruna dayalı bir ulus-devlet oluşturmanın önündeki engellerin bertaraf edilmesi gerekiyordu. En önemli iki engel olarak da Rumlar ve Ermeniler görülüyordu. Anadolu'nun bu iki Hristiyan unsuru, Birinci Emperyalist Savaş içinde ve ertesinde tasfiye edildi. Müslüman olan Kürtlerin yaşadığı bölge olan Kürdistan, Yakın Doğu İşleri Hakkında Laussanne (Lozan) Konferansı'nda İngilizlerin dayatmasıyla bölündü. TC sınırları içinde kalan Kürtlerin Türkleştirilmesi süreci o tarihten itibaren başladı. Söz konusu sürecin tahliline girmeden önce kısaca resmi ideoloji üzerinde durmak gerekiyor.

Neden Resmi İdeoloji?

Daha önce başka yerde defaaten yazdığım gibi, 1923'de ilan edilen Cumhuriyet, yeni bir sosyal sınıfın ve onun yeni fikirlerinin, yeni toplum projesinin ürünü değildi. Batıcı/yenilikci/komprador Osmanlı eliti bir darbeyle Padişahı tasfiye edip, devletin adını Cumhuriyet olarak değiştirmişti. Eski yönetici sınıf, Padişah ve çevresi eksilmiş olarak yola devam ediyordu. Dolayısıyla ne devlet katında [yönetim anlayışında] ne de toplum sınıfları düzeyinde ve devlet/halk ilişkisinde bir 'yenilik' söz konusu değildi. Durum böyleydi ama aşırı modernist bir söylem geçerliydi. Rejim 'modernitenin', 'aydınlanmanın' timsâli sayılıyordu. Bugün bile buna inananlar eksik değildir. Yeni bir egemen sınıf sahneye çıktığında, ezilen-sömürülen halk sınıflarına asgari düzeyde de olsa birşeyler teklif etmiyorsa, vermiyorsa, kendi ideolojisinin halk kitlelerine nüfûz edip yanılsama yaratması velhasıl 'gönüllü kabullenme' mümkün olmaz. Darbeyle Cumhuriyet ilan eden yönetici klik, emekçi çoğunluğa birşeyler vermek şurda dursun, baskıyı ve sömürüyü daha da artırdı. Elbette böylesi koşullarda bir 'gönüllü kabullenme' mümkün olamazdı. O zaman çıplak şiddete uyduruk -yapay- bir resmi ideolojinin eşlik etmesi kaçınılmazdır. Bilindiği gibi resmi ideoloji, tahrifata, yok saymaya, adıyla çağırmamaya (ki, adıyla çağırmamak bir yalan söyleme yöntemidir) ve ekseri kişi kültüne dayanır. Ve resmi ideoloji bir resmi tarih versiyonuna dayanmak durumundadır. Bu da yakın tarihin tahrif edilmesi, "yeni" olduğunu söyleyen yönetici kliğin ihtiyaçları doğrultusunda kurgulanmasını gerektiriyordu. İşte Türkiye'de boğucu bir resmi ideolojinin geçerli olmasının nedeni budur. Ancak yalan, tahrifat, yok saymayla rejim kendini meşrulaştırabilirdi, ama böyle bir temel her zaman çürük bir temeldir.

Milli Mücadele denilen dönemde dine büyük vurgu yapıldı ve asıl amacın Hilafet ve Saltanat Makamını, dolayısıyla 'devlet-i aliyye'yi kurtarmak olduğu söylendi. İkincisi her zaman açıklık taşımasa da, Kürtlerin kendi kaderlerine sahip olacakları vaadedildi. Fakat Cumhuriyet’in ilanıyla, söylenenlerin tersi yapıldı. Hilafet ve Saltanat tasfiye edildi ve Kürtlere verilen söz unutuldu. Hatırlatanlar da hunharca ezildi... Kaldı ki, Kürtlerin tamamı Milli Mücadele sürecine katılmış da değildi (Koçgiri Hareketi). Şeyh Said Ayaklanması bir bakıma verilen sözleri hatırlatma amacı taşıyan bir hareketti. O tarihten sonra Kürtlerin Türkleştirilmesi süreci başlatıldı ve Kürtlerin varlığı inkâr edildi. Bu süreçte resmi ideolojiyle Kürt sorunu ilişkisi tam bir komediye dönüşecekti. İlk yalanı söyleyen artık yenilerini söylemeden yoluna devam edemez. Kürt varlığının inkâr edilmesi, hem resmi ideolojinin böylesine bağnaz ve köşeli oluşunu açıklar, hem de devletin baskıcı niteliğinin sürekliliğinin nedenidir. Rejimin 'demokrasi' performansının bu ölçüde düşük oluşunun başlıca nedenlerinden biri, kuşkusuz söz konusu inkârdır. Gerçekten son derecede tuhaf ve saçma bir durum söz konusuydu. Bir tarafta Kürtlüğünün bilincinde milyonlarca insan, diğer tarafta böyle bir 'gerçeği' yok sayıp inkâr eden modernlik timsâli bir rejim... Bu durumu “Paradigmanın İflası” adlı kitabımda: “Olmayan Kürtler Ayaklanıyor...” ironik başlığı altında ifade etmiştim. TC'nin bu tavrı dünyada eşine az rastlanır bir şeydi: Bu coğrayanın en eski halklarından biri olan Kürtlerin varlığını, tarihini, kültürünü, dilini yok saymak, inkâr etmek... Şüphesiz başka yerlerde de (İran. Irak...) Kürtler şiddete, baskıya maruz kaldılar, kıyıma uğradılar ama sadece Türkiye'de varlıkları inkâr edildi. TC'nin böyle bir şeye tevessül edip ısrarcı olmasında, emperyalist güçlerin ikiyüzlü/ oportünist yaklaşımının payı da önemlidir... (Yapılan tahlillerde ekseri savsaklanan bu sorun üzerinde bu kısa yazıda durmuyorum). Yok sayma 1990'ların başına kadar devam etti. O tarihten sonra Kürtlerin varlığı lafzen kabul edilse de bunun reel bir gerçekliği yoktu. Aksi halde aradan geçen zamanda sorunun gerektirdiği asgari açılımlar yapılırdı. Seksen yıl önce Kürt varlığını inkârın karşılığı eşkiyalıktı, şimdilerdeyse 'bölücü terör'...

Resmi İdeolojinin Sefil Halleri

Koçgiri Ayaklanması, Hilafet ve Saltanat'a karşı bir hareket sayılıp ezilirken, Şeyh Sait Ayaklanması’nın Hilafet ve Saltanat'ı ihya etmek amacı taşıdığının söylenmesi, resmi ideolojinin sayısız çelişkilerinden sadece biridir. Bir kere Kürt varlığı inkâr edilince Kürt talepleri karşısındaki resmi tavır, nevi şahsına münhasır bir görüntü alacaktı. Hem Kürt taleplerine ve isyanlarına karşı kullanılan dil, hem de Kürtlerin yaşadığı bölgenin adı 1920'lerden 1990'lara kadar sürekli değişecekti. Nitekim 1920'li 1930'lu yıllarda sorun eşkiyalık sayıldı. Orada sözkonusu olan, bir halkın talepleri değil, huzur ve düzeni tehlikeye atan bir şekavet olayıydı. Kürt diye bir varlık yok sayılınca, oradaki durumun adlandırılmasının sürekli sorun yaratması kaçınılmazdı. 1930'ların başında “Türk Tarih Tezi”, “Güneş-Dil Teorisi” türü zorlamalar, ırk temeline dayalı bir ulus oluşturma amacı taşırken, Kürt varlığının inkârından bağımsız değildi. Kürt diye bir halk olamazdı zira, sadece TC sınırları dahilindekiler değil, tüm halkların atası Türklerdi. Bu zorlamalar o kadar ileri götürüldü ki, iş “Eti Türkleri” safsatasına kadar uzandı. Bununla; Anadolu'dan tüm zamanlarda Türk soyundan olmayan hiçbir kavmin, hiçbir topluluğun yaşamadığı kanıtlanmak isteniyordu... Velhasıl nedense Hititlere Eti deniyor sonra da Türklerin atası sayılıyordu... Aslında bununla, Anadolu'nun ilk uygarlığının bir Türk uygarlığı olduğu kanıtlanmak isteniyordu... Resmi ideoloji, Şeyh Sait Ayaklanması’nı, dış güçlerin (İngilizlerin) bir kışkırtması olarak sunarken de bir zatiyet olarak Kürt varlığından söz edilmiyordu. Etnik/kültürel bir kimlik olarak Kürt varlığından söz etmemenin, yok saymanın bir tezahürü de 'aşiretçiliktir'. Bununla pre-modern toplumsal yapıya gönderme yapılıyordu...

1950'li yıllarda Türkiye vesayet 'demokrasisine' geçtiği, muvazaa partileri aracılığıyla yönetimin geçerli olduğu dönemde Vilayet-i Şarkiye söylemi terkediliyor, onun yerini 'Doğu' alıyordu. Kürtlerin yaşadığı bir yer söz konusu değildi, bir kere coğrafi olarak ülkenin 'doğusuydu', ikinci olarak "mecburi hizmet" ya da sürgün yeriydi. 1960'larda planlı ekonomiye geçildiğinde Doğu, “KÖY” oldu (Kalkınmada Öncelikli Yöreler). Fakat resmi ideolojiye sorun çıkaran birşey vardı. Kalkınması öncelikli olan bu bölge, o kadar çok ve çabuk kalkınmış olmalı ki, 1980'lerden sonra 'Olağanüstü Hal Bölgesi' denecekti. Herhalde olağanüstü kalkınmanın ardından "olağanüstü hal" durumu geliyordu... İlginç ama rahatsız edici olan, bütün bu zaman zarfında ağızlarını her açtıklarında aydın olduğunu söyleyen, söze 'bir aydın olarak...' diye başlayan diplomalı taifenin bu tutarsızlığı, saçmalığı ve Kürt halkının yaşadığı trajediyi sorun etmemesi, tartışma konusu yapmaktan özenle kaçınmasıdır. Aslında bu durum, diplomalı taife ile resmi ideoloji arasındaki karşılıklı belirleyicilik ilişkisi hakkında fikir verecek niteliktedir. Bağnaz resmi ideolojinin rahle-i tedrisinden geçmek demek, düşünce ve eleştiri yetisini kaybetmek demektir. Bu arada resmi ideolojiyi rahatlatan bir şey de vardı: Kürt kimliğini reddeden ve bunu 'kanıtlayanlara', rejimin bütün kapıları açılıyordu. Bürokraside, iş dünyasında yükseklere tırmanmış Kürt kökenlilerin varlığı, resmi ideoloji üreticilerinin sıkça kullandığı bir argüman oldu ve kafa karıştırmayı başardı. Bu vesileyle işbirlikçi aşiret şeflerinin, rejime verdiği desteği de hatırlamamak olmaz.

Aradan geçen onca zamandan sonra hâlâ Kürtlerle ilgili gerçeğin tam olarak söylenmemesi, söylenememesi, bağnaz resmi ideolojinin de etkili olmaya devam etmesi nasıl açıklanabilir? Aslında böyle bir yazıda bu soruya doyurucu cevap vermek mümkün değildir. Fakat kısaca değinmek de gereklidir. TC'yi asıl yöneten benim 'asıl devlet partisi' dediğim ve toplumun kaderini yaklaşık yüz yıldır elinde tutan ekip, varlığını iç ve dış düşmana ve özgürlüklerin engellenmesine borçludur. Bunun da yolu tartışmayı yasaklamaktan geçiyor. Aksi halde 'koruyucu/kollayıcı misyon' ortadan kalkardı. Türkiye'de geçerli resmi ideoloji onyıllardır toplumun kendisi hakkında düşünmesini engellemeyi başardı. Demokratikleşmenin ve özgürlüklerin önünü kesti. Bilimsel/entellektüel yaratıcılığı boğdu, bu arada Kürt sorununun tarışılmasını ve bilince çıkarılmasını da engelledi... Lâkin bu dünyada herşey sonluydu ve artık resmi ideoloji hızlı bir aşınma sürecine girmiş durumda. Geri dönüşü olmayan bir şekilde gemi su alıyor. Artık resmi ideoloji savunmadadır. Resmi ideoloji fabrikatörleri ne kadar çırpınırlarsa çırpınsınlar, düşüşleri kesindir. Elbette başkasının zaafı sizin gücünüz, başkasının eksiği sizin fazlanız değildir. Resmi tarihle ve resmi ideolojiyle hesaplaşma önemli bir eşiğin aşılması anlamına gelir ama yaratıcı tartışmanın güvencesi değildir. Önümüzdeki dönemde yaratıcı, ufuk açıcı, paradigmatik kayma yaratacak bir rotaya girmek, bunun için de kültüralist tuzaklara takılmaktan kurtulmak, kapitalizmi, emperyalizmi, neoliberal küreselleşmeyi iyi tahlil etmek gerekiyor. Zira kapitalizmi ve onun yıkıcılığını sorun etmeyen hiçbir hareketin bir kıymet-i harbiyesi de bir geleceği de olamaz...

Geen opmerkingen: